25 Mayıs 2023 Perşembe

GERÇEKTEN KURAK BİR GÜNDÜ

Son iki senede izlediğim yerli filmler ve diziler o kadar kötüydü ki, Emin Alper’in Kurak Günler filmine çok kötü demek büyük bir haksızlık olur. Ama beni hem ideolojik duruşuyla hem içerdiği boşluklarla hayalkırıklığına uğrattığını inkâr edemem.

İnsanları ya iyi ya kötü şeklinde çizen karikatürize bir bakış açısının ürünü bu film ile Tepenin Ardı gibi usta işi bir eserin aynı yönetmenden çıktığına inanmak zor. Kurak Günler’in tematik açıdan Tepenin Ardı’nın devamı niteliğinde olabileceğini, tepenin ardında kalan yani görünmez olan şiddetin bu filmde izleyiciye tepenin ardını göstererek görünür hale geleceğini, dört bir yanı saran bir şiddete tanıklık edeceğimizi tahmin etmiştim. Ancak bunu yaparken, Türkiye’deki toplumsal kutuplaşmayı eleştirmek şöyle dursun, ona hizmet eden bir film olmuş. Ve biz enteller de, elbette AKP karşıtı duruşumuzla taraf oluyor ve muhafazakâr köylüye tükaka, ezilen aydına yazık, diyoruz. Oysa, AKP’yi başa getiren koşulları hazırlayan da bu bakış açısı değil miydi? Sanırım hiç ders çıkaramamışız.

Ayrıca film pat diye bitiveriyor; hızlı oluşu nedeniyle zor kurulan bağlantı bir yana, filmin aydına önerisi kaçmak mı, yoksa obruk gibi bir mucize beklemek mi? Hakkımızı arayınca olmuyorsa, zora gelince, başka bir ülkeye mi kaçalım? Yoksa dışarıdan bir el kurtarsın mı bizi? gibi sorular dolaşıyor aklımda. Bir araya gelip örgütlensek mesela olmaz mı? Sanırım bu bir seçenek bile değil. Çünkü kasabada seçim olduğuna göre, en az iki siyasi parti yarışıyor olmalı ama ne hikmetse, kasabada gazeteci dışında muhalif partinin bir üyesi yok gibi bir tablo çizilmiş. Bir de, her şey, seçimin sonucuna bağlıysa seçim böyle geçiştirilmeli miydi? Söz konusu bir film olduğundan sürenin kısıtlı olduğunu tahmin edebiliyoruz ama işte bu noktada, yönetmen de zekâsını ve yeteneğini konuşturarak bir çözüm bulabilirdi.

Başrollerdeki Selahattin Paşalı ve Ekin Koç’un sürekli övülen oyunculuklarını iyi bulmadım. Gazeteci rolündeki Koç manken gibi, niteliksiz bir dizinin karakteri gibi bir bakış ve duruş sergiliyor. Özellikle ilk bölümde Erol Babaoğlu’nun oyunculuğunu beğenmiştim ama hikâyenin gidişatı ve verilme şekli yüzünden bir zaman sonra onun oyunculuğu bile inandırıcılığını yitirdi. Zaten genel olarak insanlar arasındaki ilişkinin iyi verilemediğini, eşcinselliğin fazla belirsiz bırakıldığını, ilişkinin zorlama ve halkın tepkisinin aşırı olduğunu, ortaya çıkan düşmanlığın, lincin arkasındaki motivasyonun yetersiz kaldığını düşünüyorum.

Bazı sahneler, skeç olmaktan öteye geçememiş. Doğrudan anlatım bir tercih olabilir ama bu kadar kör göze parmak olması şart mıydı? Zaten Alper bir röportajında şöyle demiş: “Doğrudan olsun, açık olsun istedim. Hiç öyle kaygılarım olmadı açıkçası. Bu biraz diğer filmlerime kıyasla daha lafını söyleme filmi olduğu için, o konuda dilimin özel bir inceliği ve zarafeti olsun diye çok düşünmedim.” Lafı söyleme filmi ne demek? Tepenin Ardı, lafını söylemiyor muydu? Çok da güzel söylüyordu, hem de bu kadar göze sokmadan, geveze olmadan.

Bu senenin favorisi üç film Kerr, Karanlık Gece, Kurak Günler ve üçünün ortak noktası obruklar. Şu anda en az bir öğrenci Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesini Çağdaş Türk Sineması’nda obruklar üzerinden okuyan bir makale yazıyor olmalı. Belirli dönemlerde ülke sinemaları da belirli bir konuya odaklanıyor ama böyle aynı metaforda buluştukları nadirdir sanırım. Obruk yani çukur deyince aklıma Dario Fo’nun sözü geliyor: “Başımız dik yürüyoruz çünkü boğazımıza kadar boka battık.”

