14 Şubat 2021 Pazar

KIRIK

Salıncakta sallanıyoruz. Zincirler boşlukta savruluyor, arkasından saçları. Kalbimin zincirleri. Kaç yaşındayız. Çocuğuz ama biraz da büyükçe. Gelecek ümitlerimizin geçmişte biriktiğini bilmediğimiz bir yaştayız. Onun salıncağı duruyor, benim kalbim durulmuyor. Gidip oturuyor yıkık bir duvarın üstüne; kalbim gibi harap kullanılmaktan. Duvarın alçağında kısa kısa otlar. Rüzgâr, saçlarını ve otları yana yatırıyor. Kulağımda rüzgârın uğultusuyla hışırdayan otlar. Konuşsa, kulağım ona hazır. Bir kuğuyum, boynum ondan tarafa eğri. Beni zarif yapan o, beni güzel yapan o, onun varlığı. İleride küçük bir orman. Gözlerini orada bir noktaya dikmiş bakıyor. Sanki sadece onun görebildiği bir kapı var, ormana girmeye. O kapıdan girip ardında kaybolursa diye bir korku çörekleniyor içime. Ormanı buraya getirmek istiyorum. Ve aralayayım dalları, çizilmesin bir yanı. Duvara atlıyorum atik bir hareketle. Serde erkeklik. Bir şey diyecekmişim gibi ona yaklaşıyorum. Nefesi, nefesimle arama giriyor. Bakışı, dünyayla arama giriyor. Rüzgâr, saçlarıyla sevişiyor, kıskanıyorum. Bir orgazm anını taklit eder gibi havalanıyor havalanıyor saçları. Ah… Saçlarının dağınıklığı, toprağın didiklenmişliği, duvarın yıkıklığı. Kaostaki uyum bu.

Sonra birden görüntüyü tamamlarcasına bir ses. Kesik kesik. Diğer tüm sesleri silen. Birbirine çarpan kirpikleri, hüzünlü bir melodi gibi. Hıçkırıkları artarak bir çığa dönüşüyor, altında kalacağım. Yüzünde başlayan fırtına, kaşlarını aşağı çekip kıvırarak çatıyor önce, minik burun delikleri genişliyor ve en son dudakları kırılıyor uçlarından. Dudaklarındaki kirazlar, yanaklarındaki elmalar düşüp çürümesin. Ona söylesem hislerimi, tuz mu basarım yarasına. Gözaltları çok yağmur yemiş gibi kırış kırış. Belleğine büyü yapsam, adı unutmak olsa. Ama ben lal. Sözlerim saklanıyor dilimden, onu uçurumdan döndürmeye yetmezse korkusuyla. Yaşlarını sözlerimin eleğinden geçirip kalbimin kalıbına döksem. Burada pazularım, nerede gücüm. Serde erkeklik. Buruş buruş bir mendil çıkarıp cebimden veriyorum. Dudağının kenarına bir gülümseme takıyor, ince. Dizlerini karnına çekiyor sonra, bana dolanacak kollarını doluyor dizlerine. Bedeni kapanıyor içine, yansıttığım ışıktan kaçan gecesefası gibi. Hırpani bir keman taksimi şimdi sesi. “Ölenin ilk sesi unutuluyor,” diyor. “Ölenden geriye kalan sadece sessizlik.” Sessizlik, cümle anıyı taşıyamayacak kadar narin. Yer, altımdan çekiliyor; kanım, damarlarımdan. Yoksa…

“Kayaların oyuklarına dolan sular gibi usulca içime aktı. Önce kulağıma, sonra ağzıma soluğunu bıraktı. İçime dolan nefesinden bir kuş havalandı. O kuş benim aklımdı, kalbimdi kanatları. Ama nefesini benden çekti. Kuş beynim bırak dedi o kanatları, öl dedi, öl ki yeniden dirilebil. Bense bekledim onu; ne kolay olurdu kırmak, bencileyin bir kuşun boynunu. Yeter ki gelsindi. Ama o ne yaptı.”

Her kelimesi ayağıma bağladığı bir taş, beni sonuma çeken. Hıçkırıklarına sesinde yer açıp devam etti.

“Öldü.”

Fazla besili bir hülya, ateşten bir düş kırıklığına dönüşüp çarpıyor yüzüme. Çözülüyor karlarım; eriyorum yanılgılarım ve kırıklarımla.

