10 Mart 2021 Çarşamba

"Vapurlara Küsmek": Gidenlerin Boşluğuna Sözcüklerden Yamalar


Türker Ayyıldız ilk öykü kitabı Vapurlara Küsmek’le 2011 yılında Orhan Kemal Öykü Ödülü almış. Bu kitabı 2016 yılında ikinci öykü kitabı Şikeste izlemiş. Yazar yakın zamanda gerçekleştirdiği bir söyleşide, şu anda da bir roman yazdığını duyurmuştu. Ancak, yazı hayatına aslında kurmacayla değil şiirle başlamış. 2009 yılında Kese Kâğıdına Sarılı Şeyler adlı bir şiir kitabı yayımlanmış.

Üslup: Şiirsel ve Sinematik

Nitekim şiir Vapurlara Küsmek’teki tüm öykülerine sızmış. Yazarın dilini kendine has kılan niteliklerden biri de şiirsel oluşu. Ve şiirselliği gerektiği yerde gerektiği kadar kullandığından öyküyü yapısal olarak ele geçirmeyen bu dil, sokak diliyle kucaklaşan bir uyum yakalamış. Genelde, lirik bir anlatımı tercih eden öyküler kurguyu/öykünün iskeletini gevşek bırakabilirken, Ayyıldız’da aksine sağlam bir kurgu var. Çoğu öykü kitabında birkaç öykü öne çıkar ve öbür öyküler bu birkaçının nitelik olarak biraz altında kalırken, bu kitapta favori gösterilebilecek belirli öyküler yok. Öykülerinin tamamı, ne üslup ne kurgu bakımından ıskalıyor.

“O gece sandalın içinde sabaha kadar sallandı yıldızlar. Bu şehirde çok uzun zamandır yıldız görmemiştim. Bir tanesi usulca kayıverdi. Heyecanlandım, tutmak için dilekler arandım. Yoktu, tutacağım dilekleri düşürmüştüm. ‘Aldırma Payidar,’ dedim. Aldırmadım.” (s. 11)

“Dalgalanmış, yağmur yemiş ekinler gibi sözcükler.” (s. 31)

“Çekirdek kabuğunu yuvasına taşıyan kırmızı karınca kadar yüklüydü içi.” (s. 80)

Kitabın üslubunda öne çıkan başka bir özellik ise yazarın sinematik dili. İlk kez bir buçuk sene önce okuduğum kitabı yeniden okurken her öykünün tamamı daha ilk paragrafından zihnimde canlanıverdi; bu derece akılda kalıcı olmalarını, yazarın sözcüklerle okurun zihninde vurucu resimler çizebilmesi sağlıyor. Yazar ayrıntıları o kadar ayarında ve dili zorlamayan bir doğallıkla veriyor ki, bu, akıcı diliyle birleşince, öyküde eşine az rastlanır dengede bir üslup ortaya konmuş oluyor. Kullandığı ayrıntıların hiçbiri fazlalık değil; hepsi, öyküye hizmet eden türden. Tam da bu sayede, atmosferi okura hissettirebiliyor ve bunu da, kimi okurun yorucu veya sıkıcı uzunlukta ya da nitelikte de bulabileceği betimlemelere başvurmadan yapabiliyor.

Örneğin, Vapurlara Küsmek öyküsünde, vapurdan atılmasını doğrudan aktarıp geçmek varken yazar bu anı, birinin Payidar’ın başından aşağı sıcak çay dökmesiyle renklendiriyor, böylece kuru bir bilgi aktarımı seçeneğini def ederek hikayeye seyirlik bir yan kazandırıyor. Benzer şekilde, ipe değil “yosunlanmış ipe” asılması, sandala değil “kürekleri olmayan sandala” el sallaması. Kokuşmuş çorap gibi basit ama hayatın içinden imgeler de hikâyenin gücünü artırıyor.

Başka bir örnek de Köstebek Sancısı öyküsünden. Burada yazar, bir sayfa boyunca ana karakterin kör olduğunu doğrudan söylemek yerine, “iri olduğu vızıltısından belli” sinek, elinin gittiği “kurumuş, hışır hışır” gazeteler gibi ekmek kırıntıları bırakarak sezdirme yoluna gidiyor. Yazar, öykünün genelinde görme duyusu dışındaki duyulara oynuyor ve bunu da, göze sokmadan ve metinde kalabalık yaratmadan yapıyor. Yazarın bu tercihi sayesinde, karakterin kör olduğu bilincini bir an olsun kaybetmediğimiz gibi, karakterle empati kurmamız da kolaylaşıyor. İnce ince verilen ayrıntılar okurun zihninde duyuların tamamını harekete geçirdiğinden, karakterin suyun içindeykenki çaresizliğini hissetmemek de mümkün olmuyor.

İzlek: “Aile” Ekseninde Ölüm ve Kayıp

Kitaptaki öykülerin genel izleği, ölüm ve kayıp (duygusu). Yazarın öykü dünyasına konuk ettiği karakterler de uzak tipler; kaybetmiş ve yenilgiyi kabullenmişler. Taşradan veya kentin içindeki taşradan seçilen alt ve alt-orta sınıftan, geneli mahcup ve gururlu karakterlerin üçüncü sayfa haberlerine dönüşebilecek nitelikteki hikayeleri anlatılıyor. Acı bir olayı ve hüzünlü bir duyguyu aktarırken bile ana olayı çevreleyen küçük hikayelere yedirilen ince mizah, melodramın ölçüsünü dozunda tutup ana hikayenin ağızda bırakacağı kekremsi tadı yumuşatıyor. Örneğin, Köstebek Sancısı öyküsündeki kör adama “Bir görsen abi, taş gibi bacaklar” denmesi veya kör adamın işe yaramadığı halde alışkanlıktan kullandığı gözlük için “kırmasalar bari” diye hayıflanması gibi.

