5 Mayıs 2020 Salı

BİR TAŞRA KÖPEĞİ veya AHLAT AĞACI: Var Olmaya Çalışmanın Dayanılmaz Ağırlığı


                                                                          “Huzursuz olmayan bir tek insan göster                                                                           bana, kendiyle ilgili en temel soruyu                                                                               sormamak için koşuşturuyor herkes.”[1]


Akın Aksu’nun adını ilk olarak Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı filminin ortak senaristi olmasıyla ve filmdeki imam karakterini oynamasıyla duymuştuk. Aksu’nun verdiği bir röportaja göre, Çanakkaleli Nuri Bilge Ceylan, yine Çanakkaleli olan Aksu’nun babasını tanıyormuş ve Aksu ile babasının arasındaki ilişkiden aldığı esinle Ahlat Ağacı’nın senaryosunu Aksu ile birlikte yazmış. Aksu’nun filmden önce yazdığı Bir Taşra Köpeği romanı ise film tamamlandıktan sonra 2019 yılında Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Şunu açıklığa kavuşturmalı: Filmdeki ve kitaptaki hikâye aynı değil. Ama eserlerin, tarz olarak akraba oldukları söylenebilir.

Bir Taşra Köpeği, tıpkı Ahlat Ağacı’ndaki gibi, üniversiteyi yeni bitirmiş, parasız bir gencin, taşradaki başka kişilerle olan iletişimi üzerinden bir anlam arayışındaymış gibi oradan oraya sürüklenmesinin birinci tekil şahısla anlatılan hikâyesidir. Kitap da, filmdeki gibi diyaloglar üzerine kuruludur ve hayata dair büyük cümleler kurulur. Sıkıcı ve tekdüze oluşuyla taşra hayatı, diyaloglara daha fazla yer açar. İmam, çaycı, internet kafeci, emlakçı, trafikçi, yumurtacı, büfeci, köylü gibi halkın içinden karakterlerin yanı sıra müzeci, arkeolog, sanat tarihçisi, felsefeci, gazeteci, halkevci gibi sürekli birbirleriyle didişen aydınlar da ana karakterin sohbet arkadaşları arasındadır. Herkes bir diğerinin arkasından konuşur. Aydınların birbirlerine yönlendirdikleri öfkelerinin altında ise taşraya hapsolmuşluğun getirdiği öfke yatıyor gibidir. Herkes hıncını başkasından çıkarma derdindedir. Suçlu hep ötekidir. Bu yanlarıyla da hepsi birbirinin bir benzeridir. Ancak, neredeyse her karakter, karşısındakiyle değil aslında kendisiyle hesaplaşmak için konuşuyor izlenimi verir.

Aksu’nun diyalogları, taşrayı tanımadaki ve gözlem yapmaktaki ustalığını gösteriyor. Taşrada büyümüş biri olarak, diyalogları okurken “A evet böyle tipler vardır, böyle derler,” diye geçirdim içimden. Kitap çok fazla ve çok farklı profilden karakter barındırmasına rağmen, hepsi kendi karakterine uygun sözcükler kullanıyor ve tepkiler veriyor. Karakterlerin bu kadar sahici verilebilmesiyle elde edilen doğallık, kitabı leziz kılan birkaç noktadan biri. Diyalogların böyle yoğun kullanılması hem gündelik anların daha iyi yakalanmasını sağlıyor, hem de bu anlara sinmiş anlamsızlığı ortaya çıkarıyor. Kitaptaki mekânlar ise, her taşrada bulunacak türden: İnternet kafe, kahvehane, çay bahçesi, park, dernek vb. İnsanların sosyalleşmek için geldiği bu yerler, diyalogların da en fazla yaşanabileceği noktalar oluşuyla hayatın oldukça içinden.

Kitapta kadın karakter yok gibi bir şey. Çünkü kitapta çizilen erkek tipi, genelde kadınsız. Kadınlarla olan ilişkilerinde başarısız olmuş tipler. Belki onları sıkışıp kaldıkları taşrada bu kadar çaresiz kılan mühim etkenlerden biri de bu. Var olma çabaları ve anlam arayışları, kadın olmayınca/olmadığından daha eksik kalıyor bu erkeklerin; taşra sıkıntıları daha çok artıyor. Geneli diyaloglarla ilerleyen kitapta erkeklerin sürekli başka erkeklerle konuşmasına bu açıdan da bakılabilir. Başka bir erkeği sözleriyle alt ederek var olmaya çalışan erkekte acınası bir yan var. Bu erkek, bir deney faresi gibi kafeste sürekli koşup duruyor ama bir türlü o imkânsız hedefe varamıyor, çünkü bir türlü tatmin olamıyor.

Dikkat çekici bir nokta da ana karakterin hayvana bakışı. Kitapta yer yer, hayvana duyulan merhamet seziliyor; hatta hayvan yaşamına duyulmayan saygıdan dem vuruluyor (Bkz. balık, yumurta, et vb. ile ilgili bölümler). Bu yanıyla da kitabın, hayvana yani “en ötekiye” bakıştaki insafsızlığa dikkat çekmeye çalıştığı söylenebilir. Ötekine zalim olanın, âlim olmaya çalışması gülünç. Bir yandan da, kitabın adından tahmin edilebileceği üzere, ana karakter ile kitapta bahsi geçen sokak köpeği arasında bir bağ kuruluyor; karakter kendisini köpekle özdeşleştiriyor. Köpeği takip ederken de, köpekle birlikte o da bir arayışta. Köpeğe de yardım edemiyor, kendine bile yardım etmekten acizken.