“Tenimin onu öğrendiği gün. Hemencecik ezberlediği gün. Parmak uçlarımdan, göbek deliğimden, kulağımın arkasından geçtiği gün. Unutmadım o günü. Her bir parçam tek tek özlüyor onu. Unutmamayı öğretiyor bedenim bana.”

Yollarını gözlemiştim sözcüklerin, onu avutmaya. Ne mundar nenlermiş meğer. Keşke olmasalardı. Kabahat, sözcüklerindir. Tüm sesler, kurtulasıdır artık, ilk ve son sözümden sonra. Elimi sol göğsünün üstüne koyarak dedim:

“Burada ne güzel cinayet işlenir.”


5 Ocak 2021 Salı

Parşömen Fanzin - 2020 Edebiyat Soruşturması



Parşömen Fanzin'in edebiyat soruşturmasına bu yıl ben de katıldım. Demokratik bir yaklaşım sergileyen e-dergi, soruşturma sorularını yalnızca eleştirmenler, yazarlar, çevirmenler, akademisyenler, şairler ve kitapçılara değil, okurlara da yöneltiyor.

Yıl içinde yayımlanan ve beğenerek okuduğunuz ama yeterli ilgiyi görmediğini düşündüğünüz kurgu kitap ya da kitapları (telif ya da çeviri), beğenme nedenlerinizden de kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız?

Türk edebiyatına ve öykü okumaya ağırlık verdiğim bir yıl oldu.

– Öykülerini ilk olarak Parşömen Fanzin’de okuduğum Halil Yörükoğlu’nun Kaçış Rampası adlı ilk öykü kitabını çok beğendim. Dili tasarruflu kullanırken derinlik yakalayabilen ve sıradanın içindeki sıradışıyı iddialı laflar etmeden ve bağırmadan ortaya koyan öyküleriyle özgün bir kalem. 2020’de yayımlananlar arasında okuduklarımdan; karakterlerin ruh hallerini başarıyla yansıtması, gözlem gücü ve nefis diliyle B. Nihan Eren’den Hayal Otel, içimizden sahici karakterleri, yarattığı atmosferler ve özellikle ilk dört öyküsüyle Eyüp Aygün Taşyir’den Sabitâlem Mahallesi,soğuk vemesafeli anlatıcıları aracılığıyla sezgilere hitap eden kendine has tarzıyla Özcan Yılmaz’dan Akıp Giden Günlerimiz, önceki eserlerindeki gibi dil ve duygu odaklı değil şaşırtmayı amaçlayan olay odaklı anlatımıyla Ayşegül Devecioğlu’ndan Arkası Mutlaka Gelir de dikkate değer bulduğum kitaplar oldu.

– Roman olarak, Ayhan Koç’un son kitabı Cümle Göğün Mavisi’ni başarılı buldum. Bu romanın sadece ele aldığı konularla değil, postmodern tekniğiyle, psikolojik altyapısıyla ve imge kullanımıyla da üzerine tartışılmayı hak ettiğini düşünüyorum.

– Şiir olarak, beni en çok Seyyidhan Kömürcü’den Kendinin Ağacı yakaladı ama bu kitabın yeterli ilgiyi görmediğini söyleyemeyiz sanırım. Şairin bir söyleşisindeki ifadelerle söylersek, “düşüyormuş gibi hissedenlerin seveceği” ve “tek bir şiir” gibi okunabilecek bir kitap.

– İnceleme olarak, Nurdan Gürbilek’in şu anda okumakta olduğum İkinci Hayat kitabından bahsetmezsem olmaz. Gürbilek’in edebiyat ile hayat arasında bağ kuran denemeleri her daim zihin açıcı fakat bu kitabı beni henüz, önceki kitabı Sessizin Payı kadar etkilemedi. Ayrıca, bu yıl kurulan Runik Kitap’ın “Hayatlar” dizisini de merak ediyorum.

Size göre 2020 yılının önemli edebiyat olayları nelerdi?

– Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi adlı romanınınThe Mosquito Bite Author başlığıyla İngilizceye çevrilmesi benim için yılın edebiyat olayıydı. Keşke Türk edebiyatının dünyaya neden yeterince açılamadığı da, edebiyatın magazinel yanı kadar konuşulsa.

