26 Aralık 2020 Cumartesi

Vénus Khoury-Ghata'dan "Mandelştam'ın Son Günleri" üzerine iki çift lakırtı


Lübnan asıllı Fransız şair ve yazar Vénus Khoury-Ghata'nın kitabı Ayşenaz Cengiz çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları'ndan Eylül ayında çıktı. Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkan bu kısa roman, sadece şair Osip Mandelştam'ın son günlerine değil, Stalin Dönemi Sovyet Rusya'nın şartlarına da ışık tutuyor.

Bence yazarın elinde Rus şair Mandelştam'ın son günlerini bir romana dönüştürecek kadar malzeme yokmuş. Bu kitap, arada verilen şiirler ve duygusallık katmayı amaçlayan bazı sözler de olmasa, bir roman yerine orta uzunlukta bir yazı da olabilirmiş. Hatta kitapta sunulan ayrıntılar bile çoğu yerde kendisini tekrar eden türden. Yazar bunu, yoksulluğu ve çaresizliği daha iyi verebilmek adına yapmış olabilir ama aynı durumları sürekli benzer ifadelerle belirtip durması, aksine, durumun okurda yaratacağı etkiyi, olayın vuruculuğunu azaltıyor. Ayrıca, yazarın dağınık bir anlatımı var. Aslen şair olan yazarın, bir şairin acı dolu son günlerini anlatım tarzına şiirsel bir şekilde yaklaşarak kısa ve kesik kesik bir tarzı tercih etmiş olabileceğini de tahmin ediyorum.

Kitap özetle, bir şairin, yazdığı bir şiir, hatta sadece iki dizesi yüzünden mahvolan hayatını anlatıyor. Devrime karşı olmadığı halde Stalin'i eleştirdiği bir şiir yüzünden şair Mandelştam, Stalin tarafından, tıpkı ülkemizde KHK'lılara yapıldığı gibi, sosyal ölüme terk edilmiş; hiçbir yerde iş bulamıyor. O zamanlar insanlar daha mı bencil ve acımasızmış, bilmiyorum, ama onca yazarın, sanatçının, derneğin Mandelştam'a sırtını dönmesini, Gorki'nin ondan bir pantolonu bile esirgemesini (bu yüzden soğuk Moskova sokaklarında iç donuyla dolaşmak zorunda kalmıştır, hatta bu haliyle sokakta yatmıştır), barınacak yer bulamadığı sırada arkadaşının "zaten şiirlerini de sevmiyorum" diyerek ona evini açmamasını aklım almıyor. Ve başka kadınlarla ilgilenmesine rağmen; ikisini geçindirmek için uğraşan, onu asla bırakmayan, hayatını ona adayan ve o öldükten sonra bile onun için, onun şiirleri için uğraşan karısı da şairin hayatındaki en önemli figür.

Mandelştam'ın şiirlerini yazabileceği araçları olmadığında, karısı ezberliyor onun şiirlerini, kaybolmasınlar diye. Bir şaire bundan daha güzel bir hediye olabilir mi? Ve onca yoksulluğa ve açlığa rağmen bu tür hayati sorunlar için asla tartışmıyorlar. Sadece, bulabildiği minik kâğıtlara yazdığı şiirlerin nereye koyduklarına, nerede olduğuna dair tartışıyorlar.

Kitap orijinal dilinde mi böyleydi, çevirmenin/editörün tercihi mi bu yöndeydi, bilemiyorum fakat fiil zamanı seçimlerini yer yer doğru bulmadım. Ayrıca, başka birkaç dilbilgisi hatası da mevcut. İkinci basımda belki tekrar gözden geçirilir. 

Şairin hayatını önceden bilmediğim için, dönemin atmosferini hissettirerek beni yine de etkileyen bir kitap oldu.


Tadımlık Alıntılar

"Mandelştam'da demir eksikliği vardı ve Nadejda... paslı anahtarı kaynatıp suyunu içiriyordu ona."

"Uzun süre çiğnendiğinde, aynı miktardaki bir lokma ekmek açlığı kandırıyor."

"Yemek yemek: Sovyet vatandaşının darağacına giderken nihai düşüncesi"

"Kağıdın sesi alkış sesine benziyordu."

"Coşkulu alkışlar duyar. Şiirleri beğenildiğine göre artık huzur içinde ölebilir. Mandelştam, aklı biraz daha yerine geldiğinde, alkış zannettiği sesin aslında sözler yerine ekmek isteyen arkadaşlarının protestosu olduğunu anlayacaktır."

"Sürgün edilen kişinin aile fertleri, rahatsız edici tanıklar oldukları için çoğunlukla ortadan kaldırılırdı. Annesinin veya babasının aleyhinde konuşmak hayatta kalmak için tek çareydi. Onları vatan haini olan babalarından kurtardığı için Stalin'e teşekkür ettikleri duyulmuştu."

"Köyün tüm sakinleri sürgün edilmişti. Sadece mezarlık doluydu."

Ve her türlü yoksulluğa, zorluğa katlanıp kemanı elinden alındığında intihar eden müzisyeni de anmak isterim.


21 Aralık 2020 Pazartesi

Ayşegül Devecioğlu'ndan "Arkası Mutlaka Gelir" üzerine iki çift lakırtı

Aktif solcu bir geçmişe sahip olan ve bunu eserlerinde de konularıyla olsun, yaklaşımıyla olsun hissettiren Ayşegül Devecioğlu, Kuş Diline Öykünen (2004), Ağlayan Dağ Susan Nehir (2007) ve Güzel Ölümün Öyküsü (2019) adlı romanlarının yanı sıra Kış Uykusu (2009), Başka Aşklar (2011) ve Ara Tonlar (2015) adlı öykü kitaplarına da sahip bir yazar. Tüm eserlerini okumuş biri olarak, son kitabı Arkası Mutlaka Gelir'de (2020) tarz değişikliğine gittiğini söyleyebilirim. Yazar önceki eserlerindeki, dile ve atmosfer yaratmaya ağırlık vermişken, bu kitabında kurguya ve ilginç konular bulmaya odaklanmış gibi.

Yazarın, benim de dahil olduğum kendi kitlesini yaratmada; başvurduğu söz oyunlarının, dili ince ince işlemesinin, kullandığı nahif benzetmelerin ve betimlemelerin etkisi olduğunu düşünüyorum. Ancak, bu kitaba, aynı beklentiyle başlayan okurları bu tadı yakalayamayacak. Yazara ait önceki kitaplarda, yazarın enfes diline rağmen, kurguları yeterince iyi değildi bence. Bu kitapta ise yazar, o açığı kapatmaya çalışmış fakat bunun karşılığında, dilini feda etmiş gibi. Daha matematiği olan öyküler okuduğumu hissettim. Konular da, öncekilere kıyasla, hayatından içinden değil de, üzerine düşünmeye sevk eden türden, alegorik, oyuncul ve bir yandan da daha olaya dayalı. Yazarı okumaya bu kitaptan başlayacak olanlar, önceki okurlarının beklentisine sahip olmayacaklarından, kitabı daha çabuk ısınabilirler.

Ancak, kurguya feda edilen sadece dil değil, aynı zamanda konuların ele alınışına hâkim olan derin anlatım ve duygu yoğunluğu. Yazar, çok iyi konular bulmuş ama daha iyi işleyebilirdi bu konuları. Öykülerin giriş ve gelişme kısımları uzun uzun anlatılırken, sonuç bölümü çok hızlı bağlanıyor. Belki yazar bu şekilde, okura sürpriz olması beklenen sonların, etkisini yitirmemesini amaçlamaktadır. Oysa öyküler, sonlarıyla okuru şaşırtmaktan daha fazlasını vadeden, çok daha etkileyici olabilecek malzemelere sahip. (**Dikkat: Sürpriz bozan**) Örneğin, çok iyi bir öykü olma potansiyeli taşıyan konusuyla "Yaşlılığın Tehlikeleri", eski aktif solcu baş karakterin arkadaşlık kurabildiği tek kişinin eski aktif koyu sağcı biri çıkmasıyla okuru şaşırtmayı amaçlıyor (güzel fakat kendi adıma, daha bu iki adam karşılaştığı an, yazarın okuru bu şekilde şaşırtacağını tahmin etmem zor olmadı). Ve yalnız ve yaşlı olmak öyle bir şey ki, insanı düşmanına bile muhtaç edebiliyor; bunu da hissettiriyor yazar, tamam. Yine de, bir okur olarak ben bu bakış açısıyla biraz daha oynamasını, buradaki duygusal yanı biraz daha derinleştirmesini beklerdim (bu konu üzerine hayata dair dersler vermesinden veya didaktik olmasından bahsetmiyorum). (**Sürpriz bozan sonu**)

Yedi öyküden oluşan kitapta belirli motifler göze çarpıyor. Devecioğlu'nun solcu duruşu aşikâr olmakla birlikte okuduklarımız bu kez emekçi öyküleri, toplumcu öyküler değil. Kitabın açılışını ve kapanışını "yazmak" odaklı öyküler yapıyor. Kitapta yazmak konulu üçüncü bir öykü daha var. Kitabın son öyküsünün adının "Arkası Mutlaka Gelir" olmasını da; öyküdeki anlamına ek olarak, yazarın yazmaya devam edeceği, bu öykünün son olmadığı şeklinde de yorumlamak bir okuru olarak hoşuma gidiyor. İki öyküde yan motif, bir öyküde merkezi motif "çocuk"; daha doğrusu çocuksuzluk veya sorunlu çocuk. Yine iki öyküsünde de "hastalık/hastane". Zaten kitaptaki öyküler, benimki gibi genel yorumlardan fazlasını, kavramsal açıdan ayrıntılı bir incelenmeyi hak eden türden.