“Bir beklenti içerisinde olduğu anlaşılıyordu ama ümidi olmasına rağmen yine de muhtaç olmanın utancıyla gururu harekete geçiyor ve sanki bu yüzden uzun süre bakamıyordu yüzüme. Ama ara ara çekinceyle bana bakan bu gözler, daha önce hiçbir insanda görmediğim kadar güçlü bir anlam ile doluydu. İç ezginliğini, hazlara ulaşma çabasının bedelini, tüm canlıların içine düştüğü bu çukurdaki çırpınışında yaslanabileceği bir yoldaş bulamayaşının burukluğunu yansıtan bu bakışlar, içimde derin bir yara açmaya yetmişti. Sevgiye değer görülmeyişinin yazgısını taşımakla yükümlü, evrende yapayalnız yaşayan ve sonsuz gecelerde yıldızlardan başka kimsesi olmayan bir canlının bakışlarıydı bunlar.”[2]

Ancak, köpek bir tercih yapıp bir yol seçiyor. Ana karakter ise yolu gerisingeri dönüyor; tercih yapmıyor, eyleme geçmiyor. Sonraki rastlaşmalarında köpeğin düştüğü durum ise köpeği, sadece ana karakterin imgesi olmaktan çıkarıp tüm insanlığa genelliyor. Nitekim kitabın sonunda da bazısının yazgısı köpeğinkinden farklı olmuyor. Kitap, olay odaklı ilerlemese de, sürpriz bozmamak adına kitabın sonuyla ilgili yorum yapmaktan kaçınmalı ama şunu da söylemeli. Anlam arayışı, kopuşlarla ve kayıplarla sekteye uğruyor. Kitapta, Türkiye’nin bir panoramasını sunacak kadar çok karaktere ve karakterlerin hayatlarındaki boşluğu dolduracak kadar çok diyaloğa yer verilmesi, karakterlerin varlık krizine dönüşen taşra sıkıntısından kaçmalarına yarıyor yaramasına ama sonuçta insanı bekleyen acı gerçek de değişmiyor. İnsan yalnızdır.

Kitabın anlatım tarzı ve dili de, yukarıda bahsettiğim birkaç lezzet noktasından biri olduğu gibi, hikâyesini çok iyi taşıyacak, hatta besleyerek daha da ortaya çıkaracak türden. Karakterlerin konuşurkenki hâllerini, tavırlarını, hislerini yansıtmak amacıyla kullanılan ayrıntı zengini tasvirler, karakterlerin diyaloglarını tamamlar nitelikte. Bu taşra insanlarının okuyucunun kafasında bu kadar iyi canlanması ve bu kadar tanıdık gelmesi, sade ve doğal diyaloglar kadar, karakterlerin o diyaloglara eşlik eden anlardaki hâletiruhiyelerini belirginleştiren bu betimlemelerde gizli. Aksu sadece taşrayı değil, insanı da bilen çok iyi bir gözlemci; gözlemlerini aktarmadaki başarısı, dili de büyük bir beceriyle kullandığını kanıtlıyor.

Bu kitabı okurken kendime şu soruyu sorduğum zamanlar oldu. Bu bir roman mı? Birçok bölümden oluşan romanın her bölümü tek başına da bir hikâye anlatıyor. Rastgele bir bölüm seçip okunsa dahi, diğer bölümlerden bağımsız şekilde anlam ifade eden bir metin çıkıyor okuyucunun karşısına. Bu bölümleri bir öykü kitabında öykü olarak da okuyabilirdik. O zaman bu roman, taşra hikâyelerinin birbirine eklenmesinden mi ibaret? Yazarın bu tercihi daha ziyade anları vurgulamaya odaklanmasından kaynaklanıyor gibi. Keder, sevinç, coşku… Bu hislerin hiçbiri genele yayılmış bir süreklilik arz etmiyor. İniş çıkışlarıyla insan “an”da var oluyor. Büyük büyük laflar eden küçük yer insanı, anların getirdiğine bu kadar kapılmasa, o daralma hissiyle kendini daha da küçülmüş ve boğulmuş hissetmez miydi?

Bir Taşra Köpeği, bir tartışma hâli; hem karakterlerin diyalogları hem de hikâyeleri anlatışında aldığı tavırla. Var olmak, tarih, tanrı, devrim, örgütlenme, aydın olma, suç-ceza gibi insana dair birçok konuyu ele alırken okuyucuyu düşündürüyor. Bu yanıyla da, Ahlat Ağacı’nın bir baba-oğul ilişkisini anlatırken ülkenin farklı profillerdeki karakterlerinin girdiği benzer sorgulama ve tartışma sahnelerini anımsatıyor. Ahlat Ağacı filminden tat alanların, filmle akraba bu romanı da keyifle okuyacağına inanıyorum.

[1] Akın Aksu, Bir Taşra Köpeği (İstanbul: Doğan Kitap, 2019), 91.

[2] Akın Aksu, Bir Taşra Köpeği (İstanbul: Doğan Kitap, 2019), 92.