27 Ekim 2012 Cumartesi

Ab-ı Hayat dedikleri Viskiyle gelen Sefa

Ken Loach demek, yoksul hikâyesi demek.

Son filminin konusu ise emekçi sınıfına çok hitap etmeyen ve burjuva içkisi diye bilinegelen viski. Tam da, yoksulluk ile zenginliği aynı potada eritebilme iddiası nedeniyle de film ilgi çekici. Ken Loach izlemenin tadı başkadır ama ne yazık ki, film ikna edemedi hikâyesine, en azından beni.

Filmin açılış sahnesi çok doğru bir yerden başlıyor. Ama sistemi eleştirmesini veya daha sert bir şekilde eleştirmesini beklediğim bu sahne, bana istediğimi veremiyor. İngiltere’de olsun başka bir ülkede olsun, sistemin gençlere şans tanımadığına ilişkin yapılmış onca filmden sonra, çok hafif kalıyor burada aksettirilen sistem ve eleştirisi.

Hastaneden bile içeri alınmayacak, iş görüşmesine bile çağrılmayacak kadar kılıksız olduğu filmce bizzat dikte edilen bu tipler, nasıl böyle rahat rahat “elit” seviyedeki tadım etkinliklerine katılıyor ve hiç yadırganmıyorlar? Ayrıca, bu arkadaşları viskiyle tanıştıran sosyal yardım görevlisi amca, daha bir önceki sahnede onlarla yeni tanışmışken, onları azarlarken ve onlarla hiç samimi görünmezken, birdenbire iyilik meleği kesiliyor ve kol kanat geriyor hepsine. Başı beladan eksik olmayan ana karakteri bile daha ilk anlarda belalılarına karşı savunacak kadar da cüretkâr. Dünya böyle bir yer değil; peri masalları olabilir. Ünlü şarap koleksiyoncusu amcanın, ana karakteri keşfi de şüpheli başka bir durum. Zaten o viski tadım etkinliğinde ana karakterin ön plana çıkması da anlaşılır değil. Viskiyi tadan diğer kişilere fikri sorulmuyor bile. Çok kolaya kaçan geçişler gibi geldi bunlar bana.

Daha da beteri, filmin giriş kısmı o kadar uzun tutulmuş ki gelişme kısmına filmin ikinci yarısının ortasında geliniyor. Hatta “dramatik komedi” türüne ait olduğu bildirilen filmin, kanımca, komik sahneleri de nihayet burada başlıyor. Mona Lisa ile başlayan espri zincirlemesi, bir Cuma akşamı koskoca Beyoğlu sinemasındaki dört seyirciyi de güldürdü en azından.

Filmi izlediğime pişman değilim tabi ki de. Glasgow’lu gençlerin aksanı olsun, Britanya adasının manzaraları olsun, onca viski türünü barındıran toprakları olsun, sinematik anlamda olmasa da çekiyor kendine bir şekilde film. Ama bunun için belgesel veya turistik bir tanıtım da yeterli olurdu sanırım.

‘Kurulu düzende gençler harcanıyor. Hâlbuki, en kayıp görüneni bile kendi içinde bir potansiyel taşıyor’u Ken Loach’tan da duyup umutla dolması bekleniyor seyircinin. Gel gör ki, bu konuda yeni bir şey söylemediği gibi, bir çıkış yolu da sunmuyor ki nasıl umutla dolayım. Günümüz gençlerinin kolaycı zihniyetine uygun bir şekilde, sistemi kendi silahıyla vur diyerek, sistemi değiştirmeyi değil gençleri de eleştirdiği sistemin bir parçası yapmayı çözüm olarak sunuyor. Yoksulun hakkından çalıp çırparak zengin olan sistem bekçileri gibi hırsızlıktan, üçkâğıttan mı geçiyor bu gençlerin kurtuluşu?

Konuyu güzel bağladı mı bağladı. Hatta, mutlu sonundan olacak, sandım ki bir Hollywood filmindeyim. Fazla beklentisi olmayan ortalama bir izleyiciyi veya çözümsüz umut vaatlerini seven iyimserleri mutlu edebilecek bir film.

Neyse ki, adı çok anlamlı. Meleklerin de bir payı olmalı.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Ölüm Yasasına Hayır Pankartları


















































**Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.