6 Ekim 2023 Cuma

KURU OTLAR ÜSTÜNE: İMKÂNSIZLIĞI DÜŞLEMEK*

 


Yazı, filmle ilgili bazı sürprizleri açık etmektedir.

Nuri Bilge Ceylan birçok filminde olduğu gibi Kuru Otlar Üstüne’de de mekân olarak taşrayı seçmiş. Bu seçimi bir süredir eleştiriliyor. Yakın zamanda kendisine sorulan “Neden hep taşra?” sorusuna da, insanın her yerde aynı olduğu, filmin nerede geçtiğinin bir önemi olmadığı şeklinde bir yanıt vermiş. Hem yönetmenin yanıtını yanlışlamayan hem de taşra seçimine özel bir anlam yükleyen bir bakış açısı olabilir mi? O zaman önce şunu sormalı: Taşra nedir? Sözlüğe bakarsak taşra, “dışarılık” demek. Dışarısı anlamıyla taşra tek başına bir metafora dönüşmüyor mu zaten? Merkezin dışında kalanı veya bırakılanı simgeliyor. Bu anlamda, Ceylan’ın İstanbul’da geçen Uzak filmi bir taşra filmi değil belki ama anlatılan yine taşra; taşrada büyümüş Mahmut karakterinin, Yusuf’un gelişiyle birlikte huzurunu kaçıran da kendi içinde hep taşıdığı taşranın somut olarak karşısında zuhur ederek onu yüzleşmeye zorlaması biraz da. Ceylan sadece taşrada geçen olayları değil bir ruh hali olarak taşralılığı anlatır. Merkezin, iktidarın, çoğunluğun bir parçası olamamak. Bu nedenle de Ceylan’ın filmleri, Kuru Otlar Üstüne dahil, doğrudan politika yapmaz ama politik okumalara alan açar.

Ceylan’ın bu filmini de politik kılan bir şey varsa bu; filmde babası jandarmalarca götürülmüş ve bir daha geri dönmemiş bir karakterin bulunması ve bu karakterin dağa çıkmayı düşünmesi, doğrudan dile getirilmese de 10 Ekim Ankara Gar Katliamı olduğunu anladığımız bir olayda bir karakterin bacağını kaybetmiş olması ve bu karakterin örgütlü olması, yine doğrudan dile getirilmese de bir öğrencinin anne ve babasının evde olmaması ama hayatta olmasıyla onların dağa çıkmış olabileceğinin ima edilmesi, bir karakterin akrabasının askeri istihbaratçı sanılarak öldürülmesi ve sonradan özür dilenmesi gibi ülkenin siyasi gündeminden konular değildir. Bu değiniler izleyiciye tek başına bir şey söylemez; bunlar sadece karakterlerin birer fotoğrafıdır ve ülkenin portesini çizmekten ötesine hizmet etmez. Ötesini filmin meselesinde aramak gerekir.

Kuru Otlar Üstüne beyaz karda adeta kara bir leke gibi duran bir insan siluetiyle açılır ve o kara leke “Yol Ver” tabelasının yanından köye yaklaşır. Nitekim film boyunca siluetin sahibi kişinin kendi karanlığıyla yüzleş(eme)mesini ve köyde bir kara leke olarak anılmaktan da kıl payı kurtulmasını izleriz. Siluetin sahibi Samet’i oraya getiren şey bir okulda öğretmenlik yapmasıdır. Samet’in köye gelmesiyle birlikte öğrenci sesleri duyulsa da kadrajda ilk olarak görülen, okul ve öğrenciler değildir. Bir patisi sakatlanmış, sekerek yürüyen bir köpektir. Ve sokak köpekleri filmde sık sık görünür. Veteriner dâhil kimse onları umursamaz ve onlar için bir şey yapmaz. Çünkü bu köpekler sahipsizdir ve hesap soramaz. Yani, sahipsiz bırakılan ve sesi çıkmayanlar bu topraklarda yazgısına karşı koyamaz. Görevi hayvanlarla ilgilenmek olan bireyci ve keyfine düşkün veteriner bir yana, örgütlü bir solcu olan Nuray bile köpekleri umursamaz, herkesin bir kaderi vardır şeklinde konuyu geçiştirir; oysa bu, Nuray’ın inandığı mücadele ve dayanışma ruhuna ters değil mi? Kimsesiz bırakılanları simgeler köpek; belki Doğu’yu, hatta Doğu’nun içindeki Doğu’yu. Çünkü ister bireyci ister toplumcu olsun herkes belirli ölçüde bencildir. Film boyunca başka karakterlerde de görünür kılınır bu tutum: Öğretmenler yumurtaları çocuk okutan hademeden alarak ona az da olsa yardımcı olma fikrini umursamaz, emniyette video oyunu oynamayı tercih eden jandarma komutanı yolda kalmış adama yardım etmeye üşenir, okul müdürü öğretmenlerin haksız yere suçlanmış olma ihtimalini bildiği halde olayı çözmek için efor sarf etmeden onları doğrudan Milli Eğitim’e sevk eder, dağa çıkmayı düşünen Feyyaz’ın daha annesine bile faydası yoktur. Kimse masum değildir, kimse mükemmel değildir, kimse o kadar da ahlaklı veya özgecil değildir. Bu şekilde film, başkarakterimiz Samet’e de bakacağımız perspektifin sınırlarını çizer adeta. Ancak film, izleyiciden karakterleri yargılamasını istemez. Filmdeki yaklaşım, karalamak değil karanlığa ışık tutmaktır. Bu bağlamda, fonun sürekli aydınlık, beyaz olması da ayrı bir anlamlı. Nitekim Samet okulun ışıklarını kapatmaya gittiği zaman karanlıkta duyduğu bir sesten korkar. Samet’in korktuğu belki de karanlıkta kalmak, bir anlamda da kendi karanlığıyla baş başa kalmaktır. (Yine de, ışıkları kapatılan yerin bir “okul” olması, o sırada fenerin ışığının Atatürk’ün büstüne düşmesi gibi ayrıntılar da manidar ve başka türlü bir yoruma da açık gibi duruyor.)

