Özcan Alper’in son filmi Karanlık Gece nihayet 28 Nisan’da vizyona giriyor. 18 Aralık 2022
tarihinde Sinematek’te izleme fırsatı yakaladığım filmden sonra yönetmenle
gerçekleştirilen söyleşiden önemli bulduğum birkaç noktayı paylaşmak istiyorum.
Ses kaydı alma/video çekme alışkanlığını halen edinemediğimden not tutuyorum,
bu nedenle cümleler yönetmenin birebir cümleleri değil, o konuşurken kâğıda
aktarabildiğim kadarından ibaret.
Kolektif kötülük, linç kültürü, olayların
üstünü örtme/olayları örtbas etme, toplumsal hafıza üzerine düşündürten bir
film Karanlık Gece. Hikâye günümüzde geçse
de filmin yüz yıllık bir hesaplaşmayı anlattığını söyleyen Alper, “Yüz yılın
Türkiye’sini anlatmak istesem nasıl anlatırdım?” fikriyle yola çıkmış.
İlk başta, olayı, mağdurun yani Ali’nin
penceresinden anlatmayı düşündüğünü ifade eden yönetmen; riskli bir tercih
yaparak tam tersinde karar kılmış ve olayı, suçun faillerinden birinin,
İshak’ın gözünden anlatmayı daha doğru bulmuş. Peki, ana karakter İshak neden
diğer köylülerden farklı? Aynı yerde, aynı tip bir ailede yetişmiş. Ne var ki,
İshak müzisyen; onu farklılaştıran şey, sanatın ona değmiş olması. Çocukluğu
bir dağ köyünde geçen ve İstanbul’da üniversiteye başlayana kadar sinemaya
gitmediğini söyleyen Alper, kamusal alanının ne kadar önemli olduğunu kendinden
bildiğini ifade ediyor. Kendisinin sinema okulunun, o zamanların TRT’si
olduğunu belirterek, dağ köyünde bir çocuğun sanatla tanışmasının ne kadar
değerli olduğunun altını çiziyor.
İşin içinde devlet
var, deyip, toplum olarak kendi üzerimize sorumluluk almaktan kaçtığımızı
söyleyen yönetmen, filmi birlikte yazdıkları yazar Murat Uyurkulak’la bu
noktaya çok dikkat etmişler. Kötülük meselesinde iyi-kötü gibi net ayırımları
savunmayan yönetmen, herkesin kendi içinde de kötülük olduğunu vurguluyor.
Sanatın da, kötülüğü bastırmaya yardımcı olduğunu ifade ediyor. İshak’ın
yolunun müzikle kesişmiş olması bu açıdan önemli. Çekiç Ali’yle, bozlak, yörük
geleneğinden, kültüründen gelen bir müzikle büyüyen birinin vicdanın da
gelişeceğine inanıyor: “Bu adam Neşet Ertaş dinliyorsa gerçekten içli içli,
yine de bir yerde bu adamın vicdanen dönebileceğini hissediyorsunuz.”
Filmlerin çok
izlenmesinin o kadar önemli olmadığını, filmlerin bir şekilde yolunu bulduğunu
söyledikten sonra, İstanbul, Ankara, İzmir dışındaki şehirlerde ilk filminden
beri dolaşma nedenini açıklıyor: “Çocukların ve gençlerin sanatla tanışma
meselesi Türkiye gibi bir coğrafyada inanılmaz önemli. Bu bir ekmek hakkı
kadar, barınma hakkı kadar önemli. Hatta şunu diyorum kültür de bir insan hakkı
olmalı. Bir edebiyatçıyla, bir müzisyenle, bir tiyatrocuyla karşılaşması
onların hayatında bambaşka bir pencere açabiliyor. İshak da müzikle
tanışabildiği için diğerlerinden ayrılabiliyor.” Irkçılığa, özgüven eksikliği
ve haset duygusunun hâkim olduğu bir coğrafyada İshak’ın yetenekli oluşuyla
farklılaşabildiğini ekliyor. Hatta film için düşünülen ilk isim de
“Akordiyoncu”ymuş.
Yönetmen erkeklik,
erillik, taşra gibi konuları ele alabileceği bir yerde büyümüş ama kendisi
köşeden izlemiş. “Hikâyeyi benden daha iyi anlatabilecek biri varsa yardım
isterim,” diyen Alper, yazar Uyurkulak’a senaryoyu gönderdikten sonra
Uyurkulak’ın kendisine, filmlerinde toplam iki küfür var, bu filmde rahat rahat
küfür edebilecek miyiz, dediğini gülerek aktarıyor.
Filmin sonunda umut
olmamasına istinaden, sanat eserinin umut yaratmasından ziyade gerçekle yüz
yüze getirip başka türlü bir düşünmenin kapısını açmasını daha umut verici
bulduğunu söylüyor. “İnsanlar karanlık şeyler yaşadığından eserden umut
bekliyor. Üstü örtülen meselenin açık edilip tartışılması daha büyük bir umut.