Kitaptaki on üç öykünün onunda ya ana hikaye ya da yan hikaye “aile” kavramı etrafında çizilmiş. Minyatür KaleGüz Değil Sonbahar ve Kuşçu Akif’in Kanatları öykülerinde anlatıcı bir çocuk, Köstebek SancısıOtuz Sekiz Oda ve Birtakım Soykalar ve Onur öykülerinde anlatıcı bir baba. KaraltılarDört Kız Bir Oğlanİs Mürekkebi ve Bir Garip Düş öykülerindeyse anlatıcı, hikâyesi anlatılan ailenin bir ferdi değil. Daha büyük bir otorite figürü olarak, Minyatür Kale ve Güz Değil Sonbahar öykülerinde “devlet baba” yer alsa da, asıl vurgu yine ev içindeki babada.

Tematik Bütünlük: Eksiklik ve Dışlanma

Aile ekseninde gelişen öykülerin çoğunda baba figürü, fiziken ve/veya manen eksikliğiyle var. Ailesinin umursamadığı veya ailesini umursamayan/ailesinin yeterince yanında ol(a)mayan baba ya da babasız çocuklar. Hem taşralı hem babasız olma hali, karakterlerdeki uzaklığa da bir neden gösterir gibi. Merkezden uzaklık ve tam bir yuvadan uzaklık.

Devletin de büyük bir ailenin parçası olarak yer aldığı iki öyküye dışlanma duygusu da hâkim. Minyatür Kale’de oyunun dışında kalan bir çocuğun terliğini mikrofon yaparak oyunu anlatmasının, yazarın gözlem gücünü ortaya koyan hoş bir ayrıntıdan ibaret olduğu düşünebilir. Oysa ana hikayeye ciddi bir katkı sunuyor. Sadece kimsesiz –bir anlamda, toplumdan ve aileden dışlanmış– çocukların olduğu bir ortamda bile oyundan dışlanan bir çocuk okura ne söyler? Devleti temsil edenler ile halkı temsil edenler arasındaki hiyerarşiyle açılan öykü, toplumda en alttakilerin arasında bile mevcut olan hiyerarşiyle devam ediyor.

Tüm nahifliğine rağmen daha siyasi bir bağlamda okunabilecek Güz Değil Sonbahar’daysa önce aile babasının, sonra devlet babanın ezen elini hissediyor oğlan çocuğu. Diğer öyküde olduğu gibi bunda da, hiyerarşik bir güç sıralaması söz konusu. Kardeşi hapiste olan baba, devletin tokadını yemiş ama o da kendi çocuğunu tokatlamaktan geri kalmıyor. Elinin tersiyle kendisinden, koruyucu-kollayıcı bir baba şefkatinden dışarı itiyor çocuğu. Varken bile kendisini yok eden, araya mesafe koyan bir baba. Ama baba gerçekten istenmeyen bir figür mü?

Yine Minyatür Kale’de ana karakter olan çocuk, kimsesizliğine rağmen gücünü artık hayatında olmayan babasının yadigârından alıyor. Baba kaçılacak biri mi, sığınılacak biri mi? Ayyıldız’ın öykülerinde aynı anda ikisinin de olduğu söylenebilir. Ve kimsesizler yurdunda dolaşan “hayalet” sanki sadece çocuksu bir korkuyu imlemiyor; o çocukların birbirlerine sığınmalarıyla birbirlerinden başka kimselerinin olmadığını göstererek, “hayalet gördüm” diyen bir çocuğa sarılıp onu şefkatiyle yatıştıracak ebeveyn “hayalini” de vurgular gibi.

Birçok öyküde bir sofra sahnesi yer alıyor. Vapurlara Küsmek’te anlatıcı herkes gidince sofrada tek başına kalıyor, Köstebek Sancısı’nda ailesi anlatıcının yanında ama o yokmuş gibi davranıyorlar, Karaltılar’da ailesi ana karakterlerden birini sofrada bırakıp gidiyor, Kuşçu Akif’in Kanatları’nda ise aile bireylerinin birbirleriyle iletişim kurmadığı bir sofra söz konusu. Sinemada, sofra sahnelerinin hikayedeki önemli anları göstermek için tercih edildiğini de bu noktada hatırlamalı. Sofra imgesi bolluk ile bereketi ve insanların bir araya gelişini akla getirse de, Ayyıldız’ın sofralarında bolluk (fazlalık) yerini eksikliğe, birliktelik yerini (içsel) yalnızlığa bırakıyor. Güz Değil Sonbahar’ın sofrasında birbirleriyle barışık, uyumlu, sevecen bir aile tablosu çiziliyor ama bu kez de sofrada bir kişi eksik; zaten öykü de, devletin aileleri eksiltmesine dikkat çekiyor.

Öykülerdeki tema bütünlüğüne karakter bütünlüğü de yer yer eşlik ediyor. Iskarpela öyküsünde pencereden uçup giden Feride adlı karga Karaltılar öyküsündeyse kayıp (Bir Garip Düş öyküsünde ana karakterlerden birinin rüyasına giren karga yavrusu imgesi de buraya bağlanabilir). Otuz Dört Paris Tunceli öyküsüyse Karaltılar’ın Hilmi Baba’sına selam gönderiyor. Dört Kız Bir Oğlan öyküsündeki Çıyan karakterini Otuz Dört Paris Tunceli ve Bir Garip Düş öykülerinde daha yakından tanıyoruz. Vapurlara Küsmek’teki Payidar’a da Onur öyküsünde rastlıyoruz.

İmgesel bir bütünlükten söz etmek de mümkün olabilir. Örneğin, bir şiire, sözcüklere dair olduğu söylenebilecek Iskarpela öyküsünde bulmacada çıkan ve anlatıcının bulduğu “Iskarpela” sözcüğü Otuz Sekiz Oda ve Birtakım Soykalar’da gerçek anlamına mı kavuşuyor acaba? Belki de Iskarpela öyküsünde bahsedilen ama konusu bile söylenmeyen şiirin yazılma nedenini anlatıyordur, ıskarpelanın bulunmayışla konu edildiği Otuz Sekiz Oda ve Birtakım Soykalar. Bu öykünün diğerlerinden farkı da, bir rüyanın anlatıya dahil edilmesiyle öykünün kavuştuğu gerçeküstü form. Bu formsa öykünün sonuna belirsizlik getirir gibi. Öldü mü? Yoksa hepsi bir rüya mıymış? Veyahut öldü ama hepsinin bir rüya olduğuna mı inanmak istiyor?