Ancak, son senelerde sadece izlediğim yerli filmlere değil okuduğum yerli kitaplara da (hatta ikisi hakkında yazmıştım, bkz. Kadastrocu, bkz. Bozlak) benzer bir tema hâkim: Gerçeğin üstünün örtülmesi, suçun örtbas edilmesi. Faili meçhuller aydınlatılmadığı, susanlar konuşmadığı, adalet yerini bulmadığı sürece bir yüz yıl daha aynı hikâyeyi anlatırız.

Ve faili meçhul suçların konu edinildiği bu filmler ve kitaplar hep taşrada geçiyor. Neden kentte değil de taşrada? Kent çok medeni de, taşra mı hep suçlu? Burada da yine başta bahsettiğim şeye dönüyorum. Aydınlar olarak, toplumu kentli ve köylü diye ayırıp, kendimizi kentli olarak taşralılıktan, köylülükten azade konumlamayı tercih ediyorsak şayet, hadi ben demeyeyim de Nazım Hikmet desin: “Kabahatin çoğu senin canım kardeşim”

NOT: Bu bir film incelemesi değil. 2022 Aralık'ta sinemadan çıktığımda kâğıda döktüğüm anlık hislerimden ibaret. Film Netflix'e geldi diye de tekrar izlemeyeceğim.



 

9 Mayıs 2023 Salı

Özcan Alper’le “Karanlık Gece” söyleşisinden notlar

 


Özcan Alper’in son filmi Karanlık Gece nihayet 28 Nisan’da vizyona giriyor. 18 Aralık 2022 tarihinde Sinematek’te izleme fırsatı yakaladığım filmden sonra yönetmenle gerçekleştirilen söyleşiden önemli bulduğum birkaç noktayı paylaşmak istiyorum. Ses kaydı alma/video çekme alışkanlığını halen edinemediğimden not tutuyorum, bu nedenle cümleler yönetmenin birebir cümleleri değil, o konuşurken kâğıda aktarabildiğim kadarından ibaret.

Kolektif kötülük, linç kültürü, olayların üstünü örtme/olayları örtbas etme, toplumsal hafıza üzerine düşündürten bir film Karanlık Gece. Hikâye günümüzde geçse de filmin yüz yıllık bir hesaplaşmayı anlattığını söyleyen Alper, “Yüz yılın Türkiye’sini anlatmak istesem nasıl anlatırdım?” fikriyle yola çıkmış.

İlk başta, olayı, mağdurun yani Ali’nin penceresinden anlatmayı düşündüğünü ifade eden yönetmen; riskli bir tercih yaparak tam tersinde karar kılmış ve olayı, suçun faillerinden birinin, İshak’ın gözünden anlatmayı daha doğru bulmuş. Peki, ana karakter İshak neden diğer köylülerden farklı? Aynı yerde, aynı tip bir ailede yetişmiş. Ne var ki, İshak müzisyen; onu farklılaştıran şey, sanatın ona değmiş olması. Çocukluğu bir dağ köyünde geçen ve İstanbul’da üniversiteye başlayana kadar sinemaya gitmediğini söyleyen Alper, kamusal alanının ne kadar önemli olduğunu kendinden bildiğini ifade ediyor. Kendisinin sinema okulunun, o zamanların TRT’si olduğunu belirterek, dağ köyünde bir çocuğun sanatla tanışmasının ne kadar değerli olduğunun altını çiziyor.

İşin içinde devlet var, deyip, toplum olarak kendi üzerimize sorumluluk almaktan kaçtığımızı söyleyen yönetmen, filmi birlikte yazdıkları yazar Murat Uyurkulak’la bu noktaya çok dikkat etmişler. Kötülük meselesinde iyi-kötü gibi net ayırımları savunmayan yönetmen, herkesin kendi içinde de kötülük olduğunu vurguluyor. Sanatın da, kötülüğü bastırmaya yardımcı olduğunu ifade ediyor. İshak’ın yolunun müzikle kesişmiş olması bu açıdan önemli. Çekiç Ali’yle, bozlak, yörük geleneğinden, kültüründen gelen bir müzikle büyüyen birinin vicdanın da gelişeceğine inanıyor: “Bu adam Neşet Ertaş dinliyorsa gerçekten içli içli, yine de bir yerde bu adamın vicdanen dönebileceğini hissediyorsunuz.”