Daha bireyci Samet ile daha toplumcu Nuray’ın topluma katkı sağlamak üzerinden birbirlerini eleştirdikleri yemek sahnesine kıyasla çok daha kısa sürse de benzer bir sahne daha var filmde. Daha bireyci Veteriner ile dağa çıkmayı düşünen Feyyaz’ın atıştıkları bu sahnenin filmde yer alması neden? Hem de sonrasında izleyeceğimiz Samet ile Nuray’ın yemek sahnesi yeterince çarpıcıyken. Veteriner ile Feyyaz atışırken, Samet atışmanın bir parçası olmadığı gibi, konuyu değiştirip kapatmaya çalışır. Aslında Samet zorunda kalmadıkça bu tarz tartışmalara umut bağlamayacak kadar kopmuş, yorulmuş gibidir her şeyden. Mümkün ki, tartışılarak bir sonuç alınamayacağının, karşıt fikirli birinin zaten ikna edilemeyeceğinin farkındadır ve bunu boşa bir çaba olarak görür. Oysa Nuray’la yemekte üçüncü bir kişi de olmayınca, tartışmadan kaçma şansı olmaz. Belki tam da bu nedenle, bu tartışmadan sonraki sahnede Samet filmin kendisinden çıkıp, film setinde gezinmeye başlar. Bu yabancılaşma tekniği kadar yabancılaşmanın neden tam da burada verildiği dikkate değer. Yemekteki tartışma sahnesine kadar Samet’i aklımızda iyi kötü çizdiysek bile, Samet’in hayatla, toplumla, insanlarla, mücadeleyle, umutla ilgili fikirlerini ilk kez duyduğumuz sahnedir bu. Yönetmen önce Samet’i konuşturur uzun uzun; sonra da, bunların hiçbir önemi yok ki, dercesine izleyiciyi sahneye yabancılaştırır. Çünkü Samet inancını, umudunu, mücadele azmini yitirecek derecede hissizleştiyse, bunları konuşmanın da hiçbir anlamı kalmaz. Samet filmin dışına, sete çıkmadan önce Nuray ondan ışıkları kapatmasını ister. Okulda korktuğu, yine de ışıkların tamamını kapattığı sahneden sonra, ışıkları kapatmaya gittiği ikinci sahnedir bu. Ama bu kez, Nuray’ın evinde ışıkların tamamını kapatmaz, adeta izleyiciye sinyal verir, bu kez izleyiciye bir itirafı varmış gibi. Filmden sete çıkışıyla yaşanılan yabancılaşma sadece önceki tartışma sahnesini değil sonraki seks sahnesini de etkiler, çünkü onun için nasıl demin söylediklerinin bir anlamı yoksa, Nuray’la seks yapmasının da bir anlamı yoktur. Uzun süredir bir kadınla birlikte olmadığından ihtiyaç duyması çok da beklenmeyeceği halde, muhtemelen hiçbir şey hissetmediğinden, cinsel performansı artırıcı bir hap alma ihtiyacı duyar. Onun karanlığı izleyici için ilk kez bu kadar açığa çıkar bu yarım ışıkta.

Samet ilk başta Nuray’la ilgilenmez, hatta onu arkadaşı Kenan’a ayarlamaya çalışır. Kenan ile Nuray’ın birbirleriyle görüşmelerini Samet’ten saklayıp ona yalan söylemeleri onu harekete geçirir ama asıl neden bu değildir. Ne zaman ki Samet, öğrencisi Sevim’in kendisine değil de bir öğrenciye karşı hisler beslediğini fark eder, işte o zaman Nuray’la ilgilenmeye başlar. Hiçbir hocanın bağırmadığı cici ve çalışkan öğrenci Sevim’i sınıfın ortasında azarlar, sınıftan dışarı atar, bu da yetmez, koridorda duvara yaslanmadan ayakta durmasını emreder, sınıfa dönünce öbür öğrencilere Sevim gibi öğrencilerle arkadaşlık kurulmaması gerektiğini söylemeye kadar işi götürür. Sevim üzülse de bozulsa da, Samet gider gitmez, bildiğini okuyarak sırtını yine duvara yaslar. Samet’in de bunu tahmin etmesi zor olmamalı. Samet, Sevim üzerindeki iktidarını yeniden tesis edemez. Kendisini iki kez şikâyet eden Sevim’i yola getirmeyi ne kadar denerse denesin zaten içi soğumayacaktır, çünkü Sevim’in sevdiği kişi o değildir. Sevim’le kaybettiği iktidarı Nuray’la yeniden tesis etmek ister ve Nuray’ın ilgisine talip olur. Sevim’i küçümsediği o coğrafyadan biri, üstelik kendisinden yaşça küçük ve konumca aşağıda biri elinden almıştır. Nuray’ı da yine o coğrafyadan ve kendisinden aşağı gördüğü o öğretmen grubundan biri olan Kenan’a kaptırmayacaktır.

Samet ile Sevim arasındaki ilişki, filmin tam merkezinde durur; Samet’in Sevim’e olan hisleri, filmin özünü oluşturur. Samet, sevmeyip kaçmak istediği, üstelik bir kadın olarak var olmanın çok daha zor olduğu bir coğrafyada cıvıl cıvıl, neşeli, hayat dolu bir kız çocuğu görür Sevim’de. Samet’i Sevim’e çeken de cinsellik değil bu canlılıktır. Samet, Sevim’in aşk mektubunu okuduğunda mektubun kendisine yazıldığına inanmak ister, çünkü Sevim’in kendisine değer vermesini ve hayranlık duymasını ister. Hayata karşı hiçbir şey hissetmeyen Samet onda çoktan yitirdiği bir şeyi bulur; Sevim’in yaşlarındayken Samet’in kendi edebiyat öğretmenine duyduğu, gerçek hayatta asla ciddi bir ilişkiye dönüşmesi mümkün olmayan ama bir daha asla da o kadar yoğun yaşayamadığı o masum hislerin, umudunu henüz yitirmediği günlerin özlemini çeker. Sanki bu hayat dolu kız onunla ilgilenirse yine içinde bir kıpırdanma yaşayacak, benzer bir his yakalayacaktır. Hatta Samet’in, Sevim’e hediye olarak bir ayna vermesi de, bir anlamda kendi hislerini ona yansıtmak istediğinden. Aynada kendisini görecek Sevim’e, bu anların, bu gençliğin, bu canlılığın değerini bil, der. Zira Samet’in filmin son sahnesinde de ifade ettiği gibi, bir gün Sevim de o otlar gibi kuruyacak, içinde çölden başka hiçbir şey kalmayacaktır. Yani, filmin adındaki kuru otlar aslında Samet’in iç dünyasını temsil eder. Samet’in hayata karşı tüm hisleri bu otlar gibi kurumuş, içi çölleşmiştir. Samet’in hissizliğinin doğrudan mekânla, yani Doğu’da küçük bir köyde sıkışıp kalmış olmasıyla alakası yoktur. Muhtemel ki Samet İstanbul’a gidince de içindeki taşrayı, çölü, kuru otları oraya da taşıyacak; Uzak’ın Mahmut’undan farksız olmayacaktır. Nuray’ın da dediği gibi, bütün sıkıntıların faturasını o bölgede oluşuna kesse de, insan nereye giderse gitsin kendisini de götürür.