Kuşçu Akif’in Kanatları ile Köstebek Sancısı öykülerinde (aşağıda da değinilecek) ortak mekân kullanımına bakınca, mekân bütünlüğünden bile bahsedilebilir.

Yöntem: Tezatlıklar

Her bir öykünün kendi içinde ve farklı öyküler arasında kurulan tezatlıklar, ironiyi besleyerek hayatın birbirine zıt yanlarını aynalayan bir ying-yang adeta. Kuşçu Akif’in Kanatları ile Köstebek Sancısı hem aynı mekânı hem de aynı ana temayı kullanan hikayeler anlatsa da birbirlerine zıt sonlarla bitmeleriyle, mekânların, daha genel anlamda şeylerin, varlıkların herkes için farklı anlamlar taşıyabileceğine ve farklı sonuçlanabileceğine dikkat çekiyor. Kader değil ama yazar, ağlarını farklı örüyor ki kişisel deneyimin biricikliği ortaya çıksın. Köstebek Sancısı’nda eksikliğin getirdiği bıkkınlığa rağmen ve karakter suda kaderine razı olmuş şekilde kendisini bırakmasına rağmen “hayatta kalmak”, Kuşçu Akif’in Kanatları’nda hayat doluluğa (çocuk, yani önünde daha uzun bir hayat olması beklenen birinin olması) ve çocuğun kurtulmaya çabalayıp vazgeçmemesine rağmen “hayatını kaybetmek” söz konusu. Ölümden kurtuluşla sonuçlanan öykünün adı “köstebek” (toprak altında yaşayan canlı) ve olumsuz bir duyguyu ifade eden “sancı” sözcüklerini içeriyorken, ölümle sonuçlanan öykü “kuş” ve “kanat” (özgürlüğün simgeleri) sözcüklerini içeriyor. Öyküler, isimleriyle okuru ters köşe yapıyor. Köstebek Sancısı’nda anlatıcı ailesi yanındayken onların eksikliğini hissederken, Kuşçu Akif’in Kanatları’ndaysa anlatıcı onlardan kaçıyor, öykünün diğer karakteriyse annesinden uzakta. Varlıkta yokluğu yaşayan ölümden kurtulurken, yokluk çeken ama varlık arayan öykü karakteri ölümle buluşuyor. İki öykü arasındaki genel tezatlık, hayatın beklenmeyenlerine karşı kaderci bir tutum takınmaktan ziyade yaşama eyleminin kendi içindeki ironiye dikkat çeker gibi. Benzer şekilde, Karaltılar’da ana karakterlerden biri kuşun yokluğundan dem vururken, öbür karakterin yanındaymış gibi duran ama onu anlamaktan uzak gibi görünen ve sonra onu orada bırakıp giden ailesi ne kadar “var”? Varlıklarıyla yoklukları bir gibi. Bu öykünün, hemşerilerin memleketlerinden uzakta birbirlerini bulmasıyla son bulması; varlık ve yokluk kavramlarının ötesine geçerek ev ve aile üzerinden “aidiyeti” de düşünmeye çağırıyor olabilir mi? Kuşçu Akif’in Kanatları öyküsünün adında “kuş” ve “kanat” gibi nahif sözcükler geçse de aslında öyküde kuşlardan yakalanıp öldürülecek şeyler olarak bahsediliyor. Ne var ki kuşlar, hayattan uçurmaya kanat oluyor ve ava giden avlanıyor. Vapurlara Küsmek öyküsünde de köprünün rengârenk ışıkları ile denizin karası gibi bir ikilik, öykünün başındaki eğlence ortamı ile öykünün sonundaki yas evini aynı öyküde barındırmaya betimleme düzeyinde de hizmet ediyor.

Köstebek Sancısı’nda karakterin kör olması, onu sadece bir duyusunu değil insanlarla ilişkilerini de eksiltiyor; bu umutsuzluğu, bezginliği öykünün son anlarına kadar, hatta karakter suyun içindeyken “ne olacaksa olsun artık” çaresizliğiyle de birleşerek hissediyoruz. Ama aksine bu öyküde ince bir umut var. Kurtulamayacağına inanıp ümidini yitirdiğini anda bile, kendisi öldükten sonra arkasından dünyada neler olacağını düşünmesi aslında hayat ve insanlarla bağını o kadar da koparmadığını gösteriyor. Sanki buradan kurtulsa, körlüğüne rağmen, bu kör hayatının değerini daha iyi bilecek. “Şimdi geri dönebilsem ne çok şey adlandırabilirim. Yüzüne karşı bir kez bile, ‘karım’ demediğim kadın geliyor aklıma,” (s. 22). Nitekim ölümden kurtulduğunda hayvan gübresi için “leş kadar güzel kokuyor” diyor (s. 23). Hayat her şeye rağmen güzel, der gibi. Bir önceki öykü Vapurlara Küsmek umutsuz bir ruh halini yansıtırken ve ölümle sonlanırken, bu öykü ölümden kurtuluşla, hatta bir nevi hayatın kutsanmasıyla sonlanıyor. Bu iki öykünün arka arkaya yer almasından bile bir anlam devşirerek bunları, insan var oluşunun iki yüzü gibi okumak mümkün.

***

Türker Ayyıldız, hayatın adaletsizliğinin kol gezdiği ve insanlardan alıp götürdüklerini anlattığı konular işlerken, bu durumu telafi etmek istercesine kaleminden damlayan merhamet ve şefkatle bir denge kurmayı başaran öyküler ortaya koymuş. İki kitabıyla, çağdaş Türk öykücülüğüne son senelerde eşine az rastlanır nitelikte bir katkıda bulunan yazarın sahalara dönmesini beklememiz için bu kitap okura on üç neden sunuyor.