 

15 Aralık 2020 Salı

Özcan Yılmaz'dan "Akıp Giden Günlerimiz" üzerine iki çift lakırtı


Özcan Yılmaz'ın
Akıp Giden Günlerimiz adlı öykü kitabı Notos Kitap etiketiyle Ağustos 2020'de piyasaya çıktı. 

Kitaba soğuk ve mesafeli bir anlatım hâkim. Öyle ki, o karakterleri sevip sevmememizin, anlayıp anlamamızın bir önemi yokmuş gibi. Karakterlerin, duygularını dışa vurma veya okurun ilgisini çekme gibi bir çabaları da yokmuş gibi. Yolda yürürken yanımızdan geçen, olaysız ve sıkıcı hayatları varmış gibi duran ve aslında her birimizinki gibi hayatlara sahip insanlar, çoğu büyük şehir insanları. Büyük hayalleri, dışa vurdukları büyük duygular yok. Sadece sezebileceğimiz kadar ipucu veren insanlar. Bir yandan da, karakterler arasında kendisini duyumsatan bir gerilim. Özellikle son öyküde kendisini daha da çok gösteren bir ironi. Ama hep sakince. Genelde uzun süreleri anlatan öykülerde, tamamı verilmeyen ve atlanan zamanlar; yani akıp giden günlerimiz.

Ve kendisini farklı öykülerde gösteren bir motif: Hikâye anlatmak. Ve yazmak ile gündelik hayat arasında kalmak; bunlar birbirlerine zıt konumlandırılmış. Öyküler dümdüz akıyor gibi görünse de; insanın karanlığına, insanın başka insanlarla, özellikle de aile bireyleriyle olan ilişkileri üzerinden, kendi penceresinden ışık tutmaya çalışıyor.

Öyküler, kısa öykünün sınırlarını aşmış, hatta son öykü adeta bir novella'ya dönüşmüş. Hayattan parçaları aktarırken, hayata, insana ve ilişkilere dair fikirlerini doğrudan vermekten kaçınıyor fakat öyküler oldukça uzun; sıradan olanın bu kadar uzun uzun anlatılması bazı okurlarda öyküden kopuşa neden olabilir ve sanırım, kelime seçimleri daha çeşitli, daha yerelden, daha hayattan olsaydı okuma süreci daha keyifli bir hal alabilirdi. Kitapla ilgili en çok ise yazarın öykülere getirdiği sonları, öyküleri bağlama şeklindeki kendine has yaklaşımı beğendim.

“Adamın Köpeği” diğer öykülerden farklı ve öne çıkıyor. Kitabın en iyi öyküsü. “Çok Güzel Olmayan Öyküler” hikâye anlatmak üzerine olmasıyla ilgi çekici. “Nedim Şair Olmak İstiyor” istediklerimiz ile gerçekleşenler arasındaki zıtlığı veriyor ve bunların arasındaki ilişkiyi bağlıyor. “Yatak Odamızdaki Yuva” klişelere başvurmadan anlatılmış bir hastalık ve o süreçteki ilişkinin öyküsü. “Otobüslerin Vardığı Yer” tek başına olmayan yalnızlığa, çiftler arası uzaklığa dair bir öykü olmasının yanı sıra “hareket” haline ve dolaylı olarak değişime de gönderme yapıyor. “Beni Burada Bekle” en sevdiğim ikinci öyküsü, özellikle sonuyla (Kitaptaki öykü sonlarını beğenme nedenim, bu sonların olay odaklı olması, sürprizleriyle şaşırtması falan değil, çünkü öyle değil). Bu öykü, alışılmışın dışında farklı bir ebeveyn profili veya ebeveynliğin belki de dile az getirilmiş bir yanını sunduğu için ilginç. “Bahar’ın Saklı Hayatı” belki daha az uzak, bir tık daha alışkın olunan tatla yazılmış bir öykü. “İşe Yaramanın Onca Hali” büyük şehirde çalışan birçoğumuzun kendinden bir şeyler bulabileceği, diğer öykülere kıyasla daha afili sayılabilecek bir anlatıma ve parçalı minik hikâyelere sahip bir öykü.

Eyüp Aygün Tayşir'den "Sabitâlem Mahallesi" üzerine iki çift lakırtı


Sabitâlem Mahallesi (Şubat 2020), Eyüp Aygün Tayşir'in ilk öykü kitabı; daha önce 4 Hane 1 Teslim (2016) ve Tuhaflıklar Fabrikası (2018) adlı iki roman yazmış. Hepsi İletişim Yayıncılık'tan çıkmış. Bense ilk kez bir kitabını okudum ve Tayşir, özellikle dili ve yarattığı atmosferle, diğer kitaplarını da merak ettiğim bir yazar oldu. 

Anadolu Kaplanı: İyi bir öykü. Arabada bir aile arasında geçen kısa bir zaman dilimini anlatıyor. Anadolu'da her yerde karşınıza çıkacak küçük yer insanının sınıfsal dönüşümü.

Sabitâlem Mahallesi: Çok iyi bir öykü. Sırf bu öykü, bu anlatım için bile bu kitap alınmalı. Latife Tekin'in "Berci Kristin Çöp Masalları" tadında bir kent/dönüşüm hikâyesi.

Bu iki öyküde, yazar, çok hoş benzetmeler yapmış ama bu benzetmelerin öyküde bir işlevi var mı, öyküye bir şey katıyor mu? Hayır. Olmasa da olurdu. Yazarın tarzı, tercihi diyelim. Ama uzun cümlelerde yoruyor, akıcılığı biraz sekteye uğratıyor.

İntikam: Sürprizi bozmak istemiyorum ama harika bir öykü fikri, keşke benim aklıma gelseydi :) Yarı fantastik denebilir. Ama sanki daha da iyi işlenebilirdi. Sonunun bağlanma şekli beni tam tatmin etmedi.

Nakliyeci Zeki 1: Bence kitabın en iyi öyküsü. İnsana dair bir hal çok iyi gözlemlenmiş ve öykü de bunun duygusunu geçirmede başarılı.

Sonraki öyküler de iyi ama bu ilk dört öykü kadar değil bence. Başka bir kitapta veya tek tek dergide falan görsem beni daha çok etkileyebilirdi ama önceki öyküler çok iyi olunca, sonrakiler biraz cılız kalmış. İlk iki öyküdeki benzetmeler içeren ve daha bir özenilmiş izlenimi uyandıran dil, sonraki öykülerde oldukça sade. "Kahraman Şirketler Topluluğu" çok uzundu, çok fazla anlatıyordu. Bu kadar çok anlatınca, bana öykü gibi gelmiyor. Elbette bunların arasında "Sex Shop" yine de samimiyeti ve hikâyesiyle göze çarpıyor; edebiyatla ilgisi bile yeter.

10 Aralık 2020 Perşembe

“Cümle Göğün Mavisi”: Gerçeğin Katmanları



Ayhan Koç ilk olarak Sırlıçeşme romanıyla 2017 Everest İlk Roman Ödülü’nü kazanarak adını duyurmuştu. Yazar, 2018’de İthaki Yayınları’ndan çıkardığı Kara Havadisler Kervanı adlı öykü kitabıyla, okur kitlesine benim gibi öykü meraklılarını da katmış oldu. 

Yazarın üçüncü kitabı Cümle Göğün Mavisi adlı roman, bu Kasım ayında yine İthaki Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. İyi bir postmodern roman örneği olan kitap hakkında kaleme aldığım yazıyı Parşömen Fanzin’den okuyabilirsiniz.


