7 Haziran 2014 Cumartesi

Benim Meskenim Dağlardır Dağlar: Norveç Fiyortları


İskandinavya seyahatine başlamadan önce, baş karakterlerin ağaçlar olduğu bir öykü yazmayı deniyordum. Bulabildiğim her tür ağacın yanı başında otururken söyleyebileceklerine kulak vererek yazıyordum. Ama öykü bir türlü bitmedi; olduğu kadarı, duyduğumu sandığım kadarı beni tatmin etmedi. Öyküyü defterimde, o defterimi evde bırakıp düştüm yollara sonra. Bir yerlerine yazmıştım, "Tabiatın sırrına erenin aklı yerinde durmaz" diye. Fiyortları gezerken bir sırra erdim mi gerçekten, Türkiye'ye döndüğümden beri her şey bu nedenle mi daha anlamsız, bilmiyorum. Belki gerçekten aklımı yitirmişimdir veya bir ihtimal, Fiyortlarda bırakmışımdır. Kalan aklımda yalnız şu var: Biz insanlar, doğa oryantalisti gibi bir şey olmuşuz. Tabiatı manzara yaparız, inceleriz, tabiattan yararlanırız ama tabiatın bir parçası olamayız. Medeniyet ve doğa birbirine zıt şeyler çünkü. Bizler, medeniyetin parçasıyız, üzerimizde kıyafet olmasından bile belli bu. Bizler tabiatın dilini anlayamayız. Tabiatın insana söyleyeceği bir şey yok. Tabiatın sırrını asla öğrenemeyeceğiz. Bir tilki, bir sincap, bir ayı, bir geyik gibi mazhar olamayız. Bizler, artık, doğaya değil betona aitiz.

Evet, yine de, benim meskenim dağlardır dağlar, diyorum. Belki, günün birinde bir dağ bulurum kavuşacak. İki yabancı gibi, sırlarımız kendimizde, ben ona sırtımı dayarım, o bana kucağını açar.

Lafı yine uzattım. Size Fiyortlardan bahsedecektim. Aslında, söylenecek bir şey yok, görülecek çok şey var.


Otobüsle Fiyortlar






Feribotla Fiyortlar









Ve bazı insanlar bu doğa harikasında yaşayacak kadar şanslılar. Farkındalar mıdır acaba?





Dağ Treniyle Fiyortlar





*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.

8 Mayıs 2014 Perşembe

Hem Karanlık Hem Rengârenk bir Masal: Prag




Ne Paris, ne Roma, ne Barselona; henüz hiç yurtdışına çıkmamışken benim hayalim Prag’a gitmekti. Bunun nedeni, oraya 4-5 kez gitmiş olan teyzemin gezgin işi anlatımları ve kitapları ile ortaokuldayken hayata bakışımı etkileyerek değiştiren yazar Franz Kafka’nın orada yaşamış olması idi. 


Ve tabi ki ilk yurt dışı seyahatim de Prag’a oldu. Prag’a 2 sene arayla 2 kez gittim.
Bana Prag’ı sevdiren, Prag’da aradığımdan fazlasını bulmam oldu; Prag’da kendimi buldum: Bir yanda kuklaların başı çektiği bir görsel sanat dünyasının rengârenkliği, diğer yanda Kafka, Charles Köprüsü ve gotik mimarinin kasveti. Bir yerde hayata tutunmaya umut, diğer yanda hayattan kopmaya karamsarlık. “Karamsarım ama asla umutsuz değilim” diyene yakışır en çok bu şehir. Bir de, kitapların ve albümlerin peynir-ekmek gibi sattığı, her adımın sanata çıktığı bir şehir görmek isteyene...



Kafka Müzesi’nde Kafka’nın el yazısıyla kaleme aldıkları dışında pek bir şey olmasa da, bunların sunumundaki müzik ve ışıklandırma, Kafka’nın ruhuna o kadar uygun ki etkilenmemek mümkün değil. Kafka’nın hayatına giren üç kadın hakkında, önceden bilginiz yoksa da, yeterli bilgiyi burada edinebilirsiniz. Kafka ile ilgili olarak müzeden edinemeyeceğiniz ama onun hayatının değerlendirilmesi açısından önemli bulduğum birkaç noktayı da belirteyim. Hem görünüm hem davranış açısından güçlü bir baba figürünün etkisi altında ezilerek büyüyen Franz Kafka çelimsiz, kolay rahatsızlanan, görünümünden hiç memnun olmayan ve kompleksli biriymiş. Ayrıca, memleketinden hiç ayrılmamış olsa da, Kafka eserlerini Çekçe değil Almanca yazarak kendi ülkesinde de eleştiri oklarının hedefi olmuş. Müzeye dönecek olursak, müzede fotoğraf çekmek yasak. Zaten ortam da yeterince karanlık. Müze mağazasındaki ürünlerin çoğunu Prag genelindeki dükkanlarda da bulabilirsiniz, fiyatlar üç aşağı beş yukarı aynı.


Komünizm Müzesi beni en çok şaşırtan yer oldu. Bu vakte kadar gezdiğim hiçbir müzede rastlamadığım bir müzecilik tavrı vardı burada. Burası, adeta bir nefret müzesi; komünizm nefreti. Hatıra niteliğindeki hediyelik eşyalar bile komünizmi aşağılar nitelikle. Örneğin, burnunu karıştıran Marks resimli buzdolabı magneti. Bu küçük müzede, özensiz bir düzenleme var ve komünizm çok kötüdür temalı bir belgesel gösteriliyor. Ülke halklarının geçmişiyle gurur duymamasını anlayabilirim ama geçmişini bu kadar çok aşağılayan bir müze yaklaşımı görüşüm ilktir. Ayrıca, Prag’ın bir tepesine vaktiyle komünist rejimin diktirdiği büyükçe bir heykel indirilip yerine kocaman bir “Tears of Stalin” yazısı konulmuş. Ancak, Prag’a ikinci gidişimde bu yazının artık orada olmadığını gördüm. Bunun yerine dengenin simgesi olarak metronom koymuşlar.


Mucha Müzesi’nin yerini çok zor bulduk. Kime sorduysak bilmemesinden uyanmalıydık; tam bir hayal kırıklığıydı. Eserlerin çoğu başka müzelerde olduğu için burada çoğu eseri yok. Müze mağazası çalışanları ise kaba. Ama Mucha’yı sevdiğim için gitmesem pişman olurdum, o ayrı.

Charles Köprüsü, üzerindeki heykellerin kattığı havadan olacak, şimdiye kadar gördüğüm köprüler arasında beni en çok etkileyendir. Hristiyanlık temalı bu heykellerden orijinal olan, yani ilk yapılmış halinde de yer alan heykel sanırım üç taneymiş, diğerleri sonradan eklenmiş. Köprü üzerindeki bir figür, Türklerin özellikle ilgisini çeker nitelikte. Bu, köle tüccarı rolündeki Osmanlı figürüdür. Bu figürün yapılma nedeni, Osmanlı gelip sizi köle yapacak diye halkı bilinçlendirmek içinmiş. En kötü havada bile köprü hep dolu; turistler, resim satanlar ve dilencilerle. Dilenciler, utançlarını örtmek için başlarını öne eğerek dileniyor.



Çok fazla dini motif barındıran Prag, ironik bir şekilde, istatistiklere göre en fazla ateistin yaşadığı şehir. Ancak, dini eserlerin hepsi zarar verilmeden korunmuş durumda; sadece amaçlarına uygun bir şekilde kullanılmıyorlar. İbadet yerine opera ve konserler için kullanılan kiliseler var, örneğin. En önemli dini yapı ise Prag’a tepeden bakan St. Vitus Katedrali. Her ayrıntısı ince ince işlenmiş bu katedral, gotik mimarinin en göz alıcı örneklerinin başında geliyor.




Prag’ın en ünlü simgelerinden biri de, Old Town Square’de bulunan astronomik saat Orloj’dur. Dünyada hâlâ çalışan en eski astronomik saat, hem görsel hem işlevsel olarak büyüleyici. Öyle ki, söylentiye göre, bu saati yapan Hanuš Usta aynı güzellikte bir saati bir daha yapamasın diye, yöneticiler gözlerini kör etmişler. Bunun üzerine saatçi de saati bozmuş ve kendini saate asarak/saatin çarklarına atlayarak intihar etmiş. Ancak seneler sonra saati tamir eden biri çıkabilmiş. Saat, üç bölümden oluşuyor: En üst kısımda, her saat başı saatin çalmasıyla birlikte döndükleri görülen havari figürleri var. Orta kısımda, saat küresi var; ibreler, ayın, güneşin ve yıldızların hareketlerine göre yapılmış. Küredeki çarklardan ilkindeki yıldızlı gösterge bir yıldız gününde bir kez dönüyor, ikincisi bir güneş gününde bir kez dönüyor, üçüncüsü ise aya göre hareket ediyormuş. Saatin alt kısmında ise takvim var. Saatin üzerinde başka ilginç figürler de var. Üst kısımdaki figürler, saatin yapıldığı yıllarda Prag’ı tehdit eden dört şeyi temsil ediyor: Aynada kendine bakan, kendini beğenmiş bir kişi figürü, altın kesesi tutan, cimri bir Yahudi figürü, ölümü simgeleyen bir iskelet figürü ve sefaya düşkünlüğü temsil eden, çalgıcı Osmanlı figürü. Alt kısımdaki figürler ise erdemleri temsil ediyor: Bir tarihçi, bir melek, bir gökbilimci, bir filozof. Bu saatin bir benzeri ama bu kadar güzel olmayanı, Venedik’te de var.




Prag’ın ünlü meydanı Old Town Square demişken, Jan Hus Anıtı’ndan bahsetmemek olmaz. Jan Hus Anıtı, baskıcı rejimlere karşı duruşun sembolü. Protestan hareketin öncüsü Rahip Jan Hus da karşı duruşu nedeniyle zamanının dini otoriterlerince sapkınlıkla suçlanarak idam edilmiş. Hatta Prag'ın %60’ından fazlasının ateist olmasını, buna bağlayanlar da var.

Jan Hus Anıtı

Prag’ın modern yüzü olan Wenceslas Meydanı ise ’89 yılında Kadife Devrim’e ev sahipliği yapmış olması açısından önemli. Bu devrimin izlerine meydanda çok rastlayamadıysak da, olayları protesto için kendisini yakan öğrencilerin anısına, yanan eller temalı küçük bir anıt var.

Yanan Eller

Prag'ın pek bilinmeyen güzelliklerinden biriyse,
Wallenstein saray bahçesi. Burada bir sanatçı tarafından tasarlanmış yapay bir mağaranın yanı sıra, çeşitli kuşlar ve çiçekler ile bir göl ve bunlara eşlik eden heykeller var. Prag'a tepeden baktığınızda bile görünen ancak ne olduğu pek anlaşılmayan bu mağaraya dikkatlice bakarsanız, insan yüzleri ve hayvan motifleri görmeniz mümkün. Ayrıca, burası ender bulunan bir baykuş türüne de -maalesef kafes içinde- ev sahipliği yapıyor.



Çek Cumhuriyeti’nin ünlü içeceği Becherovka’yı mutlaka deneyin. 40-50 çeşit baharat ve ot içeriyor, tarçın tadı baskın. %40 oranında alkollü. İlk başta ilaç olarak yapılmış. Ben alkole pek dayanıklı değilimdir ama nice içiciler gördüm bunu içince bir tuhaf oldular ama seven de seviyor. Ağzınızdan midenize ulaşana kadar girdap gibi önüne gelen her şeyi alıp götürüyor ve içinizde ferahlık kaynaklı kocaman bir boşluk bırakıyor gibi. Ayrıca, Çek Cumhuriyeti’nin yerlileri kendi biralarını kendileri ürettiğinden, ev yapımı biralar yaygın ve bunlar, sudan daha ucuz. Sudan çok bira tüketilmesi de bundan. Bir de, siyah biraları var. Siyah bira, bir söylentiye göre, sperm sayısını düşürdüğünden erkeklere tavsiye edilmiyor.

Dünyanın her yerinde bulunan pizza ve makarna türlerini saymazsak, av eti yaygın. Maalesef! İlle de et yiyeceğim diyorsanız, şehir merkezinin biraz dışında bulunan, fiyatları makul, her daim yer ve canlı müzik bulabileceğiniz, içten bir mekan var: Ukalicha. Hem Ukalicha’nın hem de Çek Cumhuriyeti’nin simgelerinden biri ise Aslan Asker Şvayk. Anlatılan o ki, kendisi, savaş karşıtı bir askermiş ve savaşmak yerine sürekli bira içip dururmuş.

Ukalicha

Prag’da Euro’yu yerel para birimi Kron’a çevirirseniz hesabınız hiç şaşmaz, çünkü neredeyse TL ile aynı değerde. Hatta para bozdurabileceğiniz bir Türk mağazası var; rehberle gidecek olursanız, muhtemelen parayı size orada bozdurtacaktır. Yerini benim anlatmam zor çünkü merkezde değil. Bilmediğiniz bir yerde para bozduracak olursanız, kazıklanma ihtimaliniz yüksek. Paranızı size söyledikleri orandan bozmadıklarını ancak parayı ve fişi geri aldıktan sonra görürsünüz ki bu durumda itiraz etseniz de lehinize sonuç alma şansınız pek yok. En azından, Prag’da fiyatlar yüksek değil. Evdeki hesap çarşıya uyabilir. 