NOT: Bu yazı ilk olarak 10 Mart 2021'de Parşömen Edebiyat'ta yayımlanmıştır.

14 Şubat 2021 Pazar

KIRIK

Salıncakta sallanıyoruz. Zincirler boşlukta savruluyor, arkasından saçları. Kalbimin zincirleri. Kaç yaşındayız. Çocuğuz ama biraz da büyükçe. Gelecek ümitlerimizin geçmişte biriktiğini bilmediğimiz bir yaştayız. Onun salıncağı duruyor, benim kalbim durulmuyor. Gidip oturuyor yıkık bir duvarın üstüne; kalbim gibi harap kullanılmaktan. Duvarın alçağında kısa kısa otlar. Rüzgâr, saçlarını ve otları yana yatırıyor. Kulağımda rüzgârın uğultusuyla hışırdayan otlar. Konuşsa, kulağım ona hazır. Bir kuğuyum, boynum ondan tarafa eğri. Beni zarif yapan o, beni güzel yapan o, onun varlığı. İleride küçük bir orman. Gözlerini orada bir noktaya dikmiş bakıyor. Sanki sadece onun görebildiği bir kapı var, ormana girmeye. O kapıdan girip ardında kaybolursa diye bir korku çörekleniyor içime. Ormanı buraya getirmek istiyorum. Ve aralayayım dalları, çizilmesin bir yanı. Duvara atlıyorum atik bir hareketle. Serde erkeklik. Bir şey diyecekmişim gibi ona yaklaşıyorum. Nefesi, nefesimle arama giriyor. Bakışı, dünyayla arama giriyor. Rüzgâr, saçlarıyla sevişiyor, kıskanıyorum. Bir orgazm anını taklit eder gibi havalanıyor havalanıyor saçları. Ah… Saçlarının dağınıklığı, toprağın didiklenmişliği, duvarın yıkıklığı. Kaostaki uyum bu.

Sonra birden görüntüyü tamamlarcasına bir ses. Kesik kesik. Diğer tüm sesleri silen. Birbirine çarpan kirpikleri, hüzünlü bir melodi gibi. Hıçkırıkları artarak bir çığa dönüşüyor, altında kalacağım. Yüzünde başlayan fırtına, kaşlarını aşağı çekip kıvırarak çatıyor önce, minik burun delikleri genişliyor ve en son dudakları kırılıyor uçlarından. Dudaklarındaki kirazlar, yanaklarındaki elmalar düşüp çürümesin. Ona söylesem hislerimi, tuz mu basarım yarasına. Gözaltları çok yağmur yemiş gibi kırış kırış. Belleğine büyü yapsam, adı unutmak olsa. Ama ben lal. Sözlerim saklanıyor dilimden, onu uçurumdan döndürmeye yetmezse korkusuyla. Yaşlarını sözlerimin eleğinden geçirip kalbimin kalıbına döksem. Burada pazularım, nerede gücüm. Serde erkeklik. Buruş buruş bir mendil çıkarıp cebimden veriyorum. Dudağının kenarına bir gülümseme takıyor, ince. Dizlerini karnına çekiyor sonra, bana dolanacak kollarını doluyor dizlerine. Bedeni kapanıyor içine, yansıttığım ışıktan kaçan gecesefası gibi. Hırpani bir keman taksimi şimdi sesi. “Ölenin ilk sesi unutuluyor,” diyor. “Ölenden geriye kalan sadece sessizlik.” Sessizlik, cümle anıyı taşıyamayacak kadar narin. Yer, altımdan çekiliyor; kanım, damarlarımdan. Yoksa…

“Kayaların oyuklarına dolan sular gibi usulca içime aktı. Önce kulağıma, sonra ağzıma soluğunu bıraktı. İçime dolan nefesinden bir kuş havalandı. O kuş benim aklımdı, kalbimdi kanatları. Ama nefesini benden çekti. Kuş beynim bırak dedi o kanatları, öl dedi, öl ki yeniden dirilebil. Bense bekledim onu; ne kolay olurdu kırmak, bencileyin bir kuşun boynunu. Yeter ki gelsindi. Ama o ne yaptı.”

Her kelimesi ayağıma bağladığı bir taş, beni sonuma çeken. Hıçkırıklarına sesinde yer açıp devam etti.

“Öldü.”

Fazla besili bir hülya, ateşten bir düş kırıklığına dönüşüp çarpıyor yüzüme. Çözülüyor karlarım; eriyorum yanılgılarım ve kırıklarımla.

“Tenimin onu öğrendiği gün. Hemencecik ezberlediği gün. Parmak uçlarımdan, göbek deliğimden, kulağımın arkasından geçtiği gün. Unutmadım o günü. Her bir parçam tek tek özlüyor onu. Unutmamayı öğretiyor bedenim bana.”

Yollarını gözlemiştim sözcüklerin, onu avutmaya. Ne mundar nenlermiş meğer. Keşke olmasalardı. Kabahat, sözcüklerindir. Tüm sesler, kurtulasıdır artık, ilk ve son sözümden sonra. Elimi sol göğsünün üstüne koyarak dedim:

“Burada ne güzel cinayet işlenir.”


5 Ocak 2021 Salı

Parşömen Fanzin - 2020 Edebiyat Soruşturması



Parşömen Fanzin'in edebiyat soruşturmasına bu yıl ben de katıldım. Demokratik bir yaklaşım sergileyen e-dergi, soruşturma sorularını yalnızca eleştirmenler, yazarlar, çevirmenler, akademisyenler, şairler ve kitapçılara değil, okurlara da yöneltiyor.

Yıl içinde yayımlanan ve beğenerek okuduğunuz ama yeterli ilgiyi görmediğini düşündüğünüz kurgu kitap ya da kitapları (telif ya da çeviri), beğenme nedenlerinizden de kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız?