19 Kasım 2020 Perşembe

"Kaçış Rampası": Susarak Konuşan Öyküler

 


Halil Yörükoğlu'nun Sel Yayıncılık'tan çıkan, ilk öykü kitabı "Kaçış Rampası" hakkında Gazete Duvar KitaP Dergisi'nin 136. sayısı için yazdım. Yazı, Gazete Duvar ve Sel Yayıncılık sayfalarından okunabilir.



15 Kasım 2020 Pazar

Eyüp Tosun'dan "Kör Islık" üzerine iki çift lakırtı

 



Eyüp Tosun'un Öykülem'deki "Münir Bey" öyküsünü geç de olsa dergi kapandıktan sonra okudum. Hikâyenin benim gibi hayvansever kişileri rahatsız edebilecek bir konusu vardı. Ancak hikâye hem duyguyu okura geçirmede başarılıydı, hem de özgün bir anlatıma sahipti. Son yıllarda sayısı artan ve "öykü" olduğu iddiasını taşıyan çoğu metin parçasına kıyasla, gerçekten bir öykü okuduğumu bana hissettirmişti. Hâl böyle olunca, bana da yazarın tek öykü kitabı olan Kör Islık'ı edinmek kalmıştı. Nitekim, diğer öyküleri de umduğum gibi çıktı: Yazar iyi bir hikâyeci olduğu gibi, hikâyeleri iyi işleyebilecek kadar da mahir bir kalem.

Bazı öykü yazarları, kitaplarındaki her öyküde aynı kişinin/tek bir karakterin ağzıyla yazar. Özellikle de konu bütünlüğü taşıyan ve/veya yazarın kendi hayatından esinlenmeler, biyografik unsurlar taşıyan öykülerde yazarın varlığı hissedilir. Bu, bilinçli bir tercih olduğu durumlar dışında hikâyeleştirme sorunu olduğunu gösterir. Ama bu kitapta böyle bir şey yok ki bu oldukça değerli. Üstelik sezgilerim beni yanıltmıyorsa, yazarın hayatından bir şeyler içerdiği hâlde bu yok.

Ancak, öykülere editör eli daha çok değse kaçmayacak bazı kusurlar var. Sonuçta yazarın kendisi de editör ama bir yazarın kendi metnine dışarıdan bakabilmesi zor olduğundan, başka bir editör gözü şart.

Bazı öykülerde ara hikâyeler/kişiler, bahsi geçen bazı mevzular bir yere tam bağlanmıyor, araya girip sonradan kaçmış gibi duruyor. Hikâyeyi dallandırıp budaklandırıyor ama hikâyeye doğrudan hizmet etmiyor. Aynı durum cümle bazında da geçerli. Bazı cümleler olmasa da olur, hatta daha iyi olurmuş. Anlatıyı sekteye uğratmayan ama daha derli toplu bir metin olmasını engelleyen türden cümleler bunlar.

Veciz söz tadında genellemeleri/çıkarımları kimi sever, kimi sevmez. Aşırı kullanılmadığı ve metne akıcılığı bozmayacak şekilde yedirildiği sürece hoş olabilir bence. Yazarın böyle cümlelerden yararlanma sıklığı kararında fakat bu tür cümleler bazı yerlerde öyle "birdenbire" karşımıza çıkıyor ki, akıcılığı biraz bozuyor, eğreti duruyor.

Özne-yüklem uyumsuzluğu da redaktörün gözünden kaçanlardan.

Bunlar bir yana, yazarın tüm öyküleri kendisini keyifle, zerre sıkmadan okutuyor. Hatta "Arabesk Porno" öyküsü bana kahkaha attırdı :)


Tadımlık

Daire 7 

Himmet Bey, Ayyaş'ı tam eve girecekken yakalıyor. Ayyaş şaşkın. "Beni memleketime götürür müsün?" diyor. Ayyaş daha da şaşkın. Evine davet ediyor. Bir kadeh de ona koyuyor. 
"Yarım saate memleketindeyiz Himmet Amca," diyor, "sahi nereliydin sen?"

("Metruk Şifa", s. 70)


                                                                            Asıl yazılma tarihi: Ekim, 2020


B. Nihan Eren'den "Hayal Otel" üzerine iki çift lakırtı


 

Hayal Otel yazarın üçüncü, benimse okuduğum ilk kitabı. Yazarın bu kitaptaki öykülerinde en çok dikkatimi çeken ve en beğendiğim yanı; insan psikolojinden çok iyi anladığına dair bende bıraktığı izlenim. Karakterlerin ruh hallerini yansıtmada oldukça başarılı. Üstelik, bunu yaparken dili de nefis kullanıyor; yaptığı benzetmeler ve betimlemeler, yazarın hayal gücünü ortaya koyan türden. Belli ki, sözcükler tek tek özenle seçilmiş. Sözcük seçiminde tekrara düştüğü (bkz. kıyıcı, eselekli, ufarak -bu kelimeler gündelik hayatta pek yaygın kullanılmadığından, öykülerde geçtiğinde daha da göze çarpıyor) veya sözcük seçiminin biraz yersiz durduğu yerler de olmuş ama bu, yazarın diliyle verdiği keyfi bozmayacak kadar nadir.

Sözcüklerin büyüsüne mi kapıldım? Altı çizilesi cümleler mi var? Evet ama belli ki, bu cümleler "veciz söz" olsun diye kurulmamış. Hepsi derinlikli karakter çözümlemelerine veya anların yansıtılmasına hizmet ediyor. Fazlalık değil. Aynı anda hem veciz söz olabilecek kadar etkileyici cümleler kurmak, hem de bu kadar etkileyici cümlelerin içini doldurarak derin ifadelere dönüştürmek, yazarın dil ustalığının ve yazma sürecindeki titizliğinin bir göstergesi.

"Menekşe" bölümünde "arzuyu", "Limon" bölümünde "annesizliği", "Çınar" bölümünde "felaketi" gerçekten hissettiriyor. Duyguları böylesine geçirebilmek için, insan psikolojisinden anlamanın ve dili iyi kullanmanın ötesinde bir şey şart. Sanırım bu da hakiki bir yazarlık kumaşı.

Ancak, bu bir öykü kitabı değil, çünkü herhangi bir öyküden başlarsanız, o öyküde anlatılanı anlayamazsınız. Okurun bir öyküyü anlaması, önceki öyküleri okumuş olmasına bağlı. Bu kitap, uzun bir öykü veya kısa bir roman olarak nitelendirilebilir. Durum veya olay öyküsü fark etmez, genel öykü kalıbına/algısına uygun değil. Ben bu kitabı daha çok bir roman olarak okudum. Yazar, öykü ve roman arasındaki sınırları zorlamak veya sınırların belirsizliğine dikkat çekmek istemiş olabilir. Ancak bu muğlaklık, kitabın kurmaca yanıyla, olay örgüsüyle ilgili yorum yapmayı zorlaştırıyor.

Özetle, başka öykülerini de okumak isteyeceğim bir kalem.


Tadımlık Alıntılar

"Evliliğini gerçekte kim olduğunu ortaya çıkaran bir büyük afet olarak izlemişti, üstelik yükseğe çıkmasına lüzum kalmadan." (s. 18)

"Kendini dünyaya hep aynı kayıtsızlıkla bastırır." (s. 22)

"Uzun zamandır kullanılmamış etinin nazlı şaşkınlığı..." (s. 23)

"Yüzüne değen uzun saçlarını bir öfkeyle geriye attı. Keçe olsunlar. Dünyaya batsınlar. Demir olsunlar. İpek saçlarının onu kendisine yeterince benzettiğini düşününce hayrete düştü. Yumuşaklık. Uyum. Tarağın kayarak inmesi. Bedenini saran kumaşların hışırtısı. Bıçağın sebzelerin üzerinde çıkardığı pütürtülü ses. Ve intizam. Denge. Yetmişti." (s. 23)

"Sevgi buydu. Bir soluğun varlığına minnet, şükran, sevinç... Dünya üzerinde şu koca tek başınalığı dağıtan o varlığa sonsuz sarılma, ölse bile toprağına kıvrılma isteği. Esirgenmişliği bile paylaşıp, oradan gelen kıyıcılığı azaltarak bölüşme arzusu." (s. 41)

"Deniz'in Leyla'nın istekli bedenini derin uykusunda bile sezerek, onun nefesine doğru dönmesinde arının bala gelmesi, kelebeğin ışığa pervane olması, inananın Kâbe'sine dönmesi vardı." (s. 52)

"Güneş, Deniz'den kayarak odanın içinde neşeyle dolandı, Leyla'nın saçlarından geçti, ayak uçlarında dertop olmuş yorgandan kaydı, dolap köşelerini sertçe çizdi ve doyurulduğu için yeniden iştahla belirmiş arzu yumağının ortasında pırıldayarak büyüdü." (s. 52)