Nitekim Samet’in hayata karşı hissizliğini son sahnede kendi ağzından dinleriz. Samet’in kendisini açıklama yoluna gittiği bu son bölüm, bir filmden ziyade bir romana ait gibi durur. Ceylan’ın zaten filmle söylemek istediğini, bir de filmin sonunda ana karakteri konuşturarak özetlemesine, bu kadar fazla açıklama getirmesine gerek var mıydı? Kimi izleyicinin her insan gibi Samet’in de kompleks bir varlık olduğu gerçeğini gözden kaçırıp onun Sevim’e ilgisini pedofili olarak yorumlayabileceğini tahmin ettiğinden, şüpheye yer bırakmayacak derecede bir netlik kazandırmaya çalışarak, tehlikeli suların önünü almak istemiş olabilir.

Filmin sonunda kar örtüsü kalkmıştır; Samet hem coğrafyanın getirdiği zorluktan kurtulur çünkü oradan ayrılacaktır, hem de artık bir aydınlanma arayışında değildir. Samet’in tepeye çıkıp her şeye oradan bakması da bu anlamı pekiştirir: Hem herkese halen uzak –hatta gidişiyle fiziksel olarak da uzak–, hem de kendi karanlığıyla artık yüzleşmiş, bir şeyleri içinde halletmiş ve genel resme daha hâkim. Ve Samet kuru otlar üstünde canlı renkleri ve güzel ötüşüyle bir kuş görür. Bu kuşu, içinden Sevim’e seslenirken görür. Kuş, Sevim’in varlığında umudu simgeler. Samet önceden, umut etmenin yorgunluğu demişti ama kendisinin beceremediğini Sevim’in becerebileceğine de inanmak ister: Hayatla doğrudan bağ kurabilen umutlu biri olmak. Ama daha da önemlisi, hayal dünyasında bile olsa halen hissederek yaşayabilmek ister.

*Samet filmin sonunda, “İmkânsızlığı düşlemiştim,” der.


25 Mayıs 2023 Perşembe

GERÇEKTEN KURAK BİR GÜNDÜ

Son iki senede izlediğim yerli filmler ve diziler o kadar kötüydü ki, Emin Alper’in Kurak Günler filmine çok kötü demek büyük bir haksızlık olur. Ama beni hem ideolojik duruşuyla hem içerdiği boşluklarla hayalkırıklığına uğrattığını inkâr edemem.

İnsanları ya iyi ya kötü şeklinde çizen karikatürize bir bakış açısının ürünü bu film ile Tepenin Ardı gibi usta işi bir eserin aynı yönetmenden çıktığına inanmak zor. Kurak Günler’in tematik açıdan Tepenin Ardı’nın devamı niteliğinde olabileceğini, tepenin ardında kalan yani görünmez olan şiddetin bu filmde izleyiciye tepenin ardını göstererek görünür hale geleceğini, dört bir yanı saran bir şiddete tanıklık edeceğimizi tahmin etmiştim. Ancak bunu yaparken, Türkiye’deki toplumsal kutuplaşmayı eleştirmek şöyle dursun, ona hizmet eden bir film olmuş. Ve biz enteller de, elbette AKP karşıtı duruşumuzla taraf oluyor ve muhafazakâr köylüye tükaka, ezilen aydına yazık, diyoruz. Oysa, AKP’yi başa getiren koşulları hazırlayan da bu bakış açısı değil miydi? Sanırım hiç ders çıkaramamışız.

Ayrıca film pat diye bitiveriyor; hızlı oluşu nedeniyle zor kurulan bağlantı bir yana, filmin aydına önerisi kaçmak mı, yoksa obruk gibi bir mucize beklemek mi? Hakkımızı arayınca olmuyorsa, zora gelince, başka bir ülkeye mi kaçalım? Yoksa dışarıdan bir el kurtarsın mı bizi? gibi sorular dolaşıyor aklımda. Bir araya gelip örgütlensek mesela olmaz mı? Sanırım bu bir seçenek bile değil. Çünkü kasabada seçim olduğuna göre, en az iki siyasi parti yarışıyor olmalı ama ne hikmetse, kasabada gazeteci dışında muhalif partinin bir üyesi yok gibi bir tablo çizilmiş. Bir de, her şey, seçimin sonucuna bağlıysa seçim böyle geçiştirilmeli miydi? Söz konusu bir film olduğundan sürenin kısıtlı olduğunu tahmin edebiliyoruz ama işte bu noktada, yönetmen de zekâsını ve yeteneğini konuşturarak bir çözüm bulabilirdi.

Başrollerdeki Selahattin Paşalı ve Ekin Koç’un sürekli övülen oyunculuklarını iyi bulmadım. Gazeteci rolündeki Koç manken gibi, niteliksiz bir dizinin karakteri gibi bir bakış ve duruş sergiliyor. Özellikle ilk bölümde Erol Babaoğlu’nun oyunculuğunu beğenmiştim ama hikâyenin gidişatı ve verilme şekli yüzünden bir zaman sonra onun oyunculuğu bile inandırıcılığını yitirdi. Zaten genel olarak insanlar arasındaki ilişkinin iyi verilemediğini, eşcinselliğin fazla belirsiz bırakıldığını, ilişkinin zorlama ve halkın tepkisinin aşırı olduğunu, ortaya çıkan düşmanlığın, lincin arkasındaki motivasyonun yetersiz kaldığını düşünüyorum.

Bazı sahneler, skeç olmaktan öteye geçememiş. Doğrudan anlatım bir tercih olabilir ama bu kadar kör göze parmak olması şart mıydı? Zaten Alper bir röportajında şöyle demiş: “Doğrudan olsun, açık olsun istedim. Hiç öyle kaygılarım olmadı açıkçası. Bu biraz diğer filmlerime kıyasla daha lafını söyleme filmi olduğu için, o konuda dilimin özel bir inceliği ve zarafeti olsun diye çok düşünmedim.” Lafı söyleme filmi ne demek? Tepenin Ardı, lafını söylemiyor muydu? Çok da güzel söylüyordu, hem de bu kadar göze sokmadan, geveze olmadan.

Bu senenin favorisi üç film Kerr, Karanlık Gece, Kurak Günler ve üçünün ortak noktası obruklar. Şu anda en az bir öğrenci Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesini Çağdaş Türk Sineması’nda obruklar üzerinden okuyan bir makale yazıyor olmalı. Belirli dönemlerde ülke sinemaları da belirli bir konuya odaklanıyor ama böyle aynı metaforda buluştukları nadirdir sanırım. Obruk yani çukur deyince aklıma Dario Fo’nun sözü geliyor: “Başımız dik yürüyoruz çünkü boğazımıza kadar boka battık.”

Ancak, son senelerde sadece izlediğim yerli filmlere değil okuduğum yerli kitaplara da (hatta ikisi hakkında yazmıştım, bkz. Kadastrocu, bkz. Bozlak) benzer bir tema hâkim: Gerçeğin üstünün örtülmesi, suçun örtbas edilmesi. Faili meçhuller aydınlatılmadığı, susanlar konuşmadığı, adalet yerini bulmadığı sürece bir yüz yıl daha aynı hikâyeyi anlatırız.