– Ödülleri pek ciddiye almıyorum. Yine de, felsefe tadındaki romanların yazarı Ayhan Geçgin’in Bir Dava adlı romanıyla Orhan Kemal Roman Ödülü’nü almasına sevinmedim desem yalan olur. Hangi romanına verildiğinden bağımsız olarak Geçgin’in gündeme gelmiş olmasını önemsiyorum. Ve ödül konuşması da oldukça etkileyici.

– Taciz-ifşa olaylarının ve MeToo hareketinin doğrudan edebiyatla ilgili olmadığını düşünüyor ve insan/kadın hakları bağlamında ele alıyorum. Benim nazarımda edebiyatla ilgili olan kısmıysa, eser ile yazarını birbirinden ayrı düşünüp düşünmeyeceğimize ilişkin yeniden açılan tartışma. Gözlemlediğim kadarıyla, ne yazık ki, bu tartışma da sağlıklı bir şekilde yürütülemiyor.

– Bu yılın benim için başka bir edebiyat olayı (olaysızlığı) ise Aslı Biçen, Engin Ergönültaş, Türker Ayyıldız ve Hakkı İnanç gibi kalemlerin halen yeni kitap çıkarmamış olması. Hasret kaldık.

Edebiyat ortamımıza baktığınızda ne gibi sorunlar, eksiklikler ve sıkıntılar görüyorsunuz?

– Kâğıt ve baskı maliyetleri, çevirmenlerin ve editörlerin hak ettiklerini alamaması ve bununla da bağlantılı olarak yeterli sayıda yetkin editör ve çevirmenin olmaması, sadece belirli yayınevlerinin okurun odağında olması, yeni yazarlara daha az şans tanınması, reklamı yapılan eserler okura ulaşırken daha nitelikli eserlerin okura ulaşamaması, çevresi/bağlantısı olanların edebiyat dünyasında daha rahat yer bulması, birtakım yazarların eserleriyle değil sosyal medya görünürlüğüyle gündemde kalması, yapıcı eleştirinin olmaması, belirli yazarları eleştirmenin neredeyse bir tabu olması, kitaplarla ilgili kapsamlı incelemelerin yerini özet ve alıntıdan ibaret tanıtım yazılarının alması ve mevcut kapsamlı incelemelerin de yeterince dikkate alınmaması, eleştiri yok diyenlerin bile en küçük bir eleştiriyi kişiselleştirip olumsuz tepki vermesi, “ben onu destekleyeyim, o da beni desteklesin” zihniyetiyle niteliksiz eserlerin ön plana çıkarılması, bazı edebiyat dergilerinin ve yayınevlerinin normal bir yanıtı bırakın, otomatik bir yanıtı bile çok görmesi, çoğu yarışmada güven veren bir ödül mekanizmasının bulunmaması, kitabın içeriğini tartışmak yerine sosyal medyada “bu kitabı aldım” şeklinde fotoğraf veya alıntı paylaşılması ya da “beğendim/beğenmedim” şeklinde gerekçesiz şekilde kitapların yüceltilmesi/değersizleştirilmesi, çok yazılması ama az okunması gibi birçok şey söylenebilir.

– Ancak bence en büyük sorun, nitelikli okurun az olması. Nitelikli okur sayısı artarsa daha iyi eserler öne çıkar, eserlerin tartışılabileceği bir ortam oluşur ve sonuçta Türk edebiyatı gelişir. Belki o zaman kupkuru, lezzetsiz dil kullanan, kendine has bir anlatım geliştirememiş ve inandırıcılıktan/sahicilikten yoksun kalemler de özeleştiri yapar.

– Özgünlük de bir eksiğimiz. Yazar yeni bir şey söyleyemese bile bunu öncüllerinden farklı bir şekilde söyleyebilmeli. Hem konular sınırlı olsa da dünya değişiyor. Mesela, bu yıl hayatımıza pandemi, sokağa çıkma yasağı, sınırlı temas, maskeler vb. girdi.

Okurların da fikirlerine değer veren bu edebiyat soruşturması için Parşömen Fanzin’e çok teşekkür ederim.

NOT: Bu yazı ilk olarak 24 Aralık 2020'de Parşömen Edebiyat'ta yayımlanmıştır.