"Ȃşıkların dünyayı en çok kendilerinin sanmasından ötürü, dışarıdaki mutlak sessizliği kendi depremlerinin yarattığına çoktan inanmışlardı." (s. 53-54)

"Ama aşkın bitmek bilmez bir şefkatle âşığını, en çok da kendi eksiğinden sarmak arzusu olduğunu yeni yeni belliyordu." (s. 66)


                                                                                    Asıl yazılma tarihi: Eylül, 2020


28 Ekim 2020 Çarşamba

Sosyal İkilem: İki-lem Değil, Tek Yönlü Bir Argüman

 

Sosyal medyanın karanlık yüzünü gözler önüne serdiği iddiası taşıyan The Social Dilemma (Sosyal İkilem) belgeseli epey beğenildi. Ancak belgesel, zaten konuyla ilgilenenlerin, hatta kulaktan dolma bilgi sahibi olanların bile bildiğinin ötesinde pek bir şey söylemiyor. Evet, sosyal medya platformları, kullanıcıların kişisel bilgilerini satıyor, kullanıcılarını manipüle ediyor vs. Belgesel de bu durumları, bizzat işin içindeki bazı kişilerin, yani sosyal medya platformlarının sahibi teknoloji firmalarında etkili mevkilerde çalışmış kişilerin aracılığıyla onaylamış oluyor. Ne var ki, sunduğu çözümü derinleştirmiyor. Konuyla ilgili hiçbir bilgisi olmayanın veya derli toplu bir özet isteyenin ilgisini çekebilecek türden bir yapım olmakla yetiniyor.

Karşıt fikirlerin birlikte verilmediği bu tür yapımlara itimat etmeyi sorunlu buluyorum. Saf gerçeği öğrenmek mümkün mü bilemesek de, gerçeğin en yakın haline, karşıt fikirlerin çarpışmasıyla yaklaşılabileceğini düşünüyorum. Belgeselin tek taraflı bakış açısı, bence bu nedenle ikna edici değil. Örneğin, belgeselde deniyor ki, sosyal medya platformları yüzünden iç savaş çıkacak, insanları bölmek için belirli fikirlere yönlendiriyorlar. Tamam, ama bu belgesel de aynısını yapıyor; taraf tutup belirli bir fikre yönlendiriyor.

Sosyal medya tu kaka da, ana akım medya pek mi matah? Belgesel, böyle bir karşılaştırmaya girmiyor. Ama sosyal medya hesaplarını kapatın derken, alternatifini de göz önünde bulundurmalı: Tamamı yalan dolan olan ana akım medyadan mı bilgi edinelim o zaman? Kullanıcılar, sosyal medyada okumak istediklerini, ilgilendiklerini seçebilir; belgeselde sıkça vurgulandığı üzere, platformların sunduğu "önerileri" kabul etmek (ve manipülasyona izin vermek) zorunda değil. Oysa, ülkemizdeki TV kanallarının hemen hepsi aynı telden çalıyor; alternatif görüşlere ve ideolojilere pek yer verilmiyor.

Belgeselde fikir beyan edenlere göre, sosyal medya platformları sorumluluk alsa sorun çözülecek ve yalan bilgiler denizinde boğulmayacağız. Bu, teknoloji şirketlerini/sosyal medya platformlarını günah keçisi ilan eden eksik bir bakış açışı gibi. Belgesel neden olayın odağına sadece teknoloji firmalarını koymayı tercih ederek insan faktörünü es geçiyor? Asıl mesele şu değil mi: İnsanlar neden sosyal medyada her okuduğuna inanıp doğruluğunu araştırmıyor? Bu kolaycılığın nedeni, tüketim çılgınlığımız. Anlık bilgi kırıntılarını kolayca yutuyor ve tüketmek için bir sonrakine geçiyoruz. Çözüm bulunması gereken “tüketim”, yani kapitalizmin ulaştığı son deli evre. Ama kapitalizm olmasa, bu teknoloji firmaları/sosyal medya platformları da var olamaz. O zaman bu belgesel tam olarak neye hizmet ediyor?

Belgeselin yaptığı, olayı tek yanlı göstererek bir vicdan muhasebesine girişmek. Malum, eleştiriyle vicdan temizliği, kapitalizmin buluşu. Bu belgesel de, tıpkı Hollywood’un kendisini eleştiren Birdman filmine En İyi Film Oscar’ını vermesi gibi. Teknoloji firmalarının (eski) çalışanları özeleştiri getirsin, olumsuz yanlarını kullanıcılarla paylaşsın ve böylece kendileri bu yükten kurtulsun. Teşekkür ederiz, çok incesiniz. Sosyal medya bu kadar tu kaka olsa, sanırım bu belgesel de sosyal medyayla el ele bir duruş sergileyen Netflix’te yayımlanmazdı.


1 Haziran 2020 Pazartesi

"Kış Uykusu", Neyin Uykusu?


Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri ülkemizde ilk başta bu kadar tutulmuyor, festival izleyicisi dışında beyazperdede çok ilgi çekmiyordu. Hatta filmlerindeki sessizlikleri ve uzun bakışları dalga konusu yapan sinefiller bile çıkıyordu. Naçizane bir izleyici olarak kendi sinemasının zirvesine ulaştığına inandığım “Bir Zamanlar Anadolu’da”dan sonra çektiği Kış Uykusu ve Ahlat Ağacı bu durumu değiştirdi. İzleyici sayısını önemli ölçüde artırdığı bu iki filmse tarz olarak önceki filmlerinden biraz farklı.

Ceylan Kış Uykusu filmine kadar, az diyalogla çok şey söyleme yoluna gitti. Anlatmadı, gösterdi. Sözcükler değil görüntüler (hareketler) film diline hâkimdi. Sinemayı edebiyattan ayıran o nüansa hakkını verdi. Gelin görün ki, Kış Uykusu filmiyle bu bağlamda film dilini sevenleri de sevmeyenleri de şaşırttı. Açıkçası, Ceylan’ın önceki film dilinden oldukça tat alan biri olarak bu filmini yadırgamış, diğer filmleri kadar sevememiştim. Bu hayal kırıklığını cebime koymuş ve film üzerine çok da düşünmemiştim. Zaten her şey filmde söylenmişti. Bunun üstüne ne koyulabilirdi?

Her sahnesi, her karesi, her sözcüğü, her noktası virgülü titizlikle düşünülüp seçilmiş bir film olduğunu ancak bir sonraki izleyişimde önyargısız olarak bakabildiğimde fark ettim. Sorsalar, Ceylan neyin ustalarından diye, ayrıntıların derim. İzleyici, karakterlerin konuşmasına dalmışken bile, arkada başka bir film oynar. Sahnede görülen bir çöp bile oraya boşa konmuş değildir, bir anlam taşır. Bu nedenle, filmi, söylenenlerden azade bir gözle ele aldım. Çünkü söylenenler ile söylenmeyenler birlikte değerlendirildiğinde, filmi anlamak mümkündü. İmgeler ne söylüyordu? O zaman uyandım.

Türk aydınının eleştirisi olarak okunabilecek filmin ana karakteri Aydın’ın çalışma odasına bakarak başlamalı. Burada çok fazla tiyatro afişi var. Bu afişlerin bir kısmı duvarda, bir kısmıysa yerde. Duvardaki afişler; Shakespeare’den “Antonius ve Kleopatra”, Albert Camus’den “Caligula” ve Çehov’dan “The Seagull” (Martı). İlk iki afişin adında özel ad yer aldığından Türkçe’ye çevirisi söz konusu değil, İngilizce olarak yer alır. Martı’nın Türkçe afişi asılabilecekken, İngilizce afişinin asılması tercih edilmiş. Yerdeki afişler ise ön plana çıkmaz. Yerdeki afişlerin, duvardaki afişlerden farkı ise Türkçe adlara sahip olmaları (Örneğin: Sam Shepard’dan “Aç Sınıfın Laneti”). Ceylan’ın bu tercihinin arkasında, Aydın karakterinin temsil ettiği Türk aydınına getirdiği bir eleştirinin saklı olduğu söylenebilir. Aydın, Türk Tiyatrosu’nun Tarihini yazdığını söyler. Haliyle Türk Tiyatrosunu fazlasıyla önemsediğini düşündüğümüz Aydın, Türkçe adlara sahip afişlerdense yabancı adlara sahip afişler asmayı tercih etmiştir. Aydın, kendi özünü tamamen reddetmese bile (Türkçe adlı afişler hiç yok değil ama yerde, daha aşağı bir konumda) küçümser, Batılı ve yabancı olandan daha aşağı bir noktada görür.