Ve faili meçhul suçların konu edinildiği bu filmler ve kitaplar hep taşrada geçiyor. Neden kentte değil de taşrada? Kent çok medeni de, taşra mı hep suçlu? Burada da yine başta bahsettiğim şeye dönüyorum. Aydınlar olarak, toplumu kentli ve köylü diye ayırıp, kendimizi kentli olarak taşralılıktan, köylülükten azade konumlamayı tercih ediyorsak şayet, hadi ben demeyeyim de Nazım Hikmet desin: “Kabahatin çoğu senin canım kardeşim”

NOT: Bu bir film incelemesi değil. 2022 Aralık'ta sinemadan çıktığımda kâğıda döktüğüm anlık hislerimden ibaret. Film Netflix'e geldi diye de tekrar izlemeyeceğim.



 

9 Mayıs 2023 Salı

Özcan Alper’le “Karanlık Gece” söyleşisinden notlar

 


Özcan Alper’in son filmi Karanlık Gece nihayet 28 Nisan’da vizyona giriyor. 18 Aralık 2022 tarihinde Sinematek’te izleme fırsatı yakaladığım filmden sonra yönetmenle gerçekleştirilen söyleşiden önemli bulduğum birkaç noktayı paylaşmak istiyorum. Ses kaydı alma/video çekme alışkanlığını halen edinemediğimden not tutuyorum, bu nedenle cümleler yönetmenin birebir cümleleri değil, o konuşurken kâğıda aktarabildiğim kadarından ibaret.

Kolektif kötülük, linç kültürü, olayların üstünü örtme/olayları örtbas etme, toplumsal hafıza üzerine düşündürten bir film Karanlık Gece. Hikâye günümüzde geçse de filmin yüz yıllık bir hesaplaşmayı anlattığını söyleyen Alper, “Yüz yılın Türkiye’sini anlatmak istesem nasıl anlatırdım?” fikriyle yola çıkmış.

İlk başta, olayı, mağdurun yani Ali’nin penceresinden anlatmayı düşündüğünü ifade eden yönetmen; riskli bir tercih yaparak tam tersinde karar kılmış ve olayı, suçun faillerinden birinin, İshak’ın gözünden anlatmayı daha doğru bulmuş. Peki, ana karakter İshak neden diğer köylülerden farklı? Aynı yerde, aynı tip bir ailede yetişmiş. Ne var ki, İshak müzisyen; onu farklılaştıran şey, sanatın ona değmiş olması. Çocukluğu bir dağ köyünde geçen ve İstanbul’da üniversiteye başlayana kadar sinemaya gitmediğini söyleyen Alper, kamusal alanının ne kadar önemli olduğunu kendinden bildiğini ifade ediyor. Kendisinin sinema okulunun, o zamanların TRT’si olduğunu belirterek, dağ köyünde bir çocuğun sanatla tanışmasının ne kadar değerli olduğunun altını çiziyor.

İşin içinde devlet var, deyip, toplum olarak kendi üzerimize sorumluluk almaktan kaçtığımızı söyleyen yönetmen, filmi birlikte yazdıkları yazar Murat Uyurkulak’la bu noktaya çok dikkat etmişler. Kötülük meselesinde iyi-kötü gibi net ayırımları savunmayan yönetmen, herkesin kendi içinde de kötülük olduğunu vurguluyor. Sanatın da, kötülüğü bastırmaya yardımcı olduğunu ifade ediyor. İshak’ın yolunun müzikle kesişmiş olması bu açıdan önemli. Çekiç Ali’yle, bozlak, yörük geleneğinden, kültüründen gelen bir müzikle büyüyen birinin vicdanın da gelişeceğine inanıyor: “Bu adam Neşet Ertaş dinliyorsa gerçekten içli içli, yine de bir yerde bu adamın vicdanen dönebileceğini hissediyorsunuz.”

Filmlerin çok izlenmesinin o kadar önemli olmadığını, filmlerin bir şekilde yolunu bulduğunu söyledikten sonra, İstanbul, Ankara, İzmir dışındaki şehirlerde ilk filminden beri dolaşma nedenini açıklıyor: “Çocukların ve gençlerin sanatla tanışma meselesi Türkiye gibi bir coğrafyada inanılmaz önemli. Bu bir ekmek hakkı kadar, barınma hakkı kadar önemli. Hatta şunu diyorum kültür de bir insan hakkı olmalı. Bir edebiyatçıyla, bir müzisyenle, bir tiyatrocuyla karşılaşması onların hayatında bambaşka bir pencere açabiliyor. İshak da müzikle tanışabildiği için diğerlerinden ayrılabiliyor.” Irkçılığa, özgüven eksikliği ve haset duygusunun hâkim olduğu bir coğrafyada İshak’ın yetenekli oluşuyla farklılaşabildiğini ekliyor. Hatta film için düşünülen ilk isim de “Akordiyoncu”ymuş.

Yönetmen erkeklik, erillik, taşra gibi konuları ele alabileceği bir yerde büyümüş ama kendisi köşeden izlemiş. “Hikâyeyi benden daha iyi anlatabilecek biri varsa yardım isterim,” diyen Alper, yazar Uyurkulak’a senaryoyu gönderdikten sonra Uyurkulak’ın kendisine, filmlerinde toplam iki küfür var, bu filmde rahat rahat küfür edebilecek miyiz, dediğini gülerek aktarıyor.

Filmin sonunda umut olmamasına istinaden, sanat eserinin umut yaratmasından ziyade gerçekle yüz yüze getirip başka türlü bir düşünmenin kapısını açmasını daha umut verici bulduğunu söylüyor. “İnsanlar karanlık şeyler yaşadığından eserden umut bekliyor. Üstü örtülen meselenin açık edilip tartışılması daha büyük bir umut. Siyasal kamplar üzerinden umut yaratmak gerçekçi gelmiyor.” Başka bir soruya verdiği yanıtta da yine aynı noktayı vurguluyor: “Hakikat arayışı, umuttan daha önemli. Vatansız hissettiğimiz için sanatçı oluyoruz. Solun kendisi milliyetçi olmasaydı, Türkiye’de bu kadar rahat kötülük hikâyeleri dinlemezdik.”

Yönetmen, Taner Birsel’in canlandırdığı, oğlunu arayan baba karakterinin aslında daha fazla sahnesinin yer almasını arzu ediyormuş. Bence bu, yas tutamamakla ilgili bir yan hikâye olduğundan belki de ayrı bir filmin konusu olabilir.

Filmde manzaralarıyla göz dolduran doğa ise rastgele bir fon değil; orman mühendisi Ali’nin çevre bilincini de ortaya koyan bir mekân. Alper, insanın kendisi doğanın bir parçası değil efendisi olarak görmesini eleştiriyor ve insanın yok olmasının belki doğanın kurtuluşu için çözüm olduğunu ekliyor. On ağaç için gerçekleştirilen Gezi Eylemi’nin toplumsal ve felsefi olarak çok büyük bir şey olduğunu belirtiyor.