Türk edebiyatına ve öykü okumaya ağırlık verdiğim bir yıl oldu.

– Öykülerini ilk olarak Parşömen Fanzin’de okuduğum Halil Yörükoğlu’nun Kaçış Rampası adlı ilk öykü kitabını çok beğendim. Dili tasarruflu kullanırken derinlik yakalayabilen ve sıradanın içindeki sıradışıyı iddialı laflar etmeden ve bağırmadan ortaya koyan öyküleriyle özgün bir kalem. 2020’de yayımlananlar arasında okuduklarımdan; karakterlerin ruh hallerini başarıyla yansıtması, gözlem gücü ve nefis diliyle B. Nihan Eren’den Hayal Otel, içimizden sahici karakterleri, yarattığı atmosferler ve özellikle ilk dört öyküsüyle Eyüp Aygün Taşyir’den Sabitâlem Mahallesi,soğuk vemesafeli anlatıcıları aracılığıyla sezgilere hitap eden kendine has tarzıyla Özcan Yılmaz’dan Akıp Giden Günlerimiz, önceki eserlerindeki gibi dil ve duygu odaklı değil şaşırtmayı amaçlayan olay odaklı anlatımıyla Ayşegül Devecioğlu’ndan Arkası Mutlaka Gelir de dikkate değer bulduğum kitaplar oldu.

– Roman olarak, Ayhan Koç’un son kitabı Cümle Göğün Mavisi’ni başarılı buldum. Bu romanın sadece ele aldığı konularla değil, postmodern tekniğiyle, psikolojik altyapısıyla ve imge kullanımıyla da üzerine tartışılmayı hak ettiğini düşünüyorum.

– Şiir olarak, beni en çok Seyyidhan Kömürcü’den Kendinin Ağacı yakaladı ama bu kitabın yeterli ilgiyi görmediğini söyleyemeyiz sanırım. Şairin bir söyleşisindeki ifadelerle söylersek, “düşüyormuş gibi hissedenlerin seveceği” ve “tek bir şiir” gibi okunabilecek bir kitap.

– İnceleme olarak, Nurdan Gürbilek’in şu anda okumakta olduğum İkinci Hayat kitabından bahsetmezsem olmaz. Gürbilek’in edebiyat ile hayat arasında bağ kuran denemeleri her daim zihin açıcı fakat bu kitabı beni henüz, önceki kitabı Sessizin Payı kadar etkilemedi. Ayrıca, bu yıl kurulan Runik Kitap’ın “Hayatlar” dizisini de merak ediyorum.

Size göre 2020 yılının önemli edebiyat olayları nelerdi?

– Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi adlı romanınınThe Mosquito Bite Author başlığıyla İngilizceye çevrilmesi benim için yılın edebiyat olayıydı. Keşke Türk edebiyatının dünyaya neden yeterince açılamadığı da, edebiyatın magazinel yanı kadar konuşulsa.

– Ödülleri pek ciddiye almıyorum. Yine de, felsefe tadındaki romanların yazarı Ayhan Geçgin’in Bir Dava adlı romanıyla Orhan Kemal Roman Ödülü’nü almasına sevinmedim desem yalan olur. Hangi romanına verildiğinden bağımsız olarak Geçgin’in gündeme gelmiş olmasını önemsiyorum. Ve ödül konuşması da oldukça etkileyici.

– Taciz-ifşa olaylarının ve MeToo hareketinin doğrudan edebiyatla ilgili olmadığını düşünüyor ve insan/kadın hakları bağlamında ele alıyorum. Benim nazarımda edebiyatla ilgili olan kısmıysa, eser ile yazarını birbirinden ayrı düşünüp düşünmeyeceğimize ilişkin yeniden açılan tartışma. Gözlemlediğim kadarıyla, ne yazık ki, bu tartışma da sağlıklı bir şekilde yürütülemiyor.

– Bu yılın benim için başka bir edebiyat olayı (olaysızlığı) ise Aslı Biçen, Engin Ergönültaş, Türker Ayyıldız ve Hakkı İnanç gibi kalemlerin halen yeni kitap çıkarmamış olması. Hasret kaldık.

Edebiyat ortamımıza baktığınızda ne gibi sorunlar, eksiklikler ve sıkıntılar görüyorsunuz?

– Kâğıt ve baskı maliyetleri, çevirmenlerin ve editörlerin hak ettiklerini alamaması ve bununla da bağlantılı olarak yeterli sayıda yetkin editör ve çevirmenin olmaması, sadece belirli yayınevlerinin okurun odağında olması, yeni yazarlara daha az şans tanınması, reklamı yapılan eserler okura ulaşırken daha nitelikli eserlerin okura ulaşamaması, çevresi/bağlantısı olanların edebiyat dünyasında daha rahat yer bulması, birtakım yazarların eserleriyle değil sosyal medya görünürlüğüyle gündemde kalması, yapıcı eleştirinin olmaması, belirli yazarları eleştirmenin neredeyse bir tabu olması, kitaplarla ilgili kapsamlı incelemelerin yerini özet ve alıntıdan ibaret tanıtım yazılarının alması ve mevcut kapsamlı incelemelerin de yeterince dikkate alınmaması, eleştiri yok diyenlerin bile en küçük bir eleştiriyi kişiselleştirip olumsuz tepki vermesi, “ben onu destekleyeyim, o da beni desteklesin” zihniyetiyle niteliksiz eserlerin ön plana çıkarılması, bazı edebiyat dergilerinin ve yayınevlerinin normal bir yanıtı bırakın, otomatik bir yanıtı bile çok görmesi, çoğu yarışmada güven veren bir ödül mekanizmasının bulunmaması, kitabın içeriğini tartışmak yerine sosyal medyada “bu kitabı aldım” şeklinde fotoğraf veya alıntı paylaşılması ya da “beğendim/beğenmedim” şeklinde gerekçesiz şekilde kitapların yüceltilmesi/değersizleştirilmesi, çok yazılması ama az okunması gibi birçok şey söylenebilir.

