9 Eylül 2014 Salı

Islak ve Mutlu Amsterdam



Amsterdam’ı anlatmaya birçok farklı noktadan başlayabilirdim ama gezmeye başlar başlamaz dikkatimi ilk çeken yanından başlayacağım: İnsanların güler yüzünden. Bu duruma, İstanbul’dan pek alışık değilim. Dört mevsimli Türkiye’de insanlar genelde asık suratlıyken, bu yağmurlu ve karanlık memleketin insanları mutlu. Yaşam kalitesi, insanların yüzlerinde yansımasını buluyor.


Amsterdam’a ister yazın ister güzün gidin, hava yağmurlu ve soğuk. Oh güneş açtı, dedikten yarım saat sonra hava yine kapayabilir, yağmur bastırabilir. Bazen öyle bir bastırır ki, üzerinizdeki yağmurluk yeterli gelmeyebilir ve iç çamaşırınıza kadar ıslanabilirsiniz. Ama bazen de buz gibi bir havada yağmur atıştırmaya başlayarak sizi korkutur da, bir türlü bastırmadan öyle ipincecik damlalarla geçip gider, ıslatmaz bile.

Böyle yağmurlu bir memleketin toprağı da haliyle bataklık. Hollanda’nın meşhur yel değirmenleri de zaten bataklıkların kurutulması için yapılmış. Aynı şekilde, bataklığın kurutulması için yapılan bir başka şey de, su çektiği için kabak (ağacı) dikilmesiymiş. Doğruluğunu kanıtlayacak bir kaynak bulamadıysam da, bir rivayete göre, kabaklar yine Hollanda’nın meşhur tahta pabuçlarının yapımında da kullanılırmış. Zaten tahta pabuçların Hollanda’da popüler olması da, suya ve bataklığa dayanıklı bu pabuçların geçmişte bu bölgedeki işçilerin ve çiftlik çalışanları tarafından tercih edilmesinden kaynaklanıyor. Eskisi kadar olmasa da, tahta pabuçlar halen kullanılıyor.

Yine benzer bir sebeple, toprak çok değerli. Bir yere bina dikmek, hele bir de belirli bir sayıda katın üzerinde bina dikmek epey zor. Toprağın altı su, toprak da bir nevi çamur olunca, belirli bir ağırlıktan fazlası taşımıyor. Burada ev alsanız da toprak devlete ait olarak kalıyor. Toprağın bu kadar değerli olduğu bir yerde, peki nelere toprak ayırmışlar? Türkiye’de yaşayanlar olarak bizler alışık değiliz ama, araba yollarına ve binalara değil, yeşil alanlara ve etkinlik alanlarına. 

ihtiyacı kadarını almış :)

Beklemeyeceğiniz bir cümle kurayım. Amsterdam’da yer yer trafik var. Çünkü ana ulaşım aracı motorlu araç olmadığından, arabalar için az yol yapılmış. Turistler ve doğulu halk dışında bisiklet kullanmayan yok sanırım. Yol önceliği de, motorlu araçlara ve yayalara değil, bisikletlere ait. Her binanın dört bir yanına park etmiş bisikletler olduğu gibi, Central Station’ın yanında çok büyük bir katlı bisiklet otoparkı var. Yaşlı ve şişman bir teyzeyi, birkaç çocuklu bir anneyi, işe giden takım elbiseli bir adamı, eğlenmeye bara giden dar mini etekli bir kadını bisiklet üstünde görebilirsiniz. Bisikletler öyle ahım şahım değil, çünkü bisiklet kullanımının yaygın olduğu bir şehirde, bisiklet hırsızlığı da yaygın. Biri yoluna devam etmek üzere sizin park halindeki bisikletinizi alıp, sonra işi bitince bir köşeye bırakabilir. Bisiklet dışında ulaşım hemen hemen her yöne tramvaylarla sağlanıyor.



Amsterdam’ın güzelliklerinden biriyse, kanalları. Rehberli kanal turu yapabileceğiniz gibi, kanal üzerinde yüzen bir ev kiralayabilir veya bu tür bir otelde de kalabilirsiniz. İster kanal evi olsun ister normal ev, perdeler genelde ağzına kadar açık. Çünkü ne zaman çıkacağı belli olmayan güneş nadiren kendisini gösterdiğinde, evler ışıktan en üst düzeyde faydalansın istiyorlar. Adres ararken falan pek denk gelmedim ama Amsterdam’daki binaların bazılarında kapı numarası yokmuş. Çünkü eskiden her binanın üzerinde, o binayı diğerlerinden ayırt edici bir özellik bulunurmuş; kapısı, pervazları, süslemeleri, vb. Genelde pencerelerinden çiçekleri eksik olmayan bu şirin evlere Amsterdam’a özgü bir karakter kazandıran da, yine topraktaki suyun etkisiyle sağa veya sola eğilerek dönüşüm geçirmeleri. Amsterdam’ı nazarımda masalsı kılan; yaşayan, hareket eden, değişen bu evler.

 

Amsterdam’ın lalelerini duymayan yoktur. Muhtemelen, bu lalelerin ilk başta Osmanlı’dan geldiğini de. Enterasan bir rivayete göre, Osmanlı’dan hediye olarak gönderilen lale soğanlarını ilk başta yiyecek soğan sanıp yemişler ve tadını beğenmemişler. Sonra biri soğanı çoğaltmak için dikmeyi akıl edince, lale çiçeği arz-ı endam etmiş.

 














Bu lalelerin açmış halini ve birçok bitkiyi daha, Vondelpark’ta görebilirsiniz. Vondelpark’ın benim için diğer parklardan farklı kılan; köpek gezdiren, kitap okuyan, koşu yapan, çimlere yayılan, salıncaklara binen, ücretsiz gösterileri izleyen, vb. insanlara ev sahipliği yaparken, bir yandan da yabani hayatı da koruması. İnsanlar arasında gezerken kendinizi birden kimseciklerin olmadığı, korku filmi tadında bir patikada yürürken bulabilirsiniz. Diyeceğim o ki, ülkemizdeki gibi, ağaçları alakasız şekillerde budayarak modern dünyaya uygun (!) (ve bence düz ve sıkıcı) hale getirme gayesiyle yaklaşmıyorlar tabiata. Gerekli bakımı yapmakla birlikte tabiatın “tabii” bir şekilde serpilmesine olanak tanıyorlar. Üstelik, toprağı az ve bu yüzden oldukça kıymetli olan Amsterdam’da bu parkı devlet, halkın isteği üzerine yaptırmış ve zamanla da genişletmiş. Çamurlu toprak ve bol yağış nedeniyle sular altında kalma riski taşıyan park, düzenli olarak renovasyondan geçiyor. Oldukça geniş bir alana yayılmış olan bu parkın birçok girişi var. İçinde kaybolan, çıkışı bulamayanlara da rast gelmişliğim var.


Devamı için:

Amsterdam 2 - Hem bedeni hem ruhu doyuran Amsterdam 
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/hem-bedeni-hem-ruhu-doyuran-amsterdam.html

Amsterdam 3 - Özgür ve Sihirli Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/ozgur-ve-sihirli-amsterdam.html



*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder