15 Aralık 2020 Salı

Özcan Yılmaz'dan "Akıp Giden Günlerimiz" üzerine iki çift lakırtı


Özcan Yılmaz'ın
Akıp Giden Günlerimiz adlı öykü kitabı Notos Kitap etiketiyle Ağustos 2020'de piyasaya çıktı. 

Kitaba soğuk ve mesafeli bir anlatım hâkim. Öyle ki, o karakterleri sevip sevmememizin, anlayıp anlamamızın bir önemi yokmuş gibi. Karakterlerin, duygularını dışa vurma veya okurun ilgisini çekme gibi bir çabaları da yokmuş gibi. Yolda yürürken yanımızdan geçen, olaysız ve sıkıcı hayatları varmış gibi duran ve aslında her birimizinki gibi hayatlara sahip insanlar, çoğu büyük şehir insanları. Büyük hayalleri, dışa vurdukları büyük duygular yok. Sadece sezebileceğimiz kadar ipucu veren insanlar. Bir yandan da, karakterler arasında kendisini duyumsatan bir gerilim. Özellikle son öyküde kendisini daha da çok gösteren bir ironi. Ama hep sakince. Genelde uzun süreleri anlatan öykülerde, tamamı verilmeyen ve atlanan zamanlar; yani akıp giden günlerimiz.

Ve kendisini farklı öykülerde gösteren bir motif: Hikâye anlatmak. Ve yazmak ile gündelik hayat arasında kalmak; bunlar birbirlerine zıt konumlandırılmış. Öyküler dümdüz akıyor gibi görünse de; insanın karanlığına, insanın başka insanlarla, özellikle de aile bireyleriyle olan ilişkileri üzerinden, kendi penceresinden ışık tutmaya çalışıyor.

Öyküler, kısa öykünün sınırlarını aşmış, hatta son öykü adeta bir novella'ya dönüşmüş. Hayattan parçaları aktarırken, hayata, insana ve ilişkilere dair fikirlerini doğrudan vermekten kaçınıyor fakat öyküler oldukça uzun; sıradan olanın bu kadar uzun uzun anlatılması bazı okurlarda öyküden kopuşa neden olabilir ve sanırım, kelime seçimleri daha çeşitli, daha yerelden, daha hayattan olsaydı okuma süreci daha keyifli bir hal alabilirdi. Kitapla ilgili en çok ise yazarın öykülere getirdiği sonları, öyküleri bağlama şeklindeki kendine has yaklaşımı beğendim.

“Adamın Köpeği” diğer öykülerden farklı ve öne çıkıyor. Kitabın en iyi öyküsü. “Çok Güzel Olmayan Öyküler” hikâye anlatmak üzerine olmasıyla ilgi çekici. “Nedim Şair Olmak İstiyor” istediklerimiz ile gerçekleşenler arasındaki zıtlığı veriyor ve bunların arasındaki ilişkiyi bağlıyor. “Yatak Odamızdaki Yuva” klişelere başvurmadan anlatılmış bir hastalık ve o süreçteki ilişkinin öyküsü. “Otobüslerin Vardığı Yer” tek başına olmayan yalnızlığa, çiftler arası uzaklığa dair bir öykü olmasının yanı sıra “hareket” haline ve dolaylı olarak değişime de gönderme yapıyor. “Beni Burada Bekle” en sevdiğim ikinci öyküsü, özellikle sonuyla (Kitaptaki öykü sonlarını beğenme nedenim, bu sonların olay odaklı olması, sürprizleriyle şaşırtması falan değil, çünkü öyle değil). Bu öykü, alışılmışın dışında farklı bir ebeveyn profili veya ebeveynliğin belki de dile az getirilmiş bir yanını sunduğu için ilginç. “Bahar’ın Saklı Hayatı” belki daha az uzak, bir tık daha alışkın olunan tatla yazılmış bir öykü. “İşe Yaramanın Onca Hali” büyük şehirde çalışan birçoğumuzun kendinden bir şeyler bulabileceği, diğer öykülere kıyasla daha afili sayılabilecek bir anlatıma ve parçalı minik hikâyelere sahip bir öykü.

Eyüp Aygün Tayşir'den "Sabitâlem Mahallesi" üzerine iki çift lakırtı


Sabitâlem Mahallesi (Şubat 2020), Eyüp Aygün Tayşir'in ilk öykü kitabı; daha önce 4 Hane 1 Teslim (2016) ve Tuhaflıklar Fabrikası (2018) adlı iki roman yazmış. Hepsi İletişim Yayıncılık'tan çıkmış. Bense ilk kez bir kitabını okudum ve Tayşir, özellikle dili ve yarattığı atmosferle, diğer kitaplarını da merak ettiğim bir yazar oldu. 

Anadolu Kaplanı: İyi bir öykü. Arabada bir aile arasında geçen kısa bir zaman dilimini anlatıyor. Anadolu'da her yerde karşınıza çıkacak küçük yer insanının sınıfsal dönüşümü.

Sabitâlem Mahallesi: Çok iyi bir öykü. Sırf bu öykü, bu anlatım için bile bu kitap alınmalı. Latife Tekin'in "Berci Kristin Çöp Masalları" tadında bir kent/dönüşüm hikâyesi.

Bu iki öyküde, yazar, çok hoş benzetmeler yapmış ama bu benzetmelerin öyküde bir işlevi var mı, öyküye bir şey katıyor mu? Hayır. Olmasa da olurdu. Yazarın tarzı, tercihi diyelim. Ama uzun cümlelerde yoruyor, akıcılığı biraz sekteye uğratıyor.

İntikam: Sürprizi bozmak istemiyorum ama harika bir öykü fikri, keşke benim aklıma gelseydi :) Yarı fantastik denebilir. Ama sanki daha da iyi işlenebilirdi. Sonunun bağlanma şekli beni tam tatmin etmedi.

Nakliyeci Zeki 1: Bence kitabın en iyi öyküsü. İnsana dair bir hal çok iyi gözlemlenmiş ve öykü de bunun duygusunu geçirmede başarılı.

Sonraki öyküler de iyi ama bu ilk dört öykü kadar değil bence. Başka bir kitapta veya tek tek dergide falan görsem beni daha çok etkileyebilirdi ama önceki öyküler çok iyi olunca, sonrakiler biraz cılız kalmış. İlk iki öyküdeki benzetmeler içeren ve daha bir özenilmiş izlenimi uyandıran dil, sonraki öykülerde oldukça sade. "Kahraman Şirketler Topluluğu" çok uzundu, çok fazla anlatıyordu. Bu kadar çok anlatınca, bana öykü gibi gelmiyor. Elbette bunların arasında "Sex Shop" yine de samimiyeti ve hikâyesiyle göze çarpıyor; edebiyatla ilgisi bile yeter.

10 Aralık 2020 Perşembe

“Cümle Göğün Mavisi”: Gerçeğin Katmanları



Ayhan Koç ilk olarak Sırlıçeşme romanıyla 2017 Everest İlk Roman Ödülü’nü kazanarak adını duyurmuştu. Yazar, 2018’de İthaki Yayınları’ndan çıkardığı Kara Havadisler Kervanı adlı öykü kitabıyla, okur kitlesine benim gibi öykü meraklılarını da katmış oldu. 

Yazarın üçüncü kitabı Cümle Göğün Mavisi adlı roman, bu Kasım ayında yine İthaki Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. İyi bir postmodern roman örneği olan kitap hakkında kaleme aldığım yazıyı Parşömen Fanzin’den okuyabilirsiniz.


19 Kasım 2020 Perşembe

"Kaçış Rampası": Susarak Konuşan Öyküler

 


Halil Yörükoğlu'nun Sel Yayıncılık'tan çıkan, ilk öykü kitabı "Kaçış Rampası" hakkında Gazete Duvar KitaP Dergisi'nin 136. sayısı için yazdım. Yazı, Gazete Duvar ve Sel Yayıncılık sayfalarından okunabilir.



15 Kasım 2020 Pazar

Eyüp Tosun'dan "Kör Islık" üzerine iki çift lakırtı

 



Eyüp Tosun'un Öykülem'deki "Münir Bey" öyküsünü geç de olsa dergi kapandıktan sonra okudum. Hikâyenin benim gibi hayvansever kişileri rahatsız edebilecek bir konusu vardı. Ancak hikâye hem duyguyu okura geçirmede başarılıydı, hem de özgün bir anlatıma sahipti. Son yıllarda sayısı artan ve "öykü" olduğu iddiasını taşıyan çoğu metin parçasına kıyasla, gerçekten bir öykü okuduğumu bana hissettirmişti. Hâl böyle olunca, bana da yazarın tek öykü kitabı olan Kör Islık'ı edinmek kalmıştı. Nitekim, diğer öyküleri de umduğum gibi çıktı: Yazar iyi bir hikâyeci olduğu gibi, hikâyeleri iyi işleyebilecek kadar da mahir bir kalem.