Emin Alper’in Kurak Günler filmiyle benzerliğe ilişkin sorusunu şöyle yanıtlıyor yönetmen: “Ülkedeki gerçeklik bizi böyle bir benzerliğe sürüklemiş. Demek ki biz büyük senarist değilmişiz, AKP senaristmiş.”

*Sürprizbozan* Filmde göze çarpan bir kitap var; bu, Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ı. Filmde öldürülen karakterin adının Ali olarak seçilmesinin nedeni, Sabahattin Ali’ye gönderme yapmak. Malum Sabahattin Ali de karakolda işkence görmüş ve kafası parçalanarak öldürülmüştü. Filmde yazara yapılan tek gönderme bu değil. Ali’nin öldürüldükten sonra atıldığı obruğun adı da “Kuyucaklı Obruğu”. Sabahattin Ali, hem Murat Uyurkulak’ın hem de Özcan Alper’in en sevdiği yazarlardanmış.

İnsanı kötülükten kurtaracak şeyin vicdan duygusu olduğunu belirten yönetmen, filmi, bir esnafın camına kartopu attığı gerekçesiyle öldürülen Nuh Köklü’ye ithaf etmiş. Yönetmen burada kötülüğün sıradanlığına dikkat çekerek, Nuh Köklü’nün cenazesinin olduğu gün, olay yerindeki fırının açık olduğunu ve insanların hiçbir şey olmamış gibi ekmek almak için oraya gittiğini ifade ediyor. Yönetmen, politik değil gündelik vicdan muhasebesini daha çok önemsediğine dikkat çekiyor. Tıpkı filmde olduğu gibi gerçek hayatta da, “Katiller yakalanmıyor. Demek ki katillerin yakalanması için daha çok uğraşmalıyız.”


*Bu yazı ilk olarak 26 Nisan 2023'te Parşömen Edebiyat'ta yayımlanmıştır.


3 Nisan 2023 Pazartesi

"Asi" üzerine iki çift lakırtı

 


Asi (2022) filminde Belçikalı Müslüman genç, savaş mağdurlarına yardım için Suriye’ye gider ama kendini istemeden IŞİD’in içinde bulur. Sadece sert içeriğiyle değil, farklı janrlardan beslenmesiyle de sınırları zorluyor: bir aile dramı, bir savaş filmi ve bir rap müzikali. Rap’i gerçek anlamıyla yani isyanın sesi olarak düşününce Kamal’in hislerini sadece rap müzikle dile getirmesini beğendim. Sert savaş sahnesinin rap müzikaliyle bölünmesi, o sahnesinin sarsıcılığını artırıyor mu azaltıyor mu, tartışılır. 

Film IŞİD'in nasıl çocukların beynini yıkadığını, kadınlara mal muamelesi yaptığını, sigarayı yasaklayıp uyuşturucu bulundurduklarını, işkenceden zevk aldıklarını gösterdiği gibi Avrupa'nın, mukim Müslüman çocukların Suriye'ye gitmesini engellemeye pek uğraşmadığını da göstererek Avrupa’yı da eleştiriyor. Belçikalı Müslüman yönetmenler Adil El Arbi ve Bilall Fallah iyi bildikleri bir dünyadan sesleniyor bize. Verdikleri röportaja göre, kendi tanıdıkları da geçmiş bu yoldan. IŞİD’e katılması için beyni yıkanan çocuklara gerçekte olan biteni göstermek de istemişler. Filmde tanıdık bir ad da kulağa çalındı: Erdogan.

Cannes’ın en karanlık sayılabilecek filmi Asi ülkemizde gündeme gelemedi. Bu ara bizim karanlığımız bize yettiğinden belki. Film beni çok heyecanlandırmıştı, umarım nete düşer ve daha çok kişiye ulaşır.

Asi filmi aklıma Hilafet (Kalifat, 2020) adlı 8 bölümlük mini diziyi getirdi. Asi, erkek çocukların; Hilafet’se genç kızların nasıl kandırıldığına odaklanıyor. Hilafet, çocukların psikolojisini ve motivasyonunu vermede Asi gibi başarılı değil, yine de çarpıcı. İyi bir ebeveyn olmanın ne zor, çocukla doğru iletişimin ne önemli olduğunu düşündürtmüştü dizi. Çocuk akıllı, derslerinde başarılı, açık fikirli bir ailede yetişmiş olsa bile bu tuzağa düşebiliyor. Ne aptallar, nasıl inanıyorlar diye düşünmemeli, çünkü onlar daha çocuk.


"Aİ" üzerine iki çift lakırtı

 


Robert Bresson’un Rastgele Balthazar’ından (1966) esinle Jerzy Skolimowski’nin çektiği Aİ (EO, 2022) sömürü ve zulüm dolu medeniyette oradan oraya sürüklenen bir eşeğin hikâyesi. 84 yaşındaki yönetmenin yenilikçi eseri, bizi öbür canlılara karşı duyarlı olmaya çağırıyor. Başarıyor mu?

Şiddeti doğrudan göstermemesi anlaşılır ama hayvanlara yönelik zulmü ucundan gösterince mezbaha, kürk endüstrisi vb. konularda video bile izlememiş biri ne kadar empati kurabilir? Kameranın hayvanın bakış açısında konumlandırılması, empatiye çağıran bir film için yerinde bir tercih, yine de hayvan gibi hissedip düşünmeyi tek başına sağlayamıyor tabii.

Filmde baskın renk kırmızı, kana gönderme olmalı. Finalde, normal (!) şartlarda eti tüketilmeyen eşek de ineklerle birlikte mezbahanın yolunu tutarken film şunu diyor: Yediğiniz veya yemediğiniz bütün hayvanlar aynı. Evdeki kedi ile tabaktaki kuzunun farkı yok. Fark, bakışımızda.

Polonya’nın Oscar adayı olmuş, Cannes’da Jüri Özel Ödülü almış Aİ. Günah çıkarma, vicdan rahatlatma için bu biraz da. Mesela adayı belirledikten, ödülü verdikten sonra et yemeyi veya hayvan sömürüsü ürün kullanmayı bırakayım demişler midir? Neyse ki çekim sırasında ekipten bazıları et yemeyi bırakmış.


29 Ocak 2023 Pazar

"As Bestas": Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz


 “Köylüleri niçin öldürmeliyiz” şiirinin filmi olmuş Hayvanlar (As Bestas, 2022). Bu psikolojik gerilimde İspanyol yönetmen Rodrigo Sorogoyen kentten kırsala göçü güzelleyen biz romantiklere şerh düşmüş. Ekolojik denge arayan “okumuşlar” vs. yoksul köylüler. Doğa ve toprakla uğraşmak, kentten yorulup gelen kentlilerin gözünde “ödül” ama toprakla uğraşmak dışında bir seçeneği olmamış/olmayan yoksul köylüler için “yük”. Köylülerin karanlık yanına dikkat çeken film köylü vs. kentli parodisi yapmasa da kentlilerin tarafını tutuyor, bu nedenle konuya bakışının objektif olduğu söylenemez.

