12 Haziran 2025 Perşembe

Küba: Başka Bir Dünya Halen Mümkün mü? - 3. Bölüm

 


    Arabalar ve Ulaşım

Ülkede sık rastlanan eski model Lada marka arabalar Sovyetler’in hediyesi. Küba deyince akla gelen ilk arabaların eski Amerikan otomobilleri olması ironisinin ardındaysa şöyle bir gerçek var: 1959’daki sosyalist devrimden önceki başkan Batista zamanında halkın yoksulluktan kırıldığı Küba, zengin Amerikalılarınsa zevküsefa merkeziymiş. Bunun bir nedeni de o zamanlar ABD’de içkinin yasak olması. Devrimden sonra Küba devleti, Amerikalıların şirketlerine, evlerine, arabalarına, yani her türlü mülküne el koyup bunları kamulaştırmış ve halka dağıtmış. Hatta Fidel’le birlikte omuz omuza savaşıp canını ortaya koyanlara verilen ev ve arabalar, halkın kalanına verilenlerden bir tık daha iyiymiş; mesela deniz kenarındaymış. O kadar da olsun artık.

Lada’ların, eski Amerikan otomobillerinin ve özellikle Havana’da daha sık rastlanan lüks araçların dışında “coco” taksiler ve üç tekerlekli “bisiklet” taksiler var. Halk toplu taşımada genellikle insanların alt alta üst üste gittiği otobüsleri yararlanıyor. Kırsalda ve küçük yerleşim birimlerinde çok yaygın olan atlı arabalara Havana’da da rastlanıyor maalesef. Turistler genellikle taksiye yönlendiriliyor. Kübalı olmadığınızı bin metre öteden anlayan Kübalı kardeşlerimiz zaten “taksi” diye yanınızda bitiveriyor. 

Küba’da yabancıysanız, birçok şeyde olduğu gibi ulaşımda da pazarlık yapmak dışında bir seçeneğiniz yok. Modern sarı taksiye de binseniz, eski Amerikan otomobiline de, Sovyet Lada’sına da, coco taksiye de, bisiklet taksiye de durum bu. Bisiklet taksi dışında ücretleri de benzer. Binmeden önce gideceğiniz yeri anlatın ve fiyatta anlaşın. Yüksek bir rakamdan pazarlığı açacaklarından emin olabilirsiniz. Ne var ki, indiğiniz noktada anlaşmayı bozup daha yüksek ücret istemeleri de ihtimal dışı değil. Coco taksiler Küba sıcağında havadar oluyor, şayet yanınızda bavul falan yoksa. Bisiklet taksi daha ucuz ama bisiklet sürmekten midir nedir zaten bir deri bir kemik kalmış insanların sürdüğü bisikletlerde kendimi taşıtma fikrinden hoşlanmadığımdan bunu denemedim.

Turist gibi takılmayı bırakıp yereller gibi yaşayayım ve çok para da vermeyeyim diyorsanız, benim gibi dolmuşa/paylaşılan taksiye (Almendrones/Collectivos/Máquinas) binebilirsiniz. Böylece taksilerin sizi 25 dolara götürmeye çalıştığı yere kişi başına 3 dolara gidebilirsiniz. Hem de, klasik bir Amerikan otomobiliyle gezeceğim diye, yüksek meblağlara araba kiralamanıza gerek kalmaz. Toplu ulaşımda kullanılan eski araçların da hepsi Chevrolet, Cadillac, Chrysler, Ford Fairlane, Plymouth vs. zaten. Dolmuşlar Çin Mahallesi’nin oradan kalkıyor. Evet, burada da Çin Mahallesi (Barrio Chino) var ama Çin’le uzaktan yakından alakası yok.


Şoförleri görünce şok olmayın. Malum Kübalılar rahat; taksici olsun dolmuşçu olsun kendi kişisel aracını kullanan olsun, araç sürmeleri epey kötü. Şimdiye kadar gezdiğim ülkelerde gördüklerimin en kötüsü diyebilirim; Makedonya’yı bile sollamışlar bu konuda. Öyle ki, araba kullanırken içkisini yudumlayana da rastlayabilirsiniz. Nitekim ülkede doğal olmayan ölümlerin ilk nedeni, trafik kazalarıymış. Hatta kaza olması durumunda kimin suçlu olduğuna bakmaksızın sürücülere 10 yıla kadar hapis cezası verilebiliyormuş. Bu arada, klasik Amerikan otomobillerinin çoğunda tek silecek var, şaşırmayın, silecek eksik değil.