Peki, özellikle bu tiyatro oyunlarının seçilmesinin bir nedeni olabilir mi?

MV5BMTNkNTg1NmQtOWRiNi00NmZhLWFmYjktZjcwZWFkZmQwYWU0XkEyXkFqcGdeQXVyMTI3MDk3MzQ@._V1_

Caligula kendisini tanrı, kız kardeşini ise tanrıça ilan etmiş deli bir kraldır. Böyle bir kralı anlatan Caligula oyunu afişinin, öncelikle Aydın’ın kullanımına, sonra da kız kardeşi Necla’nın kullanımına açıkmış gibi görünen çalışma odasında tam da Necla’nın oturduğu (ve Aydın’la sohbet ettiği) koltuğun arkasındaki duvarda asılı olması tesadüf gibi durmuyor. Ayrıca Caligula, oyunda karısını kaybettiğini anladığı anda bir aydınlanma yaşar. Benzeri bir aydınlanmayı Aydın da filmin sonlarına doğru tam da karısını kaybetme noktasına gelmiş görünürken yaşar ve karısı ona pencereden bakarken, içinden onunla tiradı andıran bir şekilde konuşur.

Antonius ve Kleopatra oyununda, Antonius âşık olduğu Kleopatra’nın peşinden gittiği için savaşta büyük bir yenilgi alır. Oyun, Kleopatra’nın Antonius’u gerçekten sevip sevmediğini sorgulatır. Film de Aydın ve Nihal’in ilişkisini de benzer şekilde sorgulatır. Nihal, Aydın’ı sevmiyor gibidir. Sevmiyorsa, niye onun peşinden buralara kadar gelmiştir ve onun yanında kalmaya devam ediyordur?

Martı oyununda ise çiftlik-malikâne sahibi olan ve feodal yapının küçük zenginlerinden olan Sorin tiyatrocudur ve eski bir tiyatro oyuncusu olan kendini beğenmiş kız kardeşi Arkadina da onlarla birlikte yaşıyordur. Yine bu oyunun karakterleri de Aydın ve kız kardeşi Necla ile örtüşüyor. Oyundaki ana karakterlerin hepsi, tıpkı filmdeki gibi, sanata düşkündür ve arayış içindedir. Ve yine filmde olduğu gibi, oyunda da bir öğretmen ve bir uşak / çiftlik yardımcısı vardır.

Türkçe ada sahip tek afiş olan ve temsil ettiği sınıf gereği de afişi yerde, yani daha aşağıda duran Aç Sınıfın Laneti oyunu, aç ve yoksul sınıftan olmadığını iddia eden ama aç ve yoksul olan, sarhoş bir baba karakteri de barındıran bir ailenin trajikomik hikâyesidir. Bu hikâye de, konusu itibariyle İmam Hamdi ile sarhoş baba İsmail ve ailesine gönderme niteliğinde düşünülebilir. Oyunda aç-yoksul olduklarını kabul etmeyişteki gurur, filmde İsmail’in paraları kabul etmediği gibi paraları yakmasındaki gurura dönüşür.

Aydın, eski bir tiyatrocu olduğundan, çalışma odasında tiyatro afişleri olması doğal. Peki, afişler vasıtasıyla tiyatro oyunlarının bu filme yerleştirilmesi özel bir amaca hizmet ediyor mu? Veya şöyle soralım: Neden ana karakter bir tiyatrocu da ressam, müzisyen falan değil? Filmin, aydın eleştirisi yaptığı aşikâr ama bu eleştiriyi yaparken tiyatro sanatını seçmesi, filmin derdiyle ilgili.

Filmin birçok sahnesinde tiyatroya, daha doğrusu bir kavram olarak “oyuna” gönderme var. Aydın’ın çalışma masasının yaslı olduğu duvarda farklı kültürlere ait maskeler görürüz (Türk kültürüne ait olanı sanırım yok). Maske, gerçeği gizleyendir. Hatta Aydın’ın da bu maskelerden birini yüzüne geçirdiği bir sahne var. Bu maskeli sahne öncesinde, Nihal’in Aydın’ı evde düzenlediği etkinlikte istememesi üzerine ikili mutfakta tartışır. Nihal vurgulaya vurgulaya “Yine eski sahneler yenileniyor, bunu istemiyorum, hem de hiç,” der. Bu bağlamda, Nihal ilişkilerini bir oyuna benzetir ama artık bu oyunu -en azından bu haliyle, aynı senaryoyla- oynamak istemez. Sonraki sahnede önce yüzündeki maskeyle -hem de yalancı Pinokyo misali burnu uzun bir maskeyle- görülen Aydın, maskesini çıkarır, ardından da Nihal’i ve düzenlediği etkinliği pencereden gizlice izlemeye koyulur. Evinde istemediğini söylediği bu etkinliği ve katılımcıları bir yandan üstten bakışıyla küçümser, bir yandan da bunun bir parçası olamadığından içi içini yer. Necla ile yaptığı uzun tartışmada ise, Necla Aydın’ı oyuncu olduğu için gerçeklerden uzak olmakla suçlar: “Ama tabii sen oyuncu olduğun için sahici olmayı, kendin olmayı unutmuş gitmişsin zaten. O kimlikten bu kimliğe çekirge gibi zıplayıp duruyorsun. Ama kendinle yaşamak diye bir şey vardır bu hayatta yani.” Aydın’ın, bu cümlelere verdiği öfkeli yanıta karşılık da Necla şöyle der: “Tirat güzeldi valla.” Oysa filmin önceki bir sahnesinde Aydın, müşterisi Timur’a, Omar Sharif’e ait olduğunu söylediği şu sözü aktarmıştır: Oyunculuk dürüstlükten ibarettir.[1] Filmde hayatı ve ilişkileri tiyatroya / oyuna benzeten başka anlar da var. Aydın, Suavi ve öğretmenin birlikte içtiği sahnede öğretmen şu lafı eder: “Biz yaşamıyoruz yani, tiyatroda yangın sahnesi oynuyoruz.” Nihal’in odasında geçen başka bir sahnede de, Aydın “İyi niyetlerle, masum, temiz hayallerle çıktık yola. Daha iyi bir yaşam, daha iyi bir toplum için…” derken, Nihal onun lafını böler ve şöyle der: “Kusura bakma ama sana inanmıyorum. Çok dinledim bunları. Sahnede değilsin artık, yapma lütfen.”

Filmde neyin anlatıldığı nasıl anlatıldığıyla da destekleniyor. Hayat rol yapmak, ilişki oyun, dürüstlük taklit şeklinde ifade edilirken, sahneler uzun ve kesintisiz diyaloglarla sunuluyor. Üstelik bu diyaloglarda kullanılan cümleler, teatral havayı besler şekilde oldukça kitabi. Hatta bu cümlelerin bir kısmı doğrudan Dostoyevski, Shakespeare ve Voltaire gibi Batılı ve yabancı aydınlardan yapılan alıntılardan oluşuyor. Bizzat Ceylan’ın da röportajlarında belirttiği üzere, filmin belirli bölümlerini neredeyse aynı zaman çizgisiyle Çehov’un “Karım” ve “İyi İnsanlar” adlı öykülerinden almış. Öyküleri filme uyarlamak yerine bilinçli olarak taklitçi bir anlayışa başvurduğu bile söylenebilir. Aydın ile Necla arasında “Kötülüğe karşı koymamak ne demek sence?” sorusuyla başlayan tartışmaya da bu bağlamda bakmak yerinde olur. Necla “Kötülüğe karşı koyarken güç kullanmak yerine tam tersi bir şey yapsak?” ve “Belki yaptığı işten bir anda utanacak, vicdan azabı duyup suçunu itiraf edip teslim olacak. Buna fırsat vermek gerekmez mi?” benzeri cümleler sarf eder. Necla’nın burada savunduğu, aslında Hristiyan inancında yer alan “Sağ yanağına vurana sol yanağını çevir” görüşüne gönderme niteliğindedir. İncil’e göre kötülüğe kötülükle karşılık verilmemelidir. Çehov’un Rusya’da geçen “İyi İnsanlar” öyküsüne ait bu tartışma, İslam inancının hâkim olduğu ülkemizin toplumsal gerçekliğine oldukça uzak. Benzer bir nedenle de konu -en azından Hristiyanlık’taki bu görüşü bilmeyenler için- havada kalıyor. Ceylan, bu tartışmayı ülkemizin inanç / ahlak sistemine daha yakın bir hale getirerek uyarlama veya bu coğrafyaya ait bir hikâye-konu kullanma yoluna gitmemiş. Filmin müzikleri de yine Batıya ait eserlerden. Filmin afişi ise İlya Glazunov tarafından 1970 yılında Dostoyevski’nin Beyaz Geceler romanı için tasarlanan kapağın biraz değiştirilmiş hali; özgün değil ve yine yabancı bir eserin taklidi. Ve Ceylan bunu bizzat filmin içinde kendisi itiraf ediyor. Nihal’in odasındaki sahnelerden birinde Aydın kısa bir an için duvarda asılı resme baktığında, kamera da resme odaklanır. Bu resim Glazunov’un orijinal eseridir.