– Ancak bence en büyük sorun, nitelikli okurun az olması. Nitelikli okur sayısı artarsa daha iyi eserler öne çıkar, eserlerin tartışılabileceği bir ortam oluşur ve sonuçta Türk edebiyatı gelişir. Belki o zaman kupkuru, lezzetsiz dil kullanan, kendine has bir anlatım geliştirememiş ve inandırıcılıktan/sahicilikten yoksun kalemler de özeleştiri yapar.

– Özgünlük de bir eksiğimiz. Yazar yeni bir şey söyleyemese bile bunu öncüllerinden farklı bir şekilde söyleyebilmeli. Hem konular sınırlı olsa da dünya değişiyor. Mesela, bu yıl hayatımıza pandemi, sokağa çıkma yasağı, sınırlı temas, maskeler vb. girdi.

Okurların da fikirlerine değer veren bu edebiyat soruşturması için Parşömen Fanzin’e çok teşekkür ederim.

NOT: Bu yazı ilk olarak 24 Aralık 2020'de Parşömen Edebiyat'ta yayımlanmıştır.


26 Aralık 2020 Cumartesi

Vénus Khoury-Ghata'dan "Mandelştam'ın Son Günleri" üzerine iki çift lakırtı


Lübnan asıllı Fransız şair ve yazar Vénus Khoury-Ghata'nın kitabı Ayşenaz Cengiz çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları'ndan Eylül ayında çıktı. Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkan bu kısa roman, sadece şair Osip Mandelştam'ın son günlerine değil, Stalin Dönemi Sovyet Rusya'nın şartlarına da ışık tutuyor.

Bence yazarın elinde Rus şair Mandelştam'ın son günlerini bir romana dönüştürecek kadar malzeme yokmuş. Bu kitap, arada verilen şiirler ve duygusallık katmayı amaçlayan bazı sözler de olmasa, bir roman yerine orta uzunlukta bir yazı da olabilirmiş. Hatta kitapta sunulan ayrıntılar bile çoğu yerde kendisini tekrar eden türden. Yazar bunu, yoksulluğu ve çaresizliği daha iyi verebilmek adına yapmış olabilir ama aynı durumları sürekli benzer ifadelerle belirtip durması, aksine, durumun okurda yaratacağı etkiyi, olayın vuruculuğunu azaltıyor. Ayrıca, yazarın dağınık bir anlatımı var. Aslen şair olan yazarın, bir şairin acı dolu son günlerini anlatım tarzına şiirsel bir şekilde yaklaşarak kısa ve kesik kesik bir tarzı tercih etmiş olabileceğini de tahmin ediyorum.

Kitap özetle, bir şairin, yazdığı bir şiir, hatta sadece iki dizesi yüzünden mahvolan hayatını anlatıyor. Devrime karşı olmadığı halde Stalin'i eleştirdiği bir şiir yüzünden şair Mandelştam, Stalin tarafından, tıpkı ülkemizde KHK'lılara yapıldığı gibi, sosyal ölüme terk edilmiş; hiçbir yerde iş bulamıyor. O zamanlar insanlar daha mı bencil ve acımasızmış, bilmiyorum, ama onca yazarın, sanatçının, derneğin Mandelştam'a sırtını dönmesini, Gorki'nin ondan bir pantolonu bile esirgemesini (bu yüzden soğuk Moskova sokaklarında iç donuyla dolaşmak zorunda kalmıştır, hatta bu haliyle sokakta yatmıştır), barınacak yer bulamadığı sırada arkadaşının "zaten şiirlerini de sevmiyorum" diyerek ona evini açmamasını aklım almıyor. Ve başka kadınlarla ilgilenmesine rağmen; ikisini geçindirmek için uğraşan, onu asla bırakmayan, hayatını ona adayan ve o öldükten sonra bile onun için, onun şiirleri için uğraşan karısı da şairin hayatındaki en önemli figür.

Mandelştam'ın şiirlerini yazabileceği araçları olmadığında, karısı ezberliyor onun şiirlerini, kaybolmasınlar diye. Bir şaire bundan daha güzel bir hediye olabilir mi? Ve onca yoksulluğa ve açlığa rağmen bu tür hayati sorunlar için asla tartışmıyorlar. Sadece, bulabildiği minik kâğıtlara yazdığı şiirlerin nereye koyduklarına, nerede olduğuna dair tartışıyorlar.

Kitap orijinal dilinde mi böyleydi, çevirmenin/editörün tercihi mi bu yöndeydi, bilemiyorum fakat fiil zamanı seçimlerini yer yer doğru bulmadım. Ayrıca, başka birkaç dilbilgisi hatası da mevcut. İkinci basımda belki tekrar gözden geçirilir. 

Şairin hayatını önceden bilmediğim için, dönemin atmosferini hissettirerek beni yine de etkileyen bir kitap oldu.


Tadımlık Alıntılar

"Mandelştam'da demir eksikliği vardı ve Nadejda... paslı anahtarı kaynatıp suyunu içiriyordu ona."

"Uzun süre çiğnendiğinde, aynı miktardaki bir lokma ekmek açlığı kandırıyor."

"Yemek yemek: Sovyet vatandaşının darağacına giderken nihai düşüncesi"

"Kağıdın sesi alkış sesine benziyordu."

"Coşkulu alkışlar duyar. Şiirleri beğenildiğine göre artık huzur içinde ölebilir. Mandelştam, aklı biraz daha yerine geldiğinde, alkış zannettiği sesin aslında sözler yerine ekmek isteyen arkadaşlarının protestosu olduğunu anlayacaktır."

"Sürgün edilen kişinin aile fertleri, rahatsız edici tanıklar oldukları için çoğunlukla ortadan kaldırılırdı. Annesinin veya babasının aleyhinde konuşmak hayatta kalmak için tek çareydi. Onları vatan haini olan babalarından kurtardığı için Stalin'e teşekkür ettikleri duyulmuştu."