Film, toprağa dönüşü savunan kentliler ile toprağa mecbur köylüler üzerinden iki kırsalın çarpışması gibi de okunabilir. En başta vahşi atları evcilleştiren çünkü “öteki”nden korkan İspanyol köylüler, sürekli Fransız oluşunu vurguladıkları kentlileri yola getiremeyince işler karışıyor. Çünkü “toprağa dönüşçü” (neo-ruralism) kentliler, köylülerin gözünde “işgalci”. Yani biraz da eski dünya ile yeni dünyanın çarpışması gibi film. Ama film ikinci yarıda çark ediyor ve başka bir psikolojik boyut kazanarak bir kadın hikâyesine dönüşüyor.

Özcan Alper’e Sinematek söyleşisinde Karanlık Gece’nin Kurak Günler’le benzerliği sorulunca, asıl başka bir filmle benzerlik taşıdığını söylemişti. İşte o film As Bestas. Çünkü ele aldığı meseleden tek Türkiye değil tüm dünya muzdarip. Ve Alper’in dediği gibi “hakikat arayışı, umuttan daha önemli.”

Nitekim son senelerde sadece izlediğim yerli filmlere değil okuduğum yerli kitaplara da (hatta ikisi hakkında yazmıştım, bkz. Kadastrocu, bkz. Bozlak) benzer bir tema hâkim: Gerçeğin üstünün örtülmesi, suçun örtbas edilmesi. Faili meçhuller aydınlatılmadığı, susanlar konuşmadığı, adalet yerini bulmadığı sürece bir yüz yıl daha aynı hikâyeyi anlatırız. Ve sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada.

Benim ilgimi bir de şu çekiyor. Son senelerde çıkan eserlerde, faili meçhul suçların konu edinildiği filmler ve kitaplar genelde taşrada geçiyor. Neden kentte değil de taşrada? Üzerine düşünmeye ve ayrıca yazılmaya değer.

Filmin gerçek bir olaydan uyarlandığını da not düşmeli.

NOT: Twitter'da Karanlık Gece ile As Bestas'ı karşılaştıracağım bir yazı kaleme alma niyetimden bahsetmiştim. Ne yazık ki, bunu -en azından şimdilik- yapamayacağım.

 

3 Ocak 2023 Salı

2022 Edebiyat Soruşturması

Parşömen Edebiyat'a 2022 Edebiyat Soruşturması yanıtlarımı 30 Aralık'ta öğleden sonra yollamıştım. Geç kaldığım gerekçesiyle yayımlanmadı. Bu nedenle aşağıda paylaşıyorum.


1. Yıl içinde yayımlanan ve hak ettiği ilgiyi görmediğini düşündüğünüz kitapları (telif ya da çeviri, kurmaca ya da kurgudışı), beğenme nedenlerinizden kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız?

Ne olursa bir kitap hak ettiği ilgiyi görmüş sayılacak? 10 baskı yapınca mı? Ödül alınca mı? Üzerine yazılınca mı? İçeriğiyle veya biçimiyle tartışma yaratınca mı? Bence iyi bir kitap hiçbir zaman hak ettiği ilgiyi görmüş sayılmaz. Mesela Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’ı 54 baskı yapmış. Sadece kendi çevremde, düzenli olarak kitap okuyan ama Atay okumamış birçok kişi var. 

Kâğıt fiyatlarının iyice arttığı bu sene bile birçok kitap basıldı. Ne yazık ki, okuduklarım arasında etkilendiğim kitap sayısı bu sene daha az.

Mutedil Dalgalı – Ömür İklim Demir

Yaşlılık, ölüm, kayıplar, kayıplarla kaybolmak, var olmak, hatta yazmak üzerine epey dokunaklı öyküler. Aynı karakterlerin farklı öykülerde görünmesi, öykülerin meselesine ve anlamına yeni bir boyut kazandıracak şekilde kurgulanmış. Üstelik bu karakterlerin bazılarını önceki öykü kitabından da tanıyoruz. Yine şiirin eli değmiş, şarkılarla beslenmiş ve tıp, tik tak, çıt, kırt, garç, öhö, vız, çat gibi tek tek sesler üzerinden kendisini var etmiş.

Köpek – Pilar Quintana (Çev. Havva Mutlu)

Anne olmak isteyip olamamış ve bir köpeği çocuğu yerine koymuş yoksul bir kadının suçluluk, kıskançlık, eksiklik duygularıyla başa çıkmaya çalışırkenki gelgitli ruh halini akıcı bir dille işleyen, karanlık sayılabilecek bir roman. Başa çıkılması güç duygulara başa çıkılması güç doğa koşullarının eşlik ettiği kitap, insanın doğayla ve hayvanlarla ilişkisini romantize etmeden veriyor.

Süleymaniye Günlükleri – Tesadüf Özlem Demir

İletişim Yayınları’nın “Anı” dizisi dikkate değer. Diziden şimdilik sadece bu kitabı okuyabildim. ’80 darbesinden sonraki öğrenci eylemlerini aktarırken, yarattığı atmosferle kurmaca tadını eksik etmeyerek bir roman gibi etkili bir anlatım sunuyor. Karanlık bir dönemin gerilimlerini anlatmasına rağmen yer yer de gülümseterek, acıların anılardaki yükünü bir nebze olsun hafifletiyor.

Etimoloji Işığında Kelimelerin Dünyasında Gezintiler – Bülent Aksoy

Bu bir etimoloji sözlüğü değil, bir başucu kitabı. Kelimelerin tarihine bakarak, anlamları ve aralarındaki ilişkiler üzerine düşündürten bu deneme yazıları, kelimelerin sözlük anlamlarının ötesine bakmak isteyenler için. Dilin, insanı ve toplumu dönüştürücü etkisini de vurgulayan yazarın deyişiyle “hiçbir tarih kitabının yazmadığı bir başka tarih” olduğunu gösteriyor.


2. Size göre 2022 yılının önemli edebiyat ya da yayıncılık olayları nelerdi?

Olay denince aklıma, kendi alanının sınırlarını da aşarak iz bırakan olaylar geliyor. Orhan Pamuk’un Nobel Ödülü’nü alması gibi. Yazarı okumayanlar veya özellikle edebiyatla ilgilenmeyenler bile bundan haberdar. Ne var ki edebiyat, ülkemiz insanının gündeminde pek yer almıyor. Ekonomik zorluklar son senelerde tavan yaptığından da değil, kabul edelim ki önceden de edebiyat, toplumun genelinin pek umurunda değildi. Azıcık mübalağa ederek söylersem, neredeyse her okurun yazar da olduğu bu dar çevrede meselelerimizin tamamı bizim için bir olay ama büyük resimde hiçbiri bir olay değil.