Kendi kültürüne ait eserler yerine Batıya ait ve yabancı eserlerin bu kadar yoğun ve neredeyse göze parmak şekilde kullanılması keyfi bir tercih değil. Türk aydınını eleştiren Kış Uykusu, Türk aydınını Batının taklitçisi ve yabancı hayranı olduğu için eleştiriyor. Kendi kültüründen kopuk bir aydın, ne kadar aydındır ve topluma nasıl bir katkı sağlayabilir? Türk aydını iyi niyeti bile taklit ediyordur, dürüst değildir. Kasabadan yayan bir şekilde vadinin çamurlu yollarına bata çıka (hem de ikinci kez) uzun bir yolu teperek gelen İmam Hamdi ile yeğenine, Aydın “Niye söylemedin Hamdi Hoca ya? Hiç değilse dönüşte Hidayet bırakırdı sizi. Hay Allah ya, üzüldüm şimdi,” der ancak tam bir dakika sonra Hidayet, Aydın’a sanayiye gideceğini söyler. Halbuki, tam o an sanayiye gitmek yerine Hamdi Hoca ile yeğenini araçla bırakabilecekken. Ama Aydın, Hidayet’in arabayı alıp gitmesine izin verir, böylece onca uzun mesafeyi çamurlu yolda gelmesine -sözde- üzüldüğü Hamdi Hoca ile yeğeninin yine o uzunca çamurlu yoldan geri dönmemeleri konusunda hiçbir şey yapmaz. Aydın’ın teklifinde samimi olmadığı, zor durumdaki insanları veya onlara yardım etmeyi umursamadığı belli olur. Oysa, aynı imamı çamurlu pabuçları nedeniyle eleştiren bir yazı yazarak ahlaken yermekte Aydın için bir sorun yoktur. Filmde bir başka aydın olarak konumlandırılan Necla’nın durumu da farklı değildir. Kötülüğe kötülükle karşılık vermemeyi deli gibi savunan Necla, hemen bir sonraki sahnede Nihal’e, sırf yeni temizlikçileri Necla’nın sevdiği bardaklardan ikisini kırdığı için bu bardakların ücretini aylığından kesmekten bahseder. İyi insan olmadan, olmaya çalışmadan, sadece bu konu üzerine konuşarak alınan pozisyon da iyi insan rolü oynamaktan ibarettir. Başka bir sahnede de Aydın, bir sahne öncesinde Nihal’in yardım toplama etkinliğini yenilip yutulmayacak sözlerle eleştirmiş olmasına rağmen, bu kez Nihal’e yardım toplama konusunda destek olacağı, makbuzları düzene sokacağı gibi laflar eder. Aydın yumuşamış mı veya daha aklıselim bir yaklaşım mı sergiliyor? Aydın bu sahnede girizgâh yaparken izleyicilere aynadaki yansıması üzerinden gösterilir. Ayna imgesinin söylediği belli: Aydın’ın o sırada gösterilen iyi niyetli ve anlayışlı yüzü gerçek değil, sadece bir yansıma. Varlıklı ve yardımsever koca rolünün bir gereği.

Batı’nın gözünde Doğu nasıl daha alt seviyedeyse, Doğu’nun aydını da kendisini, ne kadar geliştirse de, değersiz bulunan Doğu’nun bir aydını olduğu gerçeğinden farklı bir şekilde konumlandıramaz. Türk aydını kimlik inşasında bu yüzden Batı’nın taklitçisidir; Batılı olamadığı için Batılıyı oynar. Filmin geneline imgesel olarak da hâkim bu anlatının sonu, yine de umut -belki de Ceylan’dan bir çağrı- barındırır. Aydın, filmin sonunda, bir şey yapıyormuş, çok çalışıyormuş imajını ayakta tutmak için sürekli bahsedip durduğu ama bir türlü başlayamadığı, üzerinde çalıştığına hiç şahit olmadığınız Türk Tiyatrosu’nun Tarihini yazmaya başlar. Sonunda batıdan kurtulup kendi özüne dönmenin ilk adımını atmış olur.

Aydın, kış uykusundan uyanmış olabilir mi?

[1] Omar Sharif’e ait böyle bir söz bulamadım. Ancak Amerikalı komedyen George Burns’ün böyle bir sözü var ve şu şekilde devam ediyor: “Dürüstlüğü taklit edebiliyorsanız, tamamdır.” Ceylan’ın aslında bu söze gönderme yaptığını söylemek, aşırı yorum olur. Yine de, filmdeki cümlenin devamı olan bu cümleye olası bir gönderme bile, filmdeki anlamı pekiştiriyor. Dürüstlük bile taklit edilebilir. Taklit edilebilir bir dürüstlük oyundan ibarettir.

NOT: Bu yazı ilk olarak 28 Mayıs 2020'de Parşömen Edebiyat'ta yayımlanmıştır.

5 Mayıs 2020 Salı

BİR TAŞRA KÖPEĞİ veya AHLAT AĞACI: Var Olmaya Çalışmanın Dayanılmaz Ağırlığı


                                                                          “Huzursuz olmayan bir tek insan göster                                                                           bana, kendiyle ilgili en temel soruyu                                                                               sormamak için koşuşturuyor herkes.”[1]


Akın Aksu’nun adını ilk olarak Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı filminin ortak senaristi olmasıyla ve filmdeki imam karakterini oynamasıyla duymuştuk. Aksu’nun verdiği bir röportaja göre, Çanakkaleli Nuri Bilge Ceylan, yine Çanakkaleli olan Aksu’nun babasını tanıyormuş ve Aksu ile babasının arasındaki ilişkiden aldığı esinle Ahlat Ağacı’nın senaryosunu Aksu ile birlikte yazmış. Aksu’nun filmden önce yazdığı Bir Taşra Köpeği romanı ise film tamamlandıktan sonra 2019 yılında Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Şunu açıklığa kavuşturmalı: Filmdeki ve kitaptaki hikâye aynı değil. Ama eserlerin, tarz olarak akraba oldukları söylenebilir.

Bir Taşra Köpeği, tıpkı Ahlat Ağacı’ndaki gibi, üniversiteyi yeni bitirmiş, parasız bir gencin, taşradaki başka kişilerle olan iletişimi üzerinden bir anlam arayışındaymış gibi oradan oraya sürüklenmesinin birinci tekil şahısla anlatılan hikâyesidir. Kitap da, filmdeki gibi diyaloglar üzerine kuruludur ve hayata dair büyük cümleler kurulur. Sıkıcı ve tekdüze oluşuyla taşra hayatı, diyaloglara daha fazla yer açar. İmam, çaycı, internet kafeci, emlakçı, trafikçi, yumurtacı, büfeci, köylü gibi halkın içinden karakterlerin yanı sıra müzeci, arkeolog, sanat tarihçisi, felsefeci, gazeteci, halkevci gibi sürekli birbirleriyle didişen aydınlar da ana karakterin sohbet arkadaşları arasındadır. Herkes bir diğerinin arkasından konuşur. Aydınların birbirlerine yönlendirdikleri öfkelerinin altında ise taşraya hapsolmuşluğun getirdiği öfke yatıyor gibidir. Herkes hıncını başkasından çıkarma derdindedir. Suçlu hep ötekidir. Bu yanlarıyla da hepsi birbirinin bir benzeridir. Ancak, neredeyse her karakter, karşısındakiyle değil aslında kendisiyle hesaplaşmak için konuşuyor izlenimi verir.

Aksu’nun diyalogları, taşrayı tanımadaki ve gözlem yapmaktaki ustalığını gösteriyor. Taşrada büyümüş biri olarak, diyalogları okurken “A evet böyle tipler vardır, böyle derler,” diye geçirdim içimden. Kitap çok fazla ve çok farklı profilden karakter barındırmasına rağmen, hepsi kendi karakterine uygun sözcükler kullanıyor ve tepkiler veriyor. Karakterlerin bu kadar sahici verilebilmesiyle elde edilen doğallık, kitabı leziz kılan birkaç noktadan biri. Diyalogların böyle yoğun kullanılması hem gündelik anların daha iyi yakalanmasını sağlıyor, hem de bu anlara sinmiş anlamsızlığı ortaya çıkarıyor. Kitaptaki mekânlar ise, her taşrada bulunacak türden: İnternet kafe, kahvehane, çay bahçesi, park, dernek vb. İnsanların sosyalleşmek için geldiği bu yerler, diyalogların da en fazla yaşanabileceği noktalar oluşuyla hayatın oldukça içinden.