Bir de kaçak taksiler var. Akşam 5’ten sonra çoğu turistik mekân kapanıyor demiştim; akşam 6’dan sonra da, bütün gün taksi taksi diye peşinizde dolanan arkadaşlar kayboluyor. O zaman kalbini açar gibi aracını açmaktan çekinmeyen kardeşlerimiz çıkıyor ortaya. Aslında ülkedeki her araba potansiyel bir taksi. Turizmin en önemli gelir kaynağı olduğu ama yeterince turistin gelmediği ülkede herkes baldan bir parmak olsun almak istiyor haliyle. Benim bindiğim kaçak taksinin sahibi ve sevgilisi, Küba’da iletişim kurduklarım arasında İngilizceyi en iyi konuşanlardı. Küba’daki yemekleri nasıl bulduğumu sorunca ve benden ne yazık ki pek olumlu olmayan bir yanıt alınca, “Zaten Türk yemeklerinden iyisi mi var?” dedi adam. Meğer vaktiyle İstanbul’a gelmiş. Ayrıca, Küba’da hit olmuş tek Türkçe şarkının da “Şımarık” olduğunu söylediler şarkıyı “Yakalarsam Muck Muck” diye mırıldanarak.

Ulaşımla ilgili son bir şey de, Küba’yı otostopla dolaşmak da mümkün. Bu şekilde sadece gezginler değil, neredeyse bedava ama ağzına kadar da dolu olan otobüsleri tercih etmeyen Küba halkı da ulaşım sağlıyor. İlginç olansa, bunu bizzat devlet teşvik ediyor ve devlet araçları da yasal olarak otostopçuları almak zorunda.

Malum Küba bir klasik araba açıkhava müzesi. Tabii bu araçlar çok eski olduğundan ve artık yedek parçaları bulunamadığından, her klasik araç sahibi aynı zamanda bir tamirci ustası olmak zorunda kalmış. Önceleri, politik bağlantıları olanları bir yana bırakırsak, sadece doktorların ithal araba alma hakkı varmış. 2014’te değişen yasayla birlikte artık herkesin böyle bir hakkı var. Ancak vergisi oldukça yüksek.


Ulaşım ve araba konusuna Che’yle ilgili de bir anekdot bırakalım. 1959’da Santa Clara şehrini ele geçirmeleriyle birlikte 26 Temmuz Hareketi yani sosyalist devrimciler zafere ulaşıyor. Che’nin omuz omuza savaştığı bir askerin, yenilgiye uğrattıkları karşı taraftan birinin üstü açık, lüks otomobilini alıp onunla Havana’ya gittiğini gören Che arabayı durduruyor; arabanın ona ait olmadığını, halka ait olduğunu, arabayı aldığı yere bırakmasını söylüyor. Sonra ister otobüse binip gel, istersen askeri jip bul, diye de ekliyor. Bu bilgiye, Steven Soderbergh’in yönettiği Che 1: Arjantin (2008) filminde de yer veriliyor. Kurmacadan ziyade belgesele yakın film, devrim sırasındaki Che ve devrimden sonraki Che paralel kurgusuyla akıyor. Che’yi başarıyla canlandıran Benicio Del Toro, film için yedi yıl hazırlık yapmış fakat Fidel’i canlandıran Demián Bichir Nájera ne yazık ki karikatür bir tipten öteye geçemiyor.


Mimari

Şimdiye kadar 34 ülke, 193 şehir gezebildim. Ve iddia ediyorum, her bir binası özenle yapılmış böyle etkileyici olan bir şehir, Havana’ya kadar görmemiştim. Çünkü Havana, mimari açıdan bir gökkuşağı gibi; en şık mimari tarzlardan, en güzel renklerden, en iyi geçişlerden bir yelpaze. Arap, İspanyol, İtalyan, Portekiz, Fransız, Yunan ve Roman mimarisinin bir sentezi. 18. ve 19. yy.’ların neoklasik mimarisi 20. yy.’da –hastası olduğum– art nouveau ve art deco ile birleşerek eklektik bir hal almış. En baskın mimari tarz ise İspanyol; hatta Endülüs’te ve yer yer Portekiz’de benzerlerine rastlanabilir. Bu binalar koruma altında falan değil, halk bunlarda yaşıyor. Başka bir ülkede olsalar tarihi sayılacak binaların pencerelerinde asılı çamaşırlar görüyorsunuz. Ne yazık ki, binalar aşırı bakımsız, tabiri caizse dökülüyor. Devlet restorasyon işine el atmışsa da, maddi kaynak yetersizliği yüzünden, işler çok ağır ilerliyor. Yeterince zengin bir ülke olsa Havana dünyanın parmakla gösterilecek birkaç enfes şehrinden biri olabilirdi.