Büyük resim demişken, dünyaya bakabiliriz mesela. İklim krizinin ve insan dışı hayvanlara yönelik zulmün endişe verici boyutlara ulaştığı bir zamanda, buna dikkat çeken eserlerin artması sevindirici. Ekoloji: Bir Arada Yaşamın Geleceği ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Hayvan Hakları ve Himaye bu sene çıkanlardan aklıma ilk gelenler. Çeviri kurmaca eserlerde de benzer konuların yansımalarını görüyoruz. Umarım telif kurmaca eserlerde de zamanla kendisine daha sık yer bulur bu tür konular.

Hiçbir ödülün, bir edebiyat eserinin niteliğiyle ilgili belirleyici olduğuna inanmıyorum. Edebiyatın bir yarışma, rekabet alanı gibi görülmesini zaten tuhaf buluyorum. Ama beğendiğim bir yazar/kitap ödül alınca da seviniyorum, çünkü eser gündeme gelmiş oluyor. Tıpkı bu sene Emine Sevgi Özdamar, Georg Büchner Edebiyat Ödülü’nü aldığında olduğu gibi.

Ülkemizden çıkan eserlerin başka dillere çevrilmesini, böylece ülkemizdeki yazarların sesinin başka ülkelerden okurlara da ulaşabilecek olmasını heyecan verici buluyorum. Bu sene Sevgi Soysal’dan Şafak İngilizceye ve Oğuz Atay’dan Tutunamayanlar Yunancaya çevrildi. 

Beni bu sene en çok etkileyen olaysa, Şeytan Ayetleri kitabı nedeniyle senelerce tehdit edilmiş ve hedef gösterilmiş Salman Rushdie’nin saldırıya uğraması. Bir gözünü kaybetmesi ve bir elini artık kullanamaması bana korkunç geliyor. Şiddetin normalleşip gündeliğin bir parçası haline geldiği ülkemizde bu da sanki biraz hızlı unutuluverdi. Olaydan birkaç ay sonra Rushdie, yeni kitabını sosyal medyadan duyurduğunda bile ses verdiğimizi hatırlamıyorum.


3. Edebiyat ortamımıza baktığınızda ne gibi sorunlar ve eksiklikler görüyorsunuz?

Deveye boynun neden eğri demişler, nerem doğru ki demiş. Bu ülkede sorunsuz bir şey var mı? Ülke neyse, edebiyat ortamı da aynısı. Biraz da bundan olacak, iktidarı eleştiren edebiyatseverlerin paylaşımlarını dudağımda buruk bir gülümsemeyle takip ediyorum. Sanki birtakım konularda iktidardan büyük bir farkımız varmış gibi, sanki liyakat/nitelik önceliğimizmiş gibi. Biz şu küçücük ortamda bile hakkaniyetli olamıyoruz. Çoğunluk kendi küçük iktidarının peşinde.

Eskiden nitelikli okur yok derdim ama artık okur bile yok. Bunun tek nedeni, ekonomik zorlukların artması ve alım gücünün azalması değil tabii. Artık TikTok çağındayız. İmaj ve görsellik ilgi çekerken, kitaplar ve okumak çekmiyor. Hele çağdaş yerli edebiyat söz konusu olunca. İnanın, ne geniş kitaplıklar gördüm, –çok satanlar hariç– içinde bir tane bile çağdaş yerli eser yoktu. Kendimiz yazıp kendimiz okuyoruz. Hatta kimi zaman kendimiz yazıyoruz ama okumuyoruz. Öyküsünün veya yazısının çıktığı dergiyi alıp öbür öyküleri veya yazıları okumayanların olduğunu inkâr edebilir miyiz?

Ülkemizin gündemini henüz çok işgal edemedi ama bir de yapay zekâ robotları var artık. Yakında bizim yerimize onlar yazacak – özgünlüğü belki tartışılacak bu eserlerin ama şu anki kitapların özgünlüğü de tartışmalı zaten. Tabii ileride edebiyatın halen anlam taşıdığı bir dünya kalırsa. Hatta yaşanabilecek bir dünya kalırsa. Bugüne odaklı yaşamakla ve kendimizle, küçük kişisel tatminlerimizle öyle meşgulüz ki, dünyanın geleceğini konuşmuyoruz. Oysa edebiyatın geleceği de buna bağlı değil mi? Yapay zekâ söz konusu olunca da bizi ilgilendiren tek şey, yazar olarak verdiğimiz pozlarda güzel görünmemize filtrelerin sağladığı katkı gibi duruyor.

Son olarak, şunu da soralım: Kendimizi, eleştirdiğimiz şeylerden azade mi tutuyoruz? Eserleri magazinel yanından bağımsız salt edebiyat metni olarak ele alan yok diyen ile eserleri o şekilde ele alanları görmezden gelen aynı kişi. Ödül mekanizmasını eleştiren ile kendi dostunu her durumda kayıran aynı kişi. Eleştiri yok diyen ile en ufak olumsuz yorumda bile saldırganlaşan aynı kişi. Çetecilikten şikâyet eden ile buna çözüm olarak kendi çetesini kuran aynı kişi. Nâzım Hikmet’in dediği gibi “kabahatin çoğu senin canım kardeşim.”


"Sevgili Yoldaşlar": Taraflı Bir Filme Taraflı Bir Bakış


Rusya'nın bu seneki Oscar aday filmi Sevgili Yoldaşlar (özgün adıyla Dorogie Tovarishchi, yaygın bilinen İngilizce adıyla Dear Comrades) 1962'de yükselen yiyecek fiyatlarını protesto için grev yapan silahsız işçilerin KGB tarafından ateş açılarak öldürüldüğü Novocherkassk Katliamı'nı konu ediniyor. Film, komünist Sovyet Rusya'ya tükaka demek için uygun bir zemin sunan konusu nedeniyle Amerikan menşeli Akademi Ödülleri için ideal bir aday. Bu filmi hakkıyla yorumlamak için ne yeterli Rus-Sovyet tarihi bilgisine sahip olduğumu, ne de ideolojik paradigmayla ilgili ahkâm kesebilecek bir konumda olduğumu iddia edebilirim. Ancak dikkat çekmek istediğim bir nokta var.

Filmin yapımcısı, Özbek asıllı Rus milyarder Alişer Usmonov. Dünyanın en zengin yüz insanı arasında. Futbolseverler hatırlayacaktır, kendisi bir dönem İngiliz futbol kulübü Arsenal’in hissedarlarındandı. Facebook ve Xiaomi’de de hisse sahibi. Servetini Soyvet Rusya zamanında zor bulunan plastik poşet üretimiyle kazanmış. Ve Sovyet Rusya zamanında yolsuzluktan hapis yatmış ama duyduğum kadarıyla kendisini “siyasi” suçlu olarak tanıtıyormuş. Ne var ki, yönetmen Andrey Konchalovskiy’e sorarsanız, yapımcı Usmonov, Rusya’daki diğer zenginlerden farklıymış. Yönetmenin böyle bir cümle kurma ihtiyacı hissetmesinde, sanat-sınıf ilişkisi açısından bir tuhaflık seziyorum.