Siyasal kamplar üzerinden umut yaratmak gerçekçi gelmiyor.” Başka bir soruya
verdiği yanıtta da yine aynı noktayı vurguluyor: “Hakikat arayışı, umuttan daha
önemli. Vatansız hissettiğimiz için sanatçı oluyoruz. Solun kendisi milliyetçi
olmasaydı, Türkiye’de bu kadar rahat kötülük hikâyeleri dinlemezdik.”
Yönetmen, Taner Birsel’in canlandırdığı, oğlunu arayan baba karakterinin aslında daha fazla sahnesinin yer almasını arzu ediyormuş. Bence bu, yas tutamamakla ilgili bir yan hikâye olduğundan belki de ayrı bir filmin konusu olabilir.
Filmde
manzaralarıyla göz dolduran doğa ise rastgele bir fon değil; orman mühendisi
Ali’nin çevre bilincini de ortaya koyan bir mekân. Alper, insanın kendisi
doğanın bir parçası değil efendisi olarak görmesini eleştiriyor ve insanın yok
olmasının belki doğanın kurtuluşu için çözüm olduğunu ekliyor. On ağaç için
gerçekleştirilen Gezi Eylemi’nin toplumsal ve felsefi olarak çok büyük bir şey
olduğunu belirtiyor.
Emin Alper’in Kurak Günler filmiyle benzerliğe ilişkin
sorusunu şöyle yanıtlıyor yönetmen: “Ülkedeki gerçeklik bizi böyle bir
benzerliğe sürüklemiş. Demek ki biz büyük senarist değilmişiz, AKP senaristmiş.”
*Sürprizbozan*
Filmde göze çarpan bir kitap var; bu, Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ı. Filmde öldürülen karakterin adının Ali olarak
seçilmesinin nedeni, Sabahattin Ali’ye gönderme yapmak. Malum Sabahattin Ali de
karakolda işkence görmüş ve kafası parçalanarak öldürülmüştü. Filmde yazara yapılan
tek gönderme bu değil. Ali’nin öldürüldükten sonra atıldığı obruğun adı da
“Kuyucaklı Obruğu”. Sabahattin Ali, hem Murat Uyurkulak’ın hem de Özcan
Alper’in en sevdiği yazarlardanmış.
İnsanı kötülükten
kurtaracak şeyin vicdan duygusu olduğunu belirten yönetmen, filmi, bir esnafın
camına kartopu attığı gerekçesiyle öldürülen Nuh Köklü’ye ithaf etmiş. Yönetmen
burada kötülüğün sıradanlığına dikkat çekerek, Nuh Köklü’nün cenazesinin olduğu
gün, olay yerindeki fırının açık olduğunu ve insanların hiçbir şey olmamış gibi
ekmek almak için oraya gittiğini ifade ediyor. Yönetmen, politik değil gündelik
vicdan muhasebesini daha çok önemsediğine dikkat çekiyor. Tıpkı filmde olduğu
gibi gerçek hayatta da, “Katiller yakalanmıyor. Demek ki katillerin yakalanması
için daha çok uğraşmalıyız.”
*Bu yazı ilk olarak 26 Nisan 2023'te Parşömen Edebiyat'ta yayımlanmıştır.
Kötülüğün sıradanlığının nedeni, örtmekten kaynaklanıyor. İnsanın kendi kötülüğünü kendine perdelemesinden... Bu da genelde meşrulaştırmayla oluyor. Ya da kötülüğe maruz kalanın bunu hak ettiğini düşünmekle. Aslında yine meşrulaştırma, yani örtbas etmek, örtmek, perdelemek. Vicdan'ın kelime manası ise "bulma, aklına getirme". Yani bilinç düzeyine çıkarma, keşfetme diyebiliriz bir yönüyle. İnsanın kötülüğüyle yüzleşememesi, kötülük yapmasından ve yapmamasından daha kötüdür. Kötülük yapanda bu yüzleşememe, kötülüğünün kartopundan çığa dönüşmesine; yapmayanda ise Madımak'ı yaktıktan sonra eve gidip çocuğunun başını okşamasına, karıcığının yanağına bir öpücük kondurmasına neden olur. Yani yüzleşmeye korkulan kötülük, sıradan bir insanda bir anda hortlayıverir. Ben de ara sıra insanlara kartopu attım. Bir keresinde bir arkadaşımın yüzüne denk gelmişti. Sonra gidip ondan özür diledim. Pişman hissettim. O bana daha büyük eşek şakaları yapmıştı vaktiyle ama yine de kartopunun yüzünde patlamasını hak ettiğini düşünerek (meşrulaştırma) sıradan bir kötüye dönüşmedim. Çok şükür...
YanıtlaSil