Küba genelinde sıcak ve nem yüzünden evlerin pencereleri, hatta kapıları genelde açık; bu nedenle, pencere ve kapılarda demirler var. Zaten güvenli bir ülke; hırsızlık falan olmaz. Yeni yapılan modern binalar ise daha yüksek ve sevimsiz; beş yıldızlı oteller gibi. Küba’da otelde kalmak yerine pansiyonda da (casa) kalabilirsiniz; turistler için yenilenmiş odalarda kalmak yasal çünkü bunlar halkın ek gelir kaynağı. Lüks beklentisi olanları memnun etmez ama odalar temiz, odaların kendi banyoları var ve şanslıysanız Latin atmosferini yansıtan bir odaya denk gelebilirsiniz. Misafirperver Kübalılar da, farklı dil konuştuğunuzdan anlaşabildiğiniz sürece, size yardımcı olmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Kübalıların ise lüks otellerde kalması yasak, sadece balayı çiftleri bu otellerde konaklayabiliyor; hatta sırf bu otellerde kalabilmek için insanlar evlenip sonra boşanıyormuş. Kübalıların yurtdışına çıkma yasağıysa 2012’de kalmış.


Doğa

Karayipler’de yer alan Küba’nın ince beyaz kumları ve berrak açık turkuaz sularıyla meşhur, çeşitli seyahat sayfalarında en üst sıralarda yer alan birçok kumsalı var. Haliyle hepsi halk plajı, şayet şezlong kiralamak istemiyorsanız. Tropik suları yer yer banyo suyundan hallice. Kübalı kardeşlerimizin deniz anlayışı bizimkinden farklı, kimse yüzmüyor. Gruplar halinde denize girip dikiliyor, sohbet ediyor ve içiyorlar. Çoğunluk, bilinen tarzda mayo ve bikini de giymiyor; sörfçülerin sıcaktan korunmak için giydiği türden uzun kollu mayolar giyiyorlar; o da yoksa tişörtle, şortla denize giriyorlar.

Kıyafette konu açılmışken, şemsiye getirmeyi unutmayın. Hava çok sıcak ve yazın gelirseniz bunaltıcı derecede nemli olduğu halde, gökyüzünü birden bulutlar sarabilir ve sağanak başlayabilir. Bu sıcakta yağmurluksa fazla kaçar. Batı kaynaklı sitelerdeki havadurumu sıcaklığına, yağış durumuna da sakın inanmayın; ne derlerse Küba’da tersi çıkıyor. Şemsiyeler Kübalıların her daim yanında çünkü onlar sadece yağmurdan değil (Uzakdoğulular gibi) güneşten de korunmak için şemsiye açıyor.

Ateş ağacı

Ulusal ağacı palmiye olan Küba tam 18 palmiye türü barındırıyor. Kıyı bölgelerin mangrov ağaçları da var. Bunlar denizde büyür, tuzu çekerek tuzlu suyu tatlı suya çevirir fakat suyu bulandırır. Ayrıca, okyanuslardan gelen erozyonu engelleyerek kara parçalarını erozyona ve dalgalara karşı korur. Küba’nın gittiğim her şehrinde en çok rastladığım ağaçsa banyan. Aslında Hindistan’ın resmi ağacı; söylentiye göre, Buda’nın 7 gün altında oturup aydınlanma yaşadığı, yani ilk meditasyonunu yaptığı kutsal ağaç. Tek kişilik orman gibi. Ağaca tutununca elinize karınca gelirse şans da gelir diyorlar. Küba sokaklarını turuncu-kırmızı kocaman çiçekleriyle süsleyen bir ağaç da ateş ağacı, bu ağacın anavatanıysa Madagaskar.

Banyan ağacı

Küba tam yirmi beş kuş türünün anavatanı. En yaygını, dünyanın en küçük kuşu olarak bilinen arıkuşu (sinekkuşu da deniyor). Bu minnak sadece 6 cm. uzunlukta ama canlı, parlak renkleriyle göz alıyor. Aman yanlışlıkla böcek zannetmeyin. Bir de tepemde bol bol akbaba uçtu; onları canlı canlı bu kadar yakından görmek değişik bir his fakat korkuya mahal yok, bir şey yapmıyorlar. Ülkenin bir başka hayvan sembolüyse yunus. Ne yazık ki, yunusların hapsedildiği yunus parkları burada da mevcut. Sokak hayvanla
rına da büyük-küçük her şehirde rastlanıyor fakat genel durumları Türkiye’deki kadar iyi değil.


 

*Küba yazı dizisinin devamında sırasıyla yer verilecek konular: Yiyecek, İçecek, Puro, Hediyelik, Havaalanı, İnternet, Spor, Che, Santa Clara, Havana, Varadero, Cifuengos, Trinidad.

**Küba yazı dizisinin 1. Bölümü için bkz. https://erikhirsizi.blogspot.com/2025/05/kuba-baska-bir-dunya-halen-mumkun