26 Aralık 2020 Cumartesi

Vénus Khoury-Ghata'dan "Mandelştam'ın Son Günleri" üzerine iki çift lakırtı


Lübnan asıllı Fransız şair ve yazar Vénus Khoury-Ghata'nın kitabı Ayşenaz Cengiz çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları'ndan Eylül ayında çıktı. Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkan bu kısa roman, sadece şair Osip Mandelştam'ın son günlerine değil, Stalin Dönemi Sovyet Rusya'nın şartlarına da ışık tutuyor.

Bence yazarın elinde Rus şair Mandelştam'ın son günlerini bir romana dönüştürecek kadar malzeme yokmuş. Bu kitap, arada verilen şiirler ve duygusallık katmayı amaçlayan bazı sözler de olmasa, bir roman yerine orta uzunlukta bir yazı da olabilirmiş. Hatta kitapta sunulan ayrıntılar bile çoğu yerde kendisini tekrar eden türden. Yazar bunu, yoksulluğu ve çaresizliği daha iyi verebilmek adına yapmış olabilir ama aynı durumları sürekli benzer ifadelerle belirtip durması, aksine, durumun okurda yaratacağı etkiyi, olayın vuruculuğunu azaltıyor. Ayrıca, yazarın dağınık bir anlatımı var. Aslen şair olan yazarın, bir şairin acı dolu son günlerini anlatım tarzına şiirsel bir şekilde yaklaşarak kısa ve kesik kesik bir tarzı tercih etmiş olabileceğini de tahmin ediyorum.

Kitap özetle, bir şairin, yazdığı bir şiir, hatta sadece iki dizesi yüzünden mahvolan hayatını anlatıyor. Devrime karşı olmadığı halde Stalin'i eleştirdiği bir şiir yüzünden şair Mandelştam, Stalin tarafından, tıpkı ülkemizde KHK'lılara yapıldığı gibi, sosyal ölüme terk edilmiş; hiçbir yerde iş bulamıyor. O zamanlar insanlar daha mı bencil ve acımasızmış, bilmiyorum, ama onca yazarın, sanatçının, derneğin Mandelştam'a sırtını dönmesini, Gorki'nin ondan bir pantolonu bile esirgemesini (bu yüzden soğuk Moskova sokaklarında iç donuyla dolaşmak zorunda kalmıştır, hatta bu haliyle sokakta yatmıştır), barınacak yer bulamadığı sırada arkadaşının "zaten şiirlerini de sevmiyorum" diyerek ona evini açmamasını aklım almıyor. Ve başka kadınlarla ilgilenmesine rağmen; ikisini geçindirmek için uğraşan, onu asla bırakmayan, hayatını ona adayan ve o öldükten sonra bile onun için, onun şiirleri için uğraşan karısı da şairin hayatındaki en önemli figür.

Mandelştam'ın şiirlerini yazabileceği araçları olmadığında, karısı ezberliyor onun şiirlerini, kaybolmasınlar diye. Bir şaire bundan daha güzel bir hediye olabilir mi? Ve onca yoksulluğa ve açlığa rağmen bu tür hayati sorunlar için asla tartışmıyorlar. Sadece, bulabildiği minik kâğıtlara yazdığı şiirlerin nereye koyduklarına, nerede olduğuna dair tartışıyorlar.

Kitap orijinal dilinde mi böyleydi, çevirmenin/editörün tercihi mi bu yöndeydi, bilemiyorum fakat fiil zamanı seçimlerini yer yer doğru bulmadım. Ayrıca, başka birkaç dilbilgisi hatası da mevcut. İkinci basımda belki tekrar gözden geçirilir. 

Şairin hayatını önceden bilmediğim için, dönemin atmosferini hissettirerek beni yine de etkileyen bir kitap oldu.


Tadımlık Alıntılar

"Mandelştam'da demir eksikliği vardı ve Nadejda... paslı anahtarı kaynatıp suyunu içiriyordu ona."

"Uzun süre çiğnendiğinde, aynı miktardaki bir lokma ekmek açlığı kandırıyor."

"Yemek yemek: Sovyet vatandaşının darağacına giderken nihai düşüncesi"

"Kağıdın sesi alkış sesine benziyordu."

"Coşkulu alkışlar duyar. Şiirleri beğenildiğine göre artık huzur içinde ölebilir. Mandelştam, aklı biraz daha yerine geldiğinde, alkış zannettiği sesin aslında sözler yerine ekmek isteyen arkadaşlarının protestosu olduğunu anlayacaktır."