Bazı öykü yazarları, kitaplarındaki her öyküde aynı kişinin/tek bir karakterin ağzıyla yazar. Özellikle de konu bütünlüğü taşıyan ve/veya yazarın kendi hayatından esinlenmeler, biyografik unsurlar taşıyan öykülerde yazarın varlığı hissedilir. Bu, bilinçli bir tercih olduğu durumlar dışında hikâyeleştirme sorunu olduğunu gösterir. Ama bu kitapta böyle bir şey yok ki bu oldukça değerli. Üstelik sezgilerim beni yanıltmıyorsa, yazarın hayatından bir şeyler içerdiği hâlde bu yok.

Ancak, öykülere editör eli daha çok değse kaçmayacak bazı kusurlar var. Sonuçta yazarın kendisi de editör ama bir yazarın kendi metnine dışarıdan bakabilmesi zor olduğundan, başka bir editör gözü şart.

Bazı öykülerde ara hikâyeler/kişiler, bahsi geçen bazı mevzular bir yere tam bağlanmıyor, araya girip sonradan kaçmış gibi duruyor. Hikâyeyi dallandırıp budaklandırıyor ama hikâyeye doğrudan hizmet etmiyor. Aynı durum cümle bazında da geçerli. Bazı cümleler olmasa da olur, hatta daha iyi olurmuş. Anlatıyı sekteye uğratmayan ama daha derli toplu bir metin olmasını engelleyen türden cümleler bunlar.

Veciz söz tadında genellemeleri/çıkarımları kimi sever, kimi sevmez. Aşırı kullanılmadığı ve metne akıcılığı bozmayacak şekilde yedirildiği sürece hoş olabilir bence. Yazarın böyle cümlelerden yararlanma sıklığı kararında fakat bu tür cümleler bazı yerlerde öyle "birdenbire" karşımıza çıkıyor ki, akıcılığı biraz bozuyor, eğreti duruyor.

Özne-yüklem uyumsuzluğu da redaktörün gözünden kaçanlardan.

Bunlar bir yana, yazarın tüm öyküleri kendisini keyifle, zerre sıkmadan okutuyor. Hatta "Arabesk Porno" öyküsü bana kahkaha attırdı :)


Tadımlık

Daire 7 

Himmet Bey, Ayyaş'ı tam eve girecekken yakalıyor. Ayyaş şaşkın. "Beni memleketime götürür müsün?" diyor. Ayyaş daha da şaşkın. Evine davet ediyor. Bir kadeh de ona koyuyor. 
"Yarım saate memleketindeyiz Himmet Amca," diyor, "sahi nereliydin sen?"

("Metruk Şifa", s. 70)


                                                                            Asıl yazılma tarihi: Ekim, 2020


B. Nihan Eren'den "Hayal Otel" üzerine iki çift lakırtı


 

Hayal Otel yazarın üçüncü, benimse okuduğum ilk kitabı. Yazarın bu kitaptaki öykülerinde en çok dikkatimi çeken ve en beğendiğim yanı; insan psikolojinden çok iyi anladığına dair bende bıraktığı izlenim. Karakterlerin ruh hallerini yansıtmada oldukça başarılı. Üstelik, bunu yaparken dili de nefis kullanıyor; yaptığı benzetmeler ve betimlemeler, yazarın hayal gücünü ortaya koyan türden. Belli ki, sözcükler tek tek özenle seçilmiş. Sözcük seçiminde tekrara düştüğü (bkz. kıyıcı, eselekli, ufarak -bu kelimeler gündelik hayatta pek yaygın kullanılmadığından, öykülerde geçtiğinde daha da göze çarpıyor) veya sözcük seçiminin biraz yersiz durduğu yerler de olmuş ama bu, yazarın diliyle verdiği keyfi bozmayacak kadar nadir.

