14 Şubat 2021 Pazar

KIRIK

Salıncakta sallanıyoruz. Zincirler boşlukta savruluyor, arkasından saçları. Kalbimin zincirleri. Kaç yaşındayız. Çocuğuz ama biraz da büyükçe. Gelecek ümitlerimizin geçmişte biriktiğini bilmediğimiz bir yaştayız. Onun salıncağı duruyor, benim kalbim durulmuyor. Gidip oturuyor yıkık bir duvarın üstüne; kalbim gibi harap kullanılmaktan. Duvarın alçağında kısa kısa otlar. Rüzgâr, saçlarını ve otları yana yatırıyor. Kulağımda rüzgârın uğultusuyla hışırdayan otlar. Konuşsa, kulağım ona hazır. Bir kuğuyum, boynum ondan tarafa eğri. Beni zarif yapan o, beni güzel yapan o, onun varlığı. İleride küçük bir orman. Gözlerini orada bir noktaya dikmiş bakıyor. Sanki sadece onun görebildiği bir kapı var, ormana girmeye. O kapıdan girip ardında kaybolursa diye bir korku çörekleniyor içime. Ormanı buraya getirmek istiyorum. Ve aralayayım dalları, çizilmesin bir yanı. Duvara atlıyorum atik bir hareketle. Serde erkeklik. Bir şey diyecekmişim gibi ona yaklaşıyorum. Nefesi, nefesimle arama giriyor. Bakışı, dünyayla arama giriyor. Rüzgâr, saçlarıyla sevişiyor, kıskanıyorum. Bir orgazm anını taklit eder gibi havalanıyor havalanıyor saçları. Ah… Saçlarının dağınıklığı, toprağın didiklenmişliği, duvarın yıkıklığı. Kaostaki uyum bu.

Sonra birden görüntüyü tamamlarcasına bir ses. Kesik kesik. Diğer tüm sesleri silen. Birbirine çarpan kirpikleri, hüzünlü bir melodi gibi. Hıçkırıkları artarak bir çığa dönüşüyor, altında kalacağım. Yüzünde başlayan fırtına, kaşlarını aşağı çekip kıvırarak çatıyor önce, minik burun delikleri genişliyor ve en son dudakları kırılıyor uçlarından. Dudaklarındaki kirazlar, yanaklarındaki elmalar düşüp çürümesin. Ona söylesem hislerimi, tuz mu basarım yarasına. Gözaltları çok yağmur yemiş gibi kırış kırış. Belleğine büyü yapsam, adı unutmak olsa. Ama ben lal. Sözlerim saklanıyor dilimden, onu uçurumdan döndürmeye yetmezse korkusuyla. Yaşlarını sözlerimin eleğinden geçirip kalbimin kalıbına döksem. Burada pazularım, nerede gücüm. Serde erkeklik. Buruş buruş bir mendil çıkarıp cebimden veriyorum. Dudağının kenarına bir gülümseme takıyor, ince. Dizlerini karnına çekiyor sonra, bana dolanacak kollarını doluyor dizlerine. Bedeni kapanıyor içine, yansıttığım ışıktan kaçan gecesefası gibi. Hırpani bir keman taksimi şimdi sesi. “Ölenin ilk sesi unutuluyor,” diyor. “Ölenden geriye kalan sadece sessizlik.” Sessizlik, cümle anıyı taşıyamayacak kadar narin. Yer, altımdan çekiliyor; kanım, damarlarımdan. Yoksa…

“Kayaların oyuklarına dolan sular gibi usulca içime aktı. Önce kulağıma, sonra ağzıma soluğunu bıraktı. İçime dolan nefesinden bir kuş havalandı. O kuş benim aklımdı, kalbimdi kanatları. Ama nefesini benden çekti. Kuş beynim bırak dedi o kanatları, öl dedi, öl ki yeniden dirilebil. Bense bekledim onu; ne kolay olurdu kırmak, bencileyin bir kuşun boynunu. Yeter ki gelsindi. Ama o ne yaptı.”

Her kelimesi ayağıma bağladığı bir taş, beni sonuma çeken. Hıçkırıklarına sesinde yer açıp devam etti.

“Öldü.”

Fazla besili bir hülya, ateşten bir düş kırıklığına dönüşüp çarpıyor yüzüme. Çözülüyor karlarım; eriyorum yanılgılarım ve kırıklarımla.

“Tenimin onu öğrendiği gün. Hemencecik ezberlediği gün. Parmak uçlarımdan, göbek deliğimden, kulağımın arkasından geçtiği gün. Unutmadım o günü. Her bir parçam tek tek özlüyor onu. Unutmamayı öğretiyor bedenim bana.”

Yollarını gözlemiştim sözcüklerin, onu avutmaya. Ne mundar nenlermiş meğer. Keşke olmasalardı. Kabahat, sözcüklerindir. Tüm sesler, kurtulasıdır artık, ilk ve son sözümden sonra. Elimi sol göğsünün üstüne koyarak dedim:

“Burada ne güzel cinayet işlenir.”