"Sürgün edilen kişinin aile fertleri, rahatsız edici tanıklar oldukları için çoğunlukla ortadan kaldırılırdı. Annesinin veya babasının aleyhinde konuşmak hayatta kalmak için tek çareydi. Onları vatan haini olan babalarından kurtardığı için Stalin'e teşekkür ettikleri duyulmuştu."

"Köyün tüm sakinleri sürgün edilmişti. Sadece mezarlık doluydu."

Ve her türlü yoksulluğa, zorluğa katlanıp kemanı elinden alındığında intihar eden müzisyeni de anmak isterim.


21 Aralık 2020 Pazartesi

Ayşegül Devecioğlu'ndan "Arkası Mutlaka Gelir" üzerine iki çift lakırtı

Aktif solcu bir geçmişe sahip olan ve bunu eserlerinde de konularıyla olsun, yaklaşımıyla olsun hissettiren Ayşegül Devecioğlu, Kuş Diline Öykünen (2004), Ağlayan Dağ Susan Nehir (2007) ve Güzel Ölümün Öyküsü (2019) adlı romanlarının yanı sıra Kış Uykusu (2009), Başka Aşklar (2011) ve Ara Tonlar (2015) adlı öykü kitaplarına da sahip bir yazar. Tüm eserlerini okumuş biri olarak, son kitabı Arkası Mutlaka Gelir'de (2020) tarz değişikliğine gittiğini söyleyebilirim. Yazar önceki eserlerindeki, dile ve atmosfer yaratmaya ağırlık vermişken, bu kitabında kurguya ve ilginç konular bulmaya odaklanmış gibi.

Yazarın, benim de dahil olduğum kendi kitlesini yaratmada; başvurduğu söz oyunlarının, dili ince ince işlemesinin, kullandığı nahif benzetmelerin ve betimlemelerin etkisi olduğunu düşünüyorum. Ancak, bu kitaba, aynı beklentiyle başlayan okurları bu tadı yakalayamayacak. Yazara ait önceki kitaplarda, yazarın enfes diline rağmen, kurguları yeterince iyi değildi bence. Bu kitapta ise yazar, o açığı kapatmaya çalışmış fakat bunun karşılığında, dilini feda etmiş gibi. Daha matematiği olan öyküler okuduğumu hissettim. Konular da, öncekilere kıyasla, hayatından içinden değil de, üzerine düşünmeye sevk eden türden, alegorik, oyuncul ve bir yandan da daha olaya dayalı. Yazarı okumaya bu kitaptan başlayacak olanlar, önceki okurlarının beklentisine sahip olmayacaklarından, kitabı daha çabuk ısınabilirler.

Ancak, kurguya feda edilen sadece dil değil, aynı zamanda konuların ele alınışına hâkim olan derin anlatım ve duygu yoğunluğu. Yazar, çok iyi konular bulmuş ama daha iyi işleyebilirdi bu konuları. Öykülerin giriş ve gelişme kısımları uzun uzun anlatılırken, sonuç bölümü çok hızlı bağlanıyor. Belki yazar bu şekilde, okura sürpriz olması beklenen sonların, etkisini yitirmemesini amaçlamaktadır. Oysa öyküler, sonlarıyla okuru şaşırtmaktan daha fazlasını vadeden, çok daha etkileyici olabilecek malzemelere sahip. (**Dikkat: Sürpriz bozan**) Örneğin, çok iyi bir öykü olma potansiyeli taşıyan konusuyla "Yaşlılığın Tehlikeleri", eski aktif solcu baş karakterin arkadaşlık kurabildiği tek kişinin eski aktif koyu sağcı biri çıkmasıyla okuru şaşırtmayı amaçlıyor (güzel fakat kendi adıma, daha bu iki adam karşılaştığı an, yazarın okuru bu şekilde şaşırtacağını tahmin etmem zor olmadı). Ve yalnız ve yaşlı olmak öyle bir şey ki, insanı düşmanına bile muhtaç edebiliyor; bunu da hissettiriyor yazar, tamam. Yine de, bir okur olarak ben bu bakış açısıyla biraz daha oynamasını, buradaki duygusal yanı biraz daha derinleştirmesini beklerdim (bu konu üzerine hayata dair dersler vermesinden veya didaktik olmasından bahsetmiyorum). (**Sürpriz bozan sonu**)