Sözcüklerin büyüsüne mi kapıldım? Altı çizilesi cümleler mi var? Evet ama belli ki, bu cümleler "veciz söz" olsun diye kurulmamış. Hepsi derinlikli karakter çözümlemelerine veya anların yansıtılmasına hizmet ediyor. Fazlalık değil. Aynı anda hem veciz söz olabilecek kadar etkileyici cümleler kurmak, hem de bu kadar etkileyici cümlelerin içini doldurarak derin ifadelere dönüştürmek, yazarın dil ustalığının ve yazma sürecindeki titizliğinin bir göstergesi.

"Menekşe" bölümünde "arzuyu", "Limon" bölümünde "annesizliği", "Çınar" bölümünde "felaketi" gerçekten hissettiriyor. Duyguları böylesine geçirebilmek için, insan psikolojisinden anlamanın ve dili iyi kullanmanın ötesinde bir şey şart. Sanırım bu da hakiki bir yazarlık kumaşı.

Ancak, bu bir öykü kitabı değil, çünkü herhangi bir öyküden başlarsanız, o öyküde anlatılanı anlayamazsınız. Okurun bir öyküyü anlaması, önceki öyküleri okumuş olmasına bağlı. Bu kitap, uzun bir öykü veya kısa bir roman olarak nitelendirilebilir. Durum veya olay öyküsü fark etmez, genel öykü kalıbına/algısına uygun değil. Ben bu kitabı daha çok bir roman olarak okudum. Yazar, öykü ve roman arasındaki sınırları zorlamak veya sınırların belirsizliğine dikkat çekmek istemiş olabilir. Ancak bu muğlaklık, kitabın kurmaca yanıyla, olay örgüsüyle ilgili yorum yapmayı zorlaştırıyor.

Özetle, başka öykülerini de okumak isteyeceğim bir kalem.


Tadımlık Alıntılar

"Evliliğini gerçekte kim olduğunu ortaya çıkaran bir büyük afet olarak izlemişti, üstelik yükseğe çıkmasına lüzum kalmadan." (s. 18)

"Kendini dünyaya hep aynı kayıtsızlıkla bastırır." (s. 22)

"Uzun zamandır kullanılmamış etinin nazlı şaşkınlığı..." (s. 23)

"Yüzüne değen uzun saçlarını bir öfkeyle geriye attı. Keçe olsunlar. Dünyaya batsınlar. Demir olsunlar. İpek saçlarının onu kendisine yeterince benzettiğini düşününce hayrete düştü. Yumuşaklık. Uyum. Tarağın kayarak inmesi. Bedenini saran kumaşların hışırtısı. Bıçağın sebzelerin üzerinde çıkardığı pütürtülü ses. Ve intizam. Denge. Yetmişti." (s. 23)

"Sevgi buydu. Bir soluğun varlığına minnet, şükran, sevinç... Dünya üzerinde şu koca tek başınalığı dağıtan o varlığa sonsuz sarılma, ölse bile toprağına kıvrılma isteği. Esirgenmişliği bile paylaşıp, oradan gelen kıyıcılığı azaltarak bölüşme arzusu." (s. 41)

"Deniz'in Leyla'nın istekli bedenini derin uykusunda bile sezerek, onun nefesine doğru dönmesinde arının bala gelmesi, kelebeğin ışığa pervane olması, inananın Kâbe'sine dönmesi vardı." (s. 52)

"Güneş, Deniz'den kayarak odanın içinde neşeyle dolandı, Leyla'nın saçlarından geçti, ayak uçlarında dertop olmuş yorgandan kaydı, dolap köşelerini sertçe çizdi ve doyurulduğu için yeniden iştahla belirmiş arzu yumağının ortasında pırıldayarak büyüdü." (s. 52)

"Ȃşıkların dünyayı en çok kendilerinin sanmasından ötürü, dışarıdaki mutlak sessizliği kendi depremlerinin yarattığına çoktan inanmışlardı." (s. 53-54)

"Ama aşkın bitmek bilmez bir şefkatle âşığını, en çok da kendi eksiğinden sarmak arzusu olduğunu yeni yeni belliyordu." (s. 66)


                                                                                    Asıl yazılma tarihi: Eylül, 2020


28 Ekim 2020 Çarşamba

Sosyal İkilem: İki-lem Değil, Tek Yönlü Bir Argüman

 