Kitapta kadın karakter yok gibi bir şey. Çünkü kitapta çizilen erkek tipi, genelde kadınsız. Kadınlarla olan ilişkilerinde başarısız olmuş tipler. Belki onları sıkışıp kaldıkları taşrada bu kadar çaresiz kılan mühim etkenlerden biri de bu. Var olma çabaları ve anlam arayışları, kadın olmayınca/olmadığından daha eksik kalıyor bu erkeklerin; taşra sıkıntıları daha çok artıyor. Geneli diyaloglarla ilerleyen kitapta erkeklerin sürekli başka erkeklerle konuşmasına bu açıdan da bakılabilir. Başka bir erkeği sözleriyle alt ederek var olmaya çalışan erkekte acınası bir yan var. Bu erkek, bir deney faresi gibi kafeste sürekli koşup duruyor ama bir türlü o imkânsız hedefe varamıyor, çünkü bir türlü tatmin olamıyor.

Dikkat çekici bir nokta da ana karakterin hayvana bakışı. Kitapta yer yer, hayvana duyulan merhamet seziliyor; hatta hayvan yaşamına duyulmayan saygıdan dem vuruluyor (Bkz. balık, yumurta, et vb. ile ilgili bölümler). Bu yanıyla da kitabın, hayvana yani “en ötekiye” bakıştaki insafsızlığa dikkat çekmeye çalıştığı söylenebilir. Ötekine zalim olanın, âlim olmaya çalışması gülünç. Bir yandan da, kitabın adından tahmin edilebileceği üzere, ana karakter ile kitapta bahsi geçen sokak köpeği arasında bir bağ kuruluyor; karakter kendisini köpekle özdeşleştiriyor. Köpeği takip ederken de, köpekle birlikte o da bir arayışta. Köpeğe de yardım edemiyor, kendine bile yardım etmekten acizken.

“Bir beklenti içerisinde olduğu anlaşılıyordu ama ümidi olmasına rağmen yine de muhtaç olmanın utancıyla gururu harekete geçiyor ve sanki bu yüzden uzun süre bakamıyordu yüzüme. Ama ara ara çekinceyle bana bakan bu gözler, daha önce hiçbir insanda görmediğim kadar güçlü bir anlam ile doluydu. İç ezginliğini, hazlara ulaşma çabasının bedelini, tüm canlıların içine düştüğü bu çukurdaki çırpınışında yaslanabileceği bir yoldaş bulamayaşının burukluğunu yansıtan bu bakışlar, içimde derin bir yara açmaya yetmişti. Sevgiye değer görülmeyişinin yazgısını taşımakla yükümlü, evrende yapayalnız yaşayan ve sonsuz gecelerde yıldızlardan başka kimsesi olmayan bir canlının bakışlarıydı bunlar.”[2]

Ancak, köpek bir tercih yapıp bir yol seçiyor. Ana karakter ise yolu gerisingeri dönüyor; tercih yapmıyor, eyleme geçmiyor. Sonraki rastlaşmalarında köpeğin düştüğü durum ise köpeği, sadece ana karakterin imgesi olmaktan çıkarıp tüm insanlığa genelliyor. Nitekim kitabın sonunda da bazısının yazgısı köpeğinkinden farklı olmuyor. Kitap, olay odaklı ilerlemese de, sürpriz bozmamak adına kitabın sonuyla ilgili yorum yapmaktan kaçınmalı ama şunu da söylemeli. Anlam arayışı, kopuşlarla ve kayıplarla sekteye uğruyor. Kitapta, Türkiye’nin bir panoramasını sunacak kadar çok karaktere ve karakterlerin hayatlarındaki boşluğu dolduracak kadar çok diyaloğa yer verilmesi, karakterlerin varlık krizine dönüşen taşra sıkıntısından kaçmalarına yarıyor yaramasına ama sonuçta insanı bekleyen acı gerçek de değişmiyor. İnsan yalnızdır.

Kitabın anlatım tarzı ve dili de, yukarıda bahsettiğim birkaç lezzet noktasından biri olduğu gibi, hikâyesini çok iyi taşıyacak, hatta besleyerek daha da ortaya çıkaracak türden. Karakterlerin konuşurkenki hâllerini, tavırlarını, hislerini yansıtmak amacıyla kullanılan ayrıntı zengini tasvirler, karakterlerin diyaloglarını tamamlar nitelikte. Bu taşra insanlarının okuyucunun kafasında bu kadar iyi canlanması ve bu kadar tanıdık gelmesi, sade ve doğal diyaloglar kadar, karakterlerin o diyaloglara eşlik eden anlardaki hâletiruhiyelerini belirginleştiren bu betimlemelerde gizli. Aksu sadece taşrayı değil, insanı da bilen çok iyi bir gözlemci; gözlemlerini aktarmadaki başarısı, dili de büyük bir beceriyle kullandığını kanıtlıyor.

Bu kitabı okurken kendime şu soruyu sorduğum zamanlar oldu. Bu bir roman mı? Birçok bölümden oluşan romanın her bölümü tek başına da bir hikâye anlatıyor. Rastgele bir bölüm seçip okunsa dahi, diğer bölümlerden bağımsız şekilde anlam ifade eden bir metin çıkıyor okuyucunun karşısına. Bu bölümleri bir öykü kitabında öykü olarak da okuyabilirdik. O zaman bu roman, taşra hikâyelerinin birbirine eklenmesinden mi ibaret? Yazarın bu tercihi daha ziyade anları vurgulamaya odaklanmasından kaynaklanıyor gibi. Keder, sevinç, coşku… Bu hislerin hiçbiri genele yayılmış bir süreklilik arz etmiyor. İniş çıkışlarıyla insan “an”da var oluyor. Büyük büyük laflar eden küçük yer insanı, anların getirdiğine bu kadar kapılmasa, o daralma hissiyle kendini daha da küçülmüş ve boğulmuş hissetmez miydi?

Bir Taşra Köpeği, bir tartışma hâli; hem karakterlerin diyalogları hem de hikâyeleri anlatışında aldığı tavırla. Var olmak, tarih, tanrı, devrim, örgütlenme, aydın olma, suç-ceza gibi insana dair birçok konuyu ele alırken okuyucuyu düşündürüyor. Bu yanıyla da, Ahlat Ağacı’nın bir baba-oğul ilişkisini anlatırken ülkenin farklı profillerdeki karakterlerinin girdiği benzer sorgulama ve tartışma sahnelerini anımsatıyor. Ahlat Ağacı filminden tat alanların, filmle akraba bu romanı da keyifle okuyacağına inanıyorum.

[1] Akın Aksu, Bir Taşra Köpeği (İstanbul: Doğan Kitap, 2019), 91.

[2] Akın Aksu, Bir Taşra Köpeği (İstanbul: Doğan Kitap, 2019), 92.

28 Nisan 2020 Salı

Kaliforniya’nın En Eski Milli Parkı: "Big Basin Redwoods State Park"





Sular yükselip ele geçirdi dünyayı. Suyun ulaşmadığı tek bir tepeye vardı bir çakal, bir kartal ve bir sinek kuşu. Beklediler, su alçalana ve dünya kuruyana kadar. Sonra kartal, çakalın yanına getirdi güzel bir dişi. “Bu kadın senin karın olacak ve insanlık yeniden doğacak.” İşte böyle doğdu Ohlone çocukları.

Ohlone yaratılış efsanesine göre, suyun alçalmasını bekledikleri tepe şu anda “Big Basin” denilen bölge. Big Basin’de sömürgeci İspanyollardan önce yerliler varmış. Ve Ohlone imiş adları.


Kızılderililerin tamamında ortak bir mitolojik figür olan çakal, Ohlone kültüründe de öne çıkıyor. Çakal hem dönüştürücü bir bilgelik, hem de üçkâğıtçı bir yaklaşımla veriliyor. Ders verme amacı güden hikâyelerde tıpkı insan gibi zaaflara sahip bir canlı olarak resmedilmiş. Hâlen anlatılagelen bu hikâyeler zamanla, Anglo kültürün, kendi yerli kültürlerini istila etmesini engellemeye yönelik dersler verecek şekilde değişmiş.