"Köyün tüm sakinleri sürgün edilmişti. Sadece mezarlık doluydu."

Ve her türlü yoksulluğa, zorluğa katlanıp kemanı elinden alındığında intihar eden müzisyeni de anmak isterim.


21 Aralık 2020 Pazartesi

Ayşegül Devecioğlu'ndan "Arkası Mutlaka Gelir" üzerine iki çift lakırtı

Aktif solcu bir geçmişe sahip olan ve bunu eserlerinde de konularıyla olsun, yaklaşımıyla olsun hissettiren Ayşegül Devecioğlu, Kuş Diline Öykünen (2004), Ağlayan Dağ Susan Nehir (2007) ve Güzel Ölümün Öyküsü (2019) adlı romanlarının yanı sıra Kış Uykusu (2009), Başka Aşklar (2011) ve Ara Tonlar (2015) adlı öykü kitaplarına da sahip bir yazar. Tüm eserlerini okumuş biri olarak, son kitabı Arkası Mutlaka Gelir'de (2020) tarz değişikliğine gittiğini söyleyebilirim. Yazar önceki eserlerindeki, dile ve atmosfer yaratmaya ağırlık vermişken, bu kitabında kurguya ve ilginç konular bulmaya odaklanmış gibi.

Yazarın, benim de dahil olduğum kendi kitlesini yaratmada; başvurduğu söz oyunlarının, dili ince ince işlemesinin, kullandığı nahif benzetmelerin ve betimlemelerin etkisi olduğunu düşünüyorum. Ancak, bu kitaba, aynı beklentiyle başlayan okurları bu tadı yakalayamayacak. Yazara ait önceki kitaplarda, yazarın enfes diline rağmen, kurguları yeterince iyi değildi bence. Bu kitapta ise yazar, o açığı kapatmaya çalışmış fakat bunun karşılığında, dilini feda etmiş gibi. Daha matematiği olan öyküler okuduğumu hissettim. Konular da, öncekilere kıyasla, hayatından içinden değil de, üzerine düşünmeye sevk eden türden, alegorik, oyuncul ve bir yandan da daha olaya dayalı. Yazarı okumaya bu kitaptan başlayacak olanlar, önceki okurlarının beklentisine sahip olmayacaklarından, kitabı daha çabuk ısınabilirler.

Ancak, kurguya feda edilen sadece dil değil, aynı zamanda konuların ele alınışına hâkim olan derin anlatım ve duygu yoğunluğu. Yazar, çok iyi konular bulmuş ama daha iyi işleyebilirdi bu konuları. Öykülerin giriş ve gelişme kısımları uzun uzun anlatılırken, sonuç bölümü çok hızlı bağlanıyor. Belki yazar bu şekilde, okura sürpriz olması beklenen sonların, etkisini yitirmemesini amaçlamaktadır. Oysa öyküler, sonlarıyla okuru şaşırtmaktan daha fazlasını vadeden, çok daha etkileyici olabilecek malzemelere sahip. (**Dikkat: Sürpriz bozan**) Örneğin, çok iyi bir öykü olma potansiyeli taşıyan konusuyla "Yaşlılığın Tehlikeleri", eski aktif solcu baş karakterin arkadaşlık kurabildiği tek kişinin eski aktif koyu sağcı biri çıkmasıyla okuru şaşırtmayı amaçlıyor (güzel fakat kendi adıma, daha bu iki adam karşılaştığı an, yazarın okuru bu şekilde şaşırtacağını tahmin etmem zor olmadı). Ve yalnız ve yaşlı olmak öyle bir şey ki, insanı düşmanına bile muhtaç edebiliyor; bunu da hissettiriyor yazar, tamam. Yine de, bir okur olarak ben bu bakış açısıyla biraz daha oynamasını, buradaki duygusal yanı biraz daha derinleştirmesini beklerdim (bu konu üzerine hayata dair dersler vermesinden veya didaktik olmasından bahsetmiyorum). (**Sürpriz bozan sonu**)

Yedi öyküden oluşan kitapta belirli motifler göze çarpıyor. Devecioğlu'nun solcu duruşu aşikâr olmakla birlikte okuduklarımız bu kez emekçi öyküleri, toplumcu öyküler değil. Kitabın açılışını ve kapanışını "yazmak" odaklı öyküler yapıyor. Kitapta yazmak konulu üçüncü bir öykü daha var. Kitabın son öyküsünün adının "Arkası Mutlaka Gelir" olmasını da; öyküdeki anlamına ek olarak, yazarın yazmaya devam edeceği, bu öykünün son olmadığı şeklinde de yorumlamak bir okuru olarak hoşuma gidiyor. İki öyküde yan motif, bir öyküde merkezi motif "çocuk"; daha doğrusu çocuksuzluk veya sorunlu çocuk. Yine iki öyküsünde de "hastalık/hastane". Zaten kitaptaki öyküler, benimki gibi genel yorumlardan fazlasını, kavramsal açıdan ayrıntılı bir incelenmeyi hak eden türden.

 

15 Aralık 2020 Salı

Özcan Yılmaz'dan "Akıp Giden Günlerimiz" üzerine iki çift lakırtı


Özcan Yılmaz'ın
Akıp Giden Günlerimiz adlı öykü kitabı Notos Kitap etiketiyle Ağustos 2020'de piyasaya çıktı. 

Kitaba soğuk ve mesafeli bir anlatım hâkim. Öyle ki, o karakterleri sevip sevmememizin, anlayıp anlamamızın bir önemi yokmuş gibi. Karakterlerin, duygularını dışa vurma veya okurun ilgisini çekme gibi bir çabaları da yokmuş gibi. Yolda yürürken yanımızdan geçen, olaysız ve sıkıcı hayatları varmış gibi duran ve aslında her birimizinki gibi hayatlara sahip insanlar, çoğu büyük şehir insanları. Büyük hayalleri, dışa vurdukları büyük duygular yok. Sadece sezebileceğimiz kadar ipucu veren insanlar. Bir yandan da, karakterler arasında kendisini duyumsatan bir gerilim. Özellikle son öyküde kendisini daha da çok gösteren bir ironi. Ama hep sakince. Genelde uzun süreleri anlatan öykülerde, tamamı verilmeyen ve atlanan zamanlar; yani akıp giden günlerimiz.