Yedi öyküden oluşan kitapta belirli motifler göze çarpıyor. Devecioğlu'nun solcu duruşu aşikâr olmakla birlikte okuduklarımız bu kez emekçi öyküleri, toplumcu öyküler değil. Kitabın açılışını ve kapanışını "yazmak" odaklı öyküler yapıyor. Kitapta yazmak konulu üçüncü bir öykü daha var. Kitabın son öyküsünün adının "Arkası Mutlaka Gelir" olmasını da; öyküdeki anlamına ek olarak, yazarın yazmaya devam edeceği, bu öykünün son olmadığı şeklinde de yorumlamak bir okuru olarak hoşuma gidiyor. İki öyküde yan motif, bir öyküde merkezi motif "çocuk"; daha doğrusu çocuksuzluk veya sorunlu çocuk. Yine iki öyküsünde de "hastalık/hastane". Zaten kitaptaki öyküler, benimki gibi genel yorumlardan fazlasını, kavramsal açıdan ayrıntılı bir incelenmeyi hak eden türden.

 

15 Aralık 2020 Salı

Özcan Yılmaz'dan "Akıp Giden Günlerimiz" üzerine iki çift lakırtı


Özcan Yılmaz'ın
Akıp Giden Günlerimiz adlı öykü kitabı Notos Kitap etiketiyle Ağustos 2020'de piyasaya çıktı. 

Kitaba soğuk ve mesafeli bir anlatım hâkim. Öyle ki, o karakterleri sevip sevmememizin, anlayıp anlamamızın bir önemi yokmuş gibi. Karakterlerin, duygularını dışa vurma veya okurun ilgisini çekme gibi bir çabaları da yokmuş gibi. Yolda yürürken yanımızdan geçen, olaysız ve sıkıcı hayatları varmış gibi duran ve aslında her birimizinki gibi hayatlara sahip insanlar, çoğu büyük şehir insanları. Büyük hayalleri, dışa vurdukları büyük duygular yok. Sadece sezebileceğimiz kadar ipucu veren insanlar. Bir yandan da, karakterler arasında kendisini duyumsatan bir gerilim. Özellikle son öyküde kendisini daha da çok gösteren bir ironi. Ama hep sakince. Genelde uzun süreleri anlatan öykülerde, tamamı verilmeyen ve atlanan zamanlar; yani akıp giden günlerimiz.

Ve kendisini farklı öykülerde gösteren bir motif: Hikâye anlatmak. Ve yazmak ile gündelik hayat arasında kalmak; bunlar birbirlerine zıt konumlandırılmış. Öyküler dümdüz akıyor gibi görünse de; insanın karanlığına, insanın başka insanlarla, özellikle de aile bireyleriyle olan ilişkileri üzerinden, kendi penceresinden ışık tutmaya çalışıyor.

Öyküler, kısa öykünün sınırlarını aşmış, hatta son öykü adeta bir novella'ya dönüşmüş. Hayattan parçaları aktarırken, hayata, insana ve ilişkilere dair fikirlerini doğrudan vermekten kaçınıyor fakat öyküler oldukça uzun; sıradan olanın bu kadar uzun uzun anlatılması bazı okurlarda öyküden kopuşa neden olabilir ve sanırım, kelime seçimleri daha çeşitli, daha yerelden, daha hayattan olsaydı okuma süreci daha keyifli bir hal alabilirdi. Kitapla ilgili en çok ise yazarın öykülere getirdiği sonları, öyküleri bağlama şeklindeki kendine has yaklaşımı beğendim.