İspanyollar 1700’lü yılların sonlarında bu bölgeye gelmeden önce, yaklaşık on bin yıldır burada yaşayan elliden fazla kabile varmış. Bunların en bilinenleri, Cotoni ve Quiroste imiş. Bu kabileler, San Francisco ve Monterey Bay bölgelerine hâkim olan Ohlone kültürünü oluşturuyormuş. “Ohlone” sözcüğü sahil sakinleri, deniz kıyısında yaşayanlar anlamında kullanılıyor. Ohlone halkı Uti dilini konuşur ve danslarıyla ünlü Kuksu dinine inanırmış. İspanyolların, yerlileri Hristiyanlaştırma çabaları sonucunda, sayıları üç yüz bini bulan Ohlone yerlilerinden yaklaşık elli bini Hristiyan olmuş. 1800’lü yıllarında ortalarında Kaliforniya eyaleti, Ohlone kabilesinin liderlerini katletmiş. Bu katliamda rol alan kişiler ise daha sonra devlet memuru olarak çok iyi mevkilere getirilmiş. Kabile kültürünün sonunu ise Avrupalıların taşıdığı salgın hastalıklar ile yine Avrupalıların hem doğal kaynakları hem de yerli geleneklerini yok etmesi getirmiş. Günümüzdeyse bu kabilelerden kalan kişiler, federal düzeyde tanınırlık kazanmak ve kültürlerini canlandırmak için mücadele ediyor.


Big Basin bölgesi şu anda aşağı yukarı 73.000 km2 / 7.300 hektar ormanlık alana sahip. Üstelik bu, şehirleşme ve altın aramaları nedeniyle yapılan ağaç kesimleri yüzünden ormandan geriye kalan %5’lik kısım. Bu kadim ağaçların daha fazla kesilmesini engelleyerek onları korumak için 1900 yılında kurulan Sempervirens Club’ın oluşturduğu kamuoyu sayesinde “California Redwoods State Park” (yeni adıyla “Big Basin Redwoods State Park”) kurulmuş.

Bu milli park, sahil sekoyalarından oluşuyor. Latince adı “Sequoia Sempervirens”, İngilizce adı “Redwoods” olan sahil sekoyaları yalnızca ABD’de Oregon ve Kaliforniya eyaletlerinde bulunuyor. Bu ağaç türü Kaliforniya’nın resmi eyalet ağacı. Yaşlarının 1000 ile 2500 arasında değiştiği tahmin ediliyor. Boyları 100 metreye varabiliyor. Dünyanın en uzun ağacı da yine bu bölgede bulunan bir sahil sekoyası olan 115,90 metre boyundaki “Hyperion”. Ağacın yoğun ziyarete maruz kalabileceği ve bunun da orman ekosistemine zarar verebileceği endişesiyle, ağacın kesin konumu paylaşılmıyor.


Sahil sekoyalarının kökleri 2 metre derinliğe kadar yayılabiliyor, hatta başka ağaçların kökleriyle birbirlerine girerek bir ağ oluşturuyorlar. Topuzlu çam, Douglas göknarı, kırmızı alder, madrone, cüce kestane ağacı, at kestanesi ve tanoak meşesi Big Basin Redwoods Milli Parkı’nda bulunan ve çoğu yine bu bölgeye özgü olan diğer ağaçlardan. Tilki, çakal ve vaşak gibi hayvanlar da ormanın sakinlerinden.

İnsan türü olarak, türlerce hayvanı ve ormanı yerinden ettik ve sömürdük. Dengesini bozduğumuz bu dünyanın her bir noktasına Corona virüsü nedeniyle adım atmaktan korkar hale gelmeden önce, gezdiğim son doğa harikası burasıydı. 13 Mart’tan beri dışarı çıkmadım. Ve bu süre zarfında, neden kendimi, rutinimin neredeyse tamamını geçirmek zorunda kaldığım yeşil-bilmez bir şehirden ziyade, hayatımda sadece iki kez gördüğüm bu devasa sekoyalı ormana daha ait hissettiğimi anladım.


Ayaklarımız toprağa değince sanıyoruz ki, toprakla bağımız kopmadı ama dikilen her bir betonun arasına sıkışıp giden bir şeyler var. Betondan bir medeniyet, biz insanları doğanın dışına hapsediyor. Saksıdaki çiçek değil, topraktaki çiçektir doğa. Süs ağaçları değil, dedemiz yaşındaki ağaçlardır doğa. Bodur ve şekil verilmiş çimenler değil, birbirine girmiş yabani çalılıklardır doğa. Bunları yitirdikçe yaşamı da yitiriyoruz. Sadece fiziksel olarak değil, manen de. Yerine müzik, resim, edebiyat koyarak, bu boşluğu doldurmaya çalışıyoruz. En güzel müzik, kuş sesleri değil mi. En iyi resim, bir ormanın içinde akan nehir değil mi. En güzel hikâyeleri, bize dağlar ve hayvanlar anlatmıyor mu. Ama bizler, mülk denen kendi küçük ve biçare medeniyetimizi savunmakla meşgulüz. Özel mülk dediğimiz yerde meydan muharebesi yaşanıyor. Baltayı, ağaçtan değil betondan tarafa vurmadıkça da sürecek. Kulağımızı tıkadığımız şu gerçeğe bundan sonra erebilecek miyiz? Doğa kaybederse, insanlık da kaybedecek. Doğa bizim özümüz, tözümüz, kökümüz.

12 Nisan 2020


Not: Tüm fotoğraflar bana aittir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak, fotoğrafları daha büyük ve net görüntüleyebilirsiniz.

17 Mart 2020 Salı

Ernesto'nun Cenneti: Savaş Altındaki Suriye'de Bir Hayvan Barınağı


Suriye’de savaş başlamadan önce Halep’te elektrikçi olarak çalışan Mohammad Alaa Aljaleel, savaş başlayınca sivillere yardım etmek için ülkeyi terk etmemiş. 2012’deyse terk edilen ev kedileri ile sokak kedilerine bakmaya başlamış. Onlara bakmak için gerekli parayı ambulans şoförlüğü yaparak elde etmiş. Nihayet 2015’te medyanın ilgisini çekince bir Facebook grubu kurarak bağış toplamaya başlamış. Zamanla 25.000 kişiye ulaşan “Il Gattaro d’Aleppo” adında bir grup ortaya çıkmış. Böylece yaklaşık 100 kediyi barındıran "House of Cats Ernesto" adlı barınak kurulmuş. Açılışa bölgedeki çocuklar çağrılmış. Amaç, bombalar altında yaşayan çocukları da mutlu etmekmiş. Zamanla “Pet Therapy” doğmuş ve çocuklar ile hayvanların oynadığı bölgeye “Umut Bahçesi” denmiş. 



2016’da her şey kötüleşince elektrik, su ve internet kesintileri başlamış. Alaa’nın ambulansı 5 kez havaya uçmuş, grup her seferinde yenisini almış. Yine grubun yardımıyla, hem hayvanlar hem insanlar için bir kuyu kazılarak temiz su elde edilmiş. Elektrikçi olan Alaa jeneratörler yapmış. Yemek bulmak giderek pahalılaşsa ve zorlaşsa da kedileri besleyebilmiş. Halep’in tahliye edilmesinden hemen önce barınak bombalanmış. Kedilerin çoğu ölmüş. Alaa, kalan kedileri yanına alarak Halep’in biraz dışındaki daha güvenli bir noktaya gitmiş. Bu kez de gaz bombaları atılmış ve kalan kedilerin de çoğu ölmüş. Alaa da Halep’ten ayrılmaya karar vermiş. Mümkün olduğunca çok insanı ambulansa alarak Suriye-Türkiye sınırındaki mülteci kamplarına taşımış. 




Ve Halep’in daha kırsal bir noktasında “Ernesto’s Paradise” adlı başka bir barınak kurulmuş. Şu anda burada 200’den fazla kedinin yanı sıra maymunlar, güvercinler, tavşanlar, köpekler ve bir at da var. Tabii çocukların ve hayvanlarına kaynaştığı “Umut Bahçesi” de eksik değil. Zor da olsa bir yıl önce bir veteriner de bulmayı başarmışlar. Dr. Mohammad Youssef ile birlikte bir klinik açmışlar. Burada İdlip ve Halep’te yaşayanlarına hayvanlarına ücretsiz hizmet veriyorlar. Yine bir yıl önce Halep hayvanat bahçesinde kalan hayvanları da kurtarmışlar. Çoğu açlıktan, hastalıktan veya yaralandığından ölmüş ama birkaç kaplan, aslan ve köpek kurtararak farklı ülkelere transferlerini sağlamışlar. 



Savaş devam ediyor ve savaşın unutulan kurbanları olan hayvanlara yardım için onlar orada. Barınak, internet üzerinden yapılan bağışlarla ayakta duruyor.