8 Ocak 2024 Pazartesi

TOBA TEK SİNGH: HAYATIN ORTASINA KIYIDAN ÇIPLAK DALIŞ



Saadat Hasan Manto 1912’de Hindistan’ın Pencap bölgesinde Müslüman bir ailenin çocuğu olarak doğmuş. Emperyalist güçlerin sömürdüğü halkları birbirine kırdırdığı döneme tanıklık eden Manto’nun, bir katliamı konu edinen “Gösteri” adlı öyküsü ilk yayımlanan öyküsü olmuş. Öykülerinin yanı sıra oyunları ve senaryoları da bulunan Manto alkolizm nedeniyle tedavi görmüş ve öykülerindeki müstehcenlik nedeniyle hem Hindistan’da hem Pakistan’da yargılanmış. Ancak erken yaşta hayata veda ettiğinde cenazesine binlerce kişi katılmış.

Manto’nun öykülerinde, Hindistan-Pakistan bölünmesinin yarattığı sancı ve bu bölünmeyle birlikte hâkim kılınmak istenen ulusal anlatının dışına itilenler yer alıyor. Delileri, fahişeleri, garibanları, göçe zorlananları anlatırken onlara acımak yerine onlardaki özgürlük, sevme gücü gibi olumlu duygulara işaret etse de, bu duyguların kırılgan ve geçici yapısına da dikkat çekiyor. İroniyi koluna takıp; birçok dile, dine, kasta bölünmüş bir toplumda tutarsızlığı absürt içinde eriterek yansıtmanın yolunu tutuyor. Tam olanı değil eksik olanı, hissedileni değil hissedilir hissedilmez kaybolmaya başlayanı, kaybettiği için üzüleni değil kaybettiği için mutlu olabileni anlatıyor.

Manto’nun, yaşadığı coğrafyanın ruhuna sinen bölünmeye, acımasızlığa ve adaletsizliğe dayanabilmek için kullandığı acı alayı, ölümünden önce kendi mezar taşına yazılmasını istediği metinde de görmek mümkün: “Saadat Hasan Manto burada yatıyor. Kısa hikâye anlatıcılığı da onunla birlikte burada, toprağın altında artık… Tonlarca toprağın altında bile hâlâ kendisinin mi yoksa Tanrı’nın mı daha iyi bir kısa hikâye yazarı olduğunu merak ediyor.”

“Yeni Kanun” adlı öyküsü İngiltere sömürge yönetiminin uyguladığı kanunların değişeceğini düşünüp Hindistan’ın nihayet özgürlüğe kavuşacağına inanarak sevinen bir karakteri anlatır. 1 Nisan tarihinde geçen hikâye adeta kötü bir şakadır. Hiçbir şeyin değişmediğine, değişmeyeceğine dikkat çekerken, sadece İngilizlerin değil burjuva Hintlilerin de yoksul halkı umursamadığını vurgular sanki.

Manto, Hindistan’ın İngiltere sömürgeciliğine karşı direnişinin temelinde dinci fanatizm ile milliyetçilik olduğunun ve bunun da bir bölünmeye neden olacağının farkındadır. Nitekim İngilizlerin gitmesiyle Hindistan artık özgürdür ama acı içindedir; Hindu ve Müslüman fanatikler birbirlerini kesip biçmeye başlamıştır.

Urdu edebiyatının sesini dünyaya duyuran en ünlü öyküsü “Toba Tek Singh”te de, Hindistan-Pakistan bölünmesini deliler üzerinden sosyal-psikolojik yönüyle ele alır. Aklın dışında kabul edilen delilerin gözünden aslında bölünmenin nasıl da akıl dışı olduğunu gösterirken, toplumda dayatılan aklı ve bu aklın dayattığı gerçekliği reddeder.

Manto’nun yargılanıp ceza almasına neden olan öykülerinden biri de cinsel şiddetin yer aldığı “Buzdan da Soğuk”tur. Bölünmeyi “parçalanma” olarak gören Manto, parçalanmanın en şiddetli yanını oluşturan cinsel saldırıları, bölünmenin bir metaforu olarak kullanır. Çünkü hem Hindular hem Müslümanlar, kadınlara yönelik cinsel saldırıları, karşı tarafı aşağılanmak için güçlü bir silah gibi kullanmaktadır. Ne var ki, inşa edilmek istenen ulusal anlatı gereği bu mevzu göz ardı edilmeli, konuşulmamalıdır. Birbirini öldürmeye yer arayan iki devlet, tek bu konuda ağız birliği etmiş gibidir. Manto tam da bu ikiyüzlülüğü eleştirmek ister.

Manto’nun kadınları ama özellikle de fahişeleri anlatma tercihinin arkasında “anne” figürünün Hint kültüründe önemli bir yer tutması olabilir. Öyle ki, Hindistan ulusal marşında da ülke “anne” olarak (anayurt) görülür. Kitapta da “1919’dan Bir Hikâye”, “Siyah Şalvar”, “Hakaret” ve “Duda Pehlivan” gibi öykülerde görünen fahişelerle, ideal anne figürüne karşı bayrak açarken aslında yine, inşa edilmek istenen ulusal anlatıya karşı gelir ve bu anlatının bütün ulusu kapsamadığına dikkat çekmek ister.

“Siyah Şalvar” öyküsünde Manto, anne idealini tersine çevirir. Bir flanör gibi dolaşan fahişe karaktere, ülkede hayatı birbirine bağlayan demiryolu ağlarını izlerken kendi bedenini de bir ağ gibi düşündürterek, bir anneyi değil bir fahişeyi ulusal anlatının parçası kılar. Ülkeye tarihi kişiliklerin, devrimcilerin değil sıradan insanın, en çok eziyet görenin, yani fahişelerin gözünden bakan başka bir öyküsü olan “Hakaret” ise insanlar arası hiyerarşiye ve iktidar ilişkilerine dair de güçlü bir anlatı ortaya koyar.

Manto; ailenin, dinin, milliyetin yani iktidarın diliyle yazmak yerine propaganda ve sloganlardan arındırılmış tamamen sivil bir dil kullanmayı seçtiğinden olsa gerek, alkolik ve pornocu olarak anılmış. Ahlak üzerine düşünmeyi kendisine iş edinmiş bir ironi üstadı için ne büyük ironi. Kendisine yöneltilen müstehcenlik suçlamalarına karşı onunkinden daha iyi bir yanıt olabilir mi?

“Öykülerimdeki tüm çirkinlikler yaşadığımız zamana aittir. Hâlihazırda zaten çıplakken toplumun, kültürün ve medeniyetin çamaşırını ben neden çıkarayım? İnsanlar bana kara kalem diyorlar. Ben kara tahtaya siyah tebeşirle değil beyaz tebeşirle yazıyorum ki tahtanın karalığı iyice belirgin olsun.”

Sonsözde Ali Çakmak’ın, Manto’nun edebiyatını tarihi arkaplanla harmanlayarak ele aldığı uzun ama enfes yazısında verdiği bilgilerden de büyük ölçüde yararlanarak, kitabın daha çok dikkat çekmesi ümidiyle bu metnin kaleme alındığını belirtmeliyim.