Ve kendisini farklı öykülerde gösteren bir motif: Hikâye anlatmak. Ve yazmak ile gündelik hayat arasında kalmak; bunlar birbirlerine zıt konumlandırılmış. Öyküler dümdüz akıyor gibi görünse de; insanın karanlığına, insanın başka insanlarla, özellikle de aile bireyleriyle olan ilişkileri üzerinden, kendi penceresinden ışık tutmaya çalışıyor.

Öyküler, kısa öykünün sınırlarını aşmış, hatta son öykü adeta bir novella'ya dönüşmüş. Hayattan parçaları aktarırken, hayata, insana ve ilişkilere dair fikirlerini doğrudan vermekten kaçınıyor fakat öyküler oldukça uzun; sıradan olanın bu kadar uzun uzun anlatılması bazı okurlarda öyküden kopuşa neden olabilir ve sanırım, kelime seçimleri daha çeşitli, daha yerelden, daha hayattan olsaydı okuma süreci daha keyifli bir hal alabilirdi. Kitapla ilgili en çok ise yazarın öykülere getirdiği sonları, öyküleri bağlama şeklindeki kendine has yaklaşımı beğendim.

“Adamın Köpeği” diğer öykülerden farklı ve öne çıkıyor. Kitabın en iyi öyküsü. “Çok Güzel Olmayan Öyküler” hikâye anlatmak üzerine olmasıyla ilgi çekici. “Nedim Şair Olmak İstiyor” istediklerimiz ile gerçekleşenler arasındaki zıtlığı veriyor ve bunların arasındaki ilişkiyi bağlıyor. “Yatak Odamızdaki Yuva” klişelere başvurmadan anlatılmış bir hastalık ve o süreçteki ilişkinin öyküsü. “Otobüslerin Vardığı Yer” tek başına olmayan yalnızlığa, çiftler arası uzaklığa dair bir öykü olmasının yanı sıra “hareket” haline ve dolaylı olarak değişime de gönderme yapıyor. “Beni Burada Bekle” en sevdiğim ikinci öyküsü, özellikle sonuyla (Kitaptaki öykü sonlarını beğenme nedenim, bu sonların olay odaklı olması, sürprizleriyle şaşırtması falan değil, çünkü öyle değil). Bu öykü, alışılmışın dışında farklı bir ebeveyn profili veya ebeveynliğin belki de dile az getirilmiş bir yanını sunduğu için ilginç. “Bahar’ın Saklı Hayatı” belki daha az uzak, bir tık daha alışkın olunan tatla yazılmış bir öykü. “İşe Yaramanın Onca Hali” büyük şehirde çalışan birçoğumuzun kendinden bir şeyler bulabileceği, diğer öykülere kıyasla daha afili sayılabilecek bir anlatıma ve parçalı minik hikâyelere sahip bir öykü.

Eyüp Aygün Tayşir'den "Sabitâlem Mahallesi" üzerine iki çift lakırtı


Sabitâlem Mahallesi (Şubat 2020), Eyüp Aygün Tayşir'in ilk öykü kitabı; daha önce 4 Hane 1 Teslim (2016) ve Tuhaflıklar Fabrikası (2018) adlı iki roman yazmış. Hepsi İletişim Yayıncılık'tan çıkmış. Bense ilk kez bir kitabını okudum ve Tayşir, özellikle dili ve yarattığı atmosferle, diğer kitaplarını da merak ettiğim bir yazar oldu. 

Anadolu Kaplanı: İyi bir öykü. Arabada bir aile arasında geçen kısa bir zaman dilimini anlatıyor. Anadolu'da her yerde karşınıza çıkacak küçük yer insanının sınıfsal dönüşümü.

Sabitâlem Mahallesi: Çok iyi bir öykü. Sırf bu öykü, bu anlatım için bile bu kitap alınmalı. Latife Tekin'in "Berci Kristin Çöp Masalları" tadında bir kent/dönüşüm hikâyesi.

Bu iki öyküde, yazar, çok hoş benzetmeler yapmış ama bu benzetmelerin öyküde bir işlevi var mı, öyküye bir şey katıyor mu? Hayır. Olmasa da olurdu. Yazarın tarzı, tercihi diyelim. Ama uzun cümlelerde yoruyor, akıcılığı biraz sekteye uğratıyor.

İntikam: Sürprizi bozmak istemiyorum ama harika bir öykü fikri, keşke benim aklıma gelseydi :) Yarı fantastik denebilir. Ama sanki daha da iyi işlenebilirdi. Sonunun bağlanma şekli beni tam tatmin etmedi.

Nakliyeci Zeki 1: Bence kitabın en iyi öyküsü. İnsana dair bir hal çok iyi gözlemlenmiş ve öykü de bunun duygusunu geçirmede başarılı.

Sonraki öyküler de iyi ama bu ilk dört öykü kadar değil bence. Başka bir kitapta veya tek tek dergide falan görsem beni daha çok etkileyebilirdi ama önceki öyküler çok iyi olunca, sonrakiler biraz cılız kalmış. İlk iki öyküdeki benzetmeler içeren ve daha bir özenilmiş izlenimi uyandıran dil, sonraki öykülerde oldukça sade. "Kahraman Şirketler Topluluğu" çok uzundu, çok fazla anlatıyordu. Bu kadar çok anlatınca, bana öykü gibi gelmiyor. Elbette bunların arasında "Sex Shop" yine de samimiyeti ve hikâyesiyle göze çarpıyor; edebiyatla ilgisi bile yeter.