Prag’da size hesabınızı şaşırtabilecek tek şey, kuklalar olur. Ucuz kuklalar olduğu gibi -ki bunların pek bir özelliği yok- fiyatı milyarı bulan, el yapımı ve işçiliği fazla kuklalar da var. Kukla almasanız da, illa ki bir kukla tiyatrosuna gidin. En sık gösterisi olanlardan biri, Don Giovanni. Turistik bir etkinlik olduğundan, beklentinizi yüksek tutmayın. Profesyonel olmasa da, izlemeye değer. 





 


Çek Cumhuriyeti, Almanya’ya komşu olduğundan, insanları ikinci dil olarak İngilizce değil Almanca biliyor. Özellikle hafta sonları oldukça fazla Alman öğrenci görmeniz mümkün. Gece hayatını daha da canlandırıyorlar.

Gençlerin takıldığı nehir kenarındaki parka giden yolda, John Lennon duvarı var. Komünist rejim esnasında duvarlar yazı yazan, grafiti yapan karşıt görüşlü gençlerle polis arasında çatışmalar yaşanmış. Polisler, duvara yazılanları silmiş, gençler yine yazmış ve bu böylece sürüp gitmiş. Yazılanlar ise barış ve sevgi temalı sözler ile genel olarak John Lennon’a ait şarkı dizeleri. Sonunda Leninism’e karşı "Lennonism" çıkmış, bir anlamda. Prag’a ikinci gidişimde, gençlerin duvara yazma işinin cılkını çıkardıklarını gördüm. Duvarda Lennon’a ait az şey kalmıştı. Prag’a ikinci gidişimde dikkatimi çeken bir başka nokta da, daha popüler hale gelmiş ve biraz buna bağlı olarak hatıra eşya ürün çeşitliğinin artmış ve esnafın gözünün daha açılmış olmasıydı. Masallar şehri diye bilinegelen Prag, hediyelik eşya konusunda sizi hiç hayalkırıklığına uğratmıyor. Özellikle, funexplosive mağazalarına bir göz atın derim.









Madem masal dedik, sözlerimi bir Prag masalıyla sonlandırayım.

Vaktiyle, Prag’da Jehuda Loew ben Bezalel adında bir haham yaşarmış. Kimsenin bilmediği sırları bilir ve hayatı herkesten daha iyi okurmuş. Yahudilerin çektiği acılardan dolayı Tanrı’ya yalvarıp dururmuş. Onlara yol göstermesini dilermiş. Sonunda, bir gün uykusunda bir melek ona görünmüş ve demiş ki “Talihsiz insanları kurtarmak artık senin elinde. Bu umudun adı, Golem”. Haham, eski kitapları araştırarak bu sırrı da çözmüş. Yapay bir insan yapacakmış. Bu yapay insan yalnızca hahamın sözünü dinleyecekmiş. Haham, en güvendiği öğrencileriyle birlikte nehirden kil toplamış ve kile insan şekli vermişler. Şafak sökerken Golem dünyaya gelmiş. Golem, hahamın emriyle Yahudi Mahallesi’nin gözcüsü olmuş ve mahallenin güvenliğini sağlamış. Ancak, güçlü Golem’in yine de boş vakti kalıyormuş. Bir gün, hahamın yardımcısı kadın, hahamdan, Golem’in kendisine kuyudan su taşımasında yardım etmesini rica etmiş. Golem, böyle hafif işlere alışkın olmadığından, kuyunun yarısı kadar suyu taşıyıp getirmiş. Meydanın yarısını sel götürmüş. Bir başka sefer de kendisinden ateş için odun getirmesi istenmiş. Bu kez de, kraliyet bahçesindeki ağaçları kökleriyle birlikte söküp getirmiş. Golem’in bu kadar güçlü olduğunu gören üst düzey bir asker de bu durumdan faydalanmak istemiş. Hahama, Golem karşılığında tüm mal varlığını teklif etmiş. Haham, Golem’in yanlış ellerde çok tehlikeli olabileceğini fark etmiş. Yardıma muhtaç ve güvende olmayan insanların iyiliği için çalışan Golem’i kötülüğe karışmaktan korumak için ne yapabileceğini düşünüp durmuş ve sonunda Golem’i yok etmiş.

Prag’a gidince efsanelere konu hahamın heykelini aramayı unutmayın.

Prag ile ilgili anlatılacak ve keşfedilecek daha çok şey var; benden şimdilik bu kadar, gerisini de siz kendiniz gidip görün derim.

Dans Eden Ev - Hemen ilerisinde Nazım
Hikmet'in Prag'tayken zaman geçirdiği cafe var


Sokak o kadar dar ki insanların geçişleri
trafik ışığıyla yönetiliyor

*Fotoğraflar bana aittir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.