Sosyal medyanın karanlık yüzünü gözler önüne serdiği iddiası taşıyan The Social Dilemma (Sosyal İkilem) belgeseli epey beğenildi. Ancak belgesel, zaten konuyla ilgilenenlerin, hatta kulaktan dolma bilgi sahibi olanların bile bildiğinin ötesinde pek bir şey söylemiyor. Evet, sosyal medya platformları, kullanıcıların kişisel bilgilerini satıyor, kullanıcılarını manipüle ediyor vs. Belgesel de bu durumları, bizzat işin içindeki bazı kişilerin, yani sosyal medya platformlarının sahibi teknoloji firmalarında etkili mevkilerde çalışmış kişilerin aracılığıyla onaylamış oluyor. Ne var ki, sunduğu çözümü derinleştirmiyor. Konuyla ilgili hiçbir bilgisi olmayanın veya derli toplu bir özet isteyenin ilgisini çekebilecek türden bir yapım olmakla yetiniyor.

Karşıt fikirlerin birlikte verilmediği bu tür yapımlara itimat etmeyi sorunlu buluyorum. Saf gerçeği öğrenmek mümkün mü bilemesek de, gerçeğin en yakın haline, karşıt fikirlerin çarpışmasıyla yaklaşılabileceğini düşünüyorum. Belgeselin tek taraflı bakış açısı, bence bu nedenle ikna edici değil. Örneğin, belgeselde deniyor ki, sosyal medya platformları yüzünden iç savaş çıkacak, insanları bölmek için belirli fikirlere yönlendiriyorlar. Tamam, ama bu belgesel de aynısını yapıyor; taraf tutup belirli bir fikre yönlendiriyor.

Sosyal medya tu kaka da, ana akım medya pek mi matah? Belgesel, böyle bir karşılaştırmaya girmiyor. Ama sosyal medya hesaplarını kapatın derken, alternatifini de göz önünde bulundurmalı: Tamamı yalan dolan olan ana akım medyadan mı bilgi edinelim o zaman? Kullanıcılar, sosyal medyada okumak istediklerini, ilgilendiklerini seçebilir; belgeselde sıkça vurgulandığı üzere, platformların sunduğu "önerileri" kabul etmek (ve manipülasyona izin vermek) zorunda değil. Oysa, ülkemizdeki TV kanallarının hemen hepsi aynı telden çalıyor; alternatif görüşlere ve ideolojilere pek yer verilmiyor.

Belgeselde fikir beyan edenlere göre, sosyal medya platformları sorumluluk alsa sorun çözülecek ve yalan bilgiler denizinde boğulmayacağız. Bu, teknoloji şirketlerini/sosyal medya platformlarını günah keçisi ilan eden eksik bir bakış açışı gibi. Belgesel neden olayın odağına sadece teknoloji firmalarını koymayı tercih ederek insan faktörünü es geçiyor? Asıl mesele şu değil mi: İnsanlar neden sosyal medyada her okuduğuna inanıp doğruluğunu araştırmıyor? Bu kolaycılığın nedeni, tüketim çılgınlığımız. Anlık bilgi kırıntılarını kolayca yutuyor ve tüketmek için bir sonrakine geçiyoruz. Çözüm bulunması gereken “tüketim”, yani kapitalizmin ulaştığı son deli evre. Ama kapitalizm olmasa, bu teknoloji firmaları/sosyal medya platformları da var olamaz. O zaman bu belgesel tam olarak neye hizmet ediyor?

Belgeselin yaptığı, olayı tek yanlı göstererek bir vicdan muhasebesine girişmek. Malum, eleştiriyle vicdan temizliği, kapitalizmin buluşu. Bu belgesel de, tıpkı Hollywood’un kendisini eleştiren Birdman filmine En İyi Film Oscar’ını vermesi gibi. Teknoloji firmalarının (eski) çalışanları özeleştiri getirsin, olumsuz yanlarını kullanıcılarla paylaşsın ve böylece kendileri bu yükten kurtulsun. Teşekkür ederiz, çok incesiniz. Sosyal medya bu kadar tu kaka olsa, sanırım bu belgesel de sosyal medyayla el ele bir duruş sergileyen Netflix’te yayımlanmazdı.