“Adamın Köpeği” diğer öykülerden farklı ve öne çıkıyor. Kitabın en iyi öyküsü. “Çok Güzel Olmayan Öyküler” hikâye anlatmak üzerine olmasıyla ilgi çekici. “Nedim Şair Olmak İstiyor” istediklerimiz ile gerçekleşenler arasındaki zıtlığı veriyor ve bunların arasındaki ilişkiyi bağlıyor. “Yatak Odamızdaki Yuva” klişelere başvurmadan anlatılmış bir hastalık ve o süreçteki ilişkinin öyküsü. “Otobüslerin Vardığı Yer” tek başına olmayan yalnızlığa, çiftler arası uzaklığa dair bir öykü olmasının yanı sıra “hareket” haline ve dolaylı olarak değişime de gönderme yapıyor. “Beni Burada Bekle” en sevdiğim ikinci öyküsü, özellikle sonuyla (Kitaptaki öykü sonlarını beğenme nedenim, bu sonların olay odaklı olması, sürprizleriyle şaşırtması falan değil, çünkü öyle değil). Bu öykü, alışılmışın dışında farklı bir ebeveyn profili veya ebeveynliğin belki de dile az getirilmiş bir yanını sunduğu için ilginç. “Bahar’ın Saklı Hayatı” belki daha az uzak, bir tık daha alışkın olunan tatla yazılmış bir öykü. “İşe Yaramanın Onca Hali” büyük şehirde çalışan birçoğumuzun kendinden bir şeyler bulabileceği, diğer öykülere kıyasla daha afili sayılabilecek bir anlatıma ve parçalı minik hikâyelere sahip bir öykü.

Eyüp Aygün Tayşir'den "Sabitâlem Mahallesi" üzerine iki çift lakırtı


Sabitâlem Mahallesi (Şubat 2020), Eyüp Aygün Tayşir'in ilk öykü kitabı; daha önce 4 Hane 1 Teslim (2016) ve Tuhaflıklar Fabrikası (2018) adlı iki roman yazmış. Hepsi İletişim Yayıncılık'tan çıkmış. Bense ilk kez bir kitabını okudum ve Tayşir, özellikle dili ve yarattığı atmosferle, diğer kitaplarını da merak ettiğim bir yazar oldu. 

Anadolu Kaplanı: İyi bir öykü. Arabada bir aile arasında geçen kısa bir zaman dilimini anlatıyor. Anadolu'da her yerde karşınıza çıkacak küçük yer insanının sınıfsal dönüşümü.

Sabitâlem Mahallesi: Çok iyi bir öykü. Sırf bu öykü, bu anlatım için bile bu kitap alınmalı. Latife Tekin'in "Berci Kristin Çöp Masalları" tadında bir kent/dönüşüm hikâyesi.

Bu iki öyküde, yazar, çok hoş benzetmeler yapmış ama bu benzetmelerin öyküde bir işlevi var mı, öyküye bir şey katıyor mu? Hayır. Olmasa da olurdu. Yazarın tarzı, tercihi diyelim. Ama uzun cümlelerde yoruyor, akıcılığı biraz sekteye uğratıyor.

İntikam: Sürprizi bozmak istemiyorum ama harika bir öykü fikri, keşke benim aklıma gelseydi :) Yarı fantastik denebilir. Ama sanki daha da iyi işlenebilirdi. Sonunun bağlanma şekli beni tam tatmin etmedi.

Nakliyeci Zeki 1: Bence kitabın en iyi öyküsü. İnsana dair bir hal çok iyi gözlemlenmiş ve öykü de bunun duygusunu geçirmede başarılı.

Sonraki öyküler de iyi ama bu ilk dört öykü kadar değil bence. Başka bir kitapta veya tek tek dergide falan görsem beni daha çok etkileyebilirdi ama önceki öyküler çok iyi olunca, sonrakiler biraz cılız kalmış. İlk iki öyküdeki benzetmeler içeren ve daha bir özenilmiş izlenimi uyandıran dil, sonraki öykülerde oldukça sade. "Kahraman Şirketler Topluluğu" çok uzundu, çok fazla anlatıyordu. Bu kadar çok anlatınca, bana öykü gibi gelmiyor. Elbette bunların arasında "Sex Shop" yine de samimiyeti ve hikâyesiyle göze çarpıyor; edebiyatla ilgisi bile yeter.

10 Aralık 2020 Perşembe

“Cümle Göğün Mavisi”: Gerçeğin Katmanları



Ayhan Koç ilk olarak Sırlıçeşme romanıyla 2017 Everest İlk Roman Ödülü’nü kazanarak adını duyurmuştu. Yazar, 2018’de İthaki Yayınları’ndan çıkardığı Kara Havadisler Kervanı adlı öykü kitabıyla, okur kitlesine benim gibi öykü meraklılarını da katmış oldu. 

Yazarın üçüncü kitabı Cümle Göğün Mavisi adlı roman, bu Kasım ayında yine İthaki Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. İyi bir postmodern roman örneği olan kitap hakkında kaleme aldığım yazıyı Parşömen Fanzin’den okuyabilirsiniz.