Filmlerin çok izlenmesinin o kadar önemli olmadığını, filmlerin bir şekilde yolunu bulduğunu söyledikten sonra, İstanbul, Ankara, İzmir dışındaki şehirlerde ilk filminden beri dolaşma nedenini açıklıyor: “Çocukların ve gençlerin sanatla tanışma meselesi Türkiye gibi bir coğrafyada inanılmaz önemli. Bu bir ekmek hakkı kadar, barınma hakkı kadar önemli. Hatta şunu diyorum kültür de bir insan hakkı olmalı. Bir edebiyatçıyla, bir müzisyenle, bir tiyatrocuyla karşılaşması onların hayatında bambaşka bir pencere açabiliyor. İshak da müzikle tanışabildiği için diğerlerinden ayrılabiliyor.” Irkçılığa, özgüven eksikliği ve haset duygusunun hâkim olduğu bir coğrafyada İshak’ın yetenekli oluşuyla farklılaşabildiğini ekliyor. Hatta film için düşünülen ilk isim de “Akordiyoncu”ymuş.

Yönetmen erkeklik, erillik, taşra gibi konuları ele alabileceği bir yerde büyümüş ama kendisi köşeden izlemiş. “Hikâyeyi benden daha iyi anlatabilecek biri varsa yardım isterim,” diyen Alper, yazar Uyurkulak’a senaryoyu gönderdikten sonra Uyurkulak’ın kendisine, filmlerinde toplam iki küfür var, bu filmde rahat rahat küfür edebilecek miyiz, dediğini gülerek aktarıyor.

Filmin sonunda umut olmamasına istinaden, sanat eserinin umut yaratmasından ziyade gerçekle yüz yüze getirip başka türlü bir düşünmenin kapısını açmasını daha umut verici bulduğunu söylüyor. “İnsanlar karanlık şeyler yaşadığından eserden umut bekliyor. Üstü örtülen meselenin açık edilip tartışılması daha büyük bir umut. Siyasal kamplar üzerinden umut yaratmak gerçekçi gelmiyor.” Başka bir soruya verdiği yanıtta da yine aynı noktayı vurguluyor: “Hakikat arayışı, umuttan daha önemli. Vatansız hissettiğimiz için sanatçı oluyoruz. Solun kendisi milliyetçi olmasaydı, Türkiye’de bu kadar rahat kötülük hikâyeleri dinlemezdik.”

Yönetmen, Taner Birsel’in canlandırdığı, oğlunu arayan baba karakterinin aslında daha fazla sahnesinin yer almasını arzu ediyormuş. Bence bu, yas tutamamakla ilgili bir yan hikâye olduğundan belki de ayrı bir filmin konusu olabilir.

Filmde manzaralarıyla göz dolduran doğa ise rastgele bir fon değil; orman mühendisi Ali’nin çevre bilincini de ortaya koyan bir mekân. Alper, insanın kendisi doğanın bir parçası değil efendisi olarak görmesini eleştiriyor ve insanın yok olmasının belki doğanın kurtuluşu için çözüm olduğunu ekliyor. On ağaç için gerçekleştirilen Gezi Eylemi’nin toplumsal ve felsefi olarak çok büyük bir şey olduğunu belirtiyor.

Emin Alper’in Kurak Günler filmiyle benzerliğe ilişkin sorusunu şöyle yanıtlıyor yönetmen: “Ülkedeki gerçeklik bizi böyle bir benzerliğe sürüklemiş. Demek ki biz büyük senarist değilmişiz, AKP senaristmiş.”

*Sürprizbozan* Filmde göze çarpan bir kitap var; bu, Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ı. Filmde öldürülen karakterin adının Ali olarak seçilmesinin nedeni, Sabahattin Ali’ye gönderme yapmak. Malum Sabahattin Ali de karakolda işkence görmüş ve kafası parçalanarak öldürülmüştü. Filmde yazara yapılan tek gönderme bu değil. Ali’nin öldürüldükten sonra atıldığı obruğun adı da “Kuyucaklı Obruğu”. Sabahattin Ali, hem Murat Uyurkulak’ın hem de Özcan Alper’in en sevdiği yazarlardanmış.

İnsanı kötülükten kurtaracak şeyin vicdan duygusu olduğunu belirten yönetmen, filmi, bir esnafın camına kartopu attığı gerekçesiyle öldürülen Nuh Köklü’ye ithaf etmiş. Yönetmen burada kötülüğün sıradanlığına dikkat çekerek, Nuh Köklü’nün cenazesinin olduğu gün, olay yerindeki fırının açık olduğunu ve insanların hiçbir şey olmamış gibi ekmek almak için oraya gittiğini ifade ediyor. Yönetmen, politik değil gündelik vicdan muhasebesini daha çok önemsediğine dikkat çekiyor. Tıpkı filmde olduğu gibi gerçek hayatta da, “Katiller yakalanmıyor. Demek ki katillerin yakalanması için daha çok uğraşmalıyız.”


*Bu yazı ilk olarak 26 Nisan 2023'te Parşömen Edebiyat'ta yayımlanmıştır.