Yönetmen Andrey Konchalovskiy, Stalin’in ölümüyle birlikte başlayan yeni dönemde sinema yapmanın daha kolay olduğunu, çünkü filmleri –örneğin Sergei Eisenstein’ın yaptığı gibi– Stalin’e onaylatması gerekmediğini ifade ediyor. Konchalovskiy, film çekmeye Andrei Tarkovski’yle birlikte başlamış; Ivan’ın Çocukluğu (1962) ve Andrei Rublev (1966) gibi kült filmlerin senaryo aşamasında yer almış. Peki, sonra ne yapmış? Hollywood’a gitmiş. Firar Treni (1985) ve Sylvester Stallone ile Kurt Russell’ın rol aldığı ünlü aksiyon komedisi Tango ve Cash’i (1989) yönetmiş.

Andrey Konchalovskiy’in kardeşi Nikita Mikhalkov’un sinema sektörünün dünya çapındaki simalarından olduğu gibi, bir Putin sever olduğunu ve sürekli olarak devlet desteği aldığını da not düşelim.

İşte bu genel resme bakınca bu filmin, Sovyet Rusya’nın “taraflı” bir eleştirisini sunmak için çekildiğini düşünmemek elde değil. Gelgelelim, yönetmen bir röportajında şöyle buyurmuş: “Hem bu filmimde hem de önceki birkaç filmimde, hayatın çelişik duygular taşıdığını hissetmeye başlamıştım. Mutlak iyi veya mutlak kötü ve tam masumiyet diye bir şey yok.” Bu filmin, Rusya’daki izleyicileri ikiye böleceğini de kabul ederek savunmasını da vermiş: “Bir kısım izleyici, bu filme karşı açık fikirli olacak. Bir kısmıysa bana sövecek ve Sovyet ideallerine ihanet ettiğimi söyleyecek. Onlara şunu demek istiyorum. Ben de sizin kadar Sovyet’im. Hatta sizden daha Sovyet’im çünkü ben yaşlıyım ve o dönemi bizzat yaşadım. Hem sevdim hem nefret ettim.”

Açıkçası, bir film “Gerçek olaylara dayanmaktadır” ifadesiyle açılıyorsa, o filme şüpheyle yaklaşmaya meyilliyim. Biz izleyiciler o olayların, tarihin, geçmişin tanığı değiliz. Ve filmde yansıtılan “gerçek”, kimin gerçeği? Ve Konchalovskiy de bunu çok iyi biliyor olmalı ki filmde şöyle bir cümleye yer vermiş: “Şolohov gerçeği yazmış olsaydı, hiç kimse onun varlığından haberdar olmazdı.”

Yönetmen, ima ettiği gibi, filmde tarafsız mıydı anlamak için, filmden sahneler üzerinden ilerleyelim. Ana karakter Lyuda, partide üst düzey yönetici ve sadık bir komünist. Onunla ilk tanışmamız; bir çorap aksesuarı almak için kara borsaya başvurarak kendisini ayrıcalıklı kılması şeklinde gerçekleşiyor. Partili komünistimiz tam bir ikiyüzlü, anlayacağınız. Bir diğer sahnede Lyuda, protestocu işçileri sarhoş olmakla suçluyor ve hemen ardından kendisi stres atmak için içki içiyor. İzleyicinin, Lyuda ile empati kurması kolay olacağa benzemiyor. Oysa yönetmen, bu filmde insanın hem iyi hem kötü olduğunu yansıtan şekilde tavır takındığını ifade etmişti. İyi yanını göremedik sadık komünistin.

Ama biz tarafgir davranmayalım ve bakışımızı biraz esnetelim madem. Yozlaşma ve yandaşçılık günümüz kapitalizminde olduğu gibi komünizmde de vardı. Ah insan! Belki de yönetmen Konchalovskiy, emekçi yanlısı yönetmen Ken Loach’un –yönetmenin genel film tarzını pek beğensem de– Meleklerin Payı (2012) filminde eleştirdiğime benzer bir yaklaşıma başvuruyordur: Kişi, üçkâğıda başvurabilir. Ne var ki, şunu eleştirmiyorum çünkü çok insani: Lyuda’nın, kaybolan kızını bulmak uğruna KGB ajanı Viktor’dan yardım alarak hak hukuk tanımamasından daha gerçekçi bir şey olamaz. Bir ebeveyn, çocuğunun hayatı için ne yapmaz?

Film/yönetmen taraflıymış tarafsızmış bir yana bırakırsak –belki de taraf olmayan harbiden bertaraf oluyordur– filmin hakkını şurada teslim edelim. Siyah-beyaz çekildiği için, tıpkı yakın zamanda yine tarihi bir zeminde anlatılan Boyalı Kuş (2019) filminin de başarıyla gerçekleştirdiği üzere, haber ve belgesel tadında görüntüler sunarak filmin izleyicide bıraktığı gerçeklik hissinin dozunu epey artırıyor ki bu da, yaşananları daha rahatsız edici kılıyor. Sinematografa alkış! Filmin bir diğer başarısı da, Sovyet Rusya’sına veya komünizme, alışılagelen klişelerle saldırmaktan, ideolojik benzerlerine kıyasla görece imtina etmesi ve doğrudan bir ideoloji eleştirisine dönüşmemesi. Ne var ki, zaten komünizmi savunanların bile savunamadığı bir katliamı konu edinmesi, Amerikan rüyası görenler için kâfi düzeyde tatmin edici bir tercih. Yine de, göze parmak sahne hiç mi yok? Örneğin, Lyuda katliam sırasında güzellik salonuna saklandığında yerde kan akarken, pencereden Lenin’in heykeli görünüyor. Kolaya kaçılmış bir imge.

Sevgili Yoldaşlar denmiş filmin adı için. “Yoldaş” eşitliği ve kardeşliği içinde taşıdığı gibi, sınıfı ve hiyerarşiyi de ortadan kaldıran bir idealizmin ifadesini bulduğu bir sözcük gibi gelir bana. Üstelik bu sözcüğü, ideolojik bağlamından bağımsız olarak da samimi bulurum. Hayatımı paylaştığım her canlı, yoldaşımdır. Hayatı bir yol gibi gören, y’ol derken ol da diyenlerdenim. Belki benim de biraz fazla anlam yüklediğim bu güzelim sözcüğün, Sovyet Rusya’sına vuran bir filmin alaycı adı olarak kullanılması kalbimi kırdı sevgili yoldaşlar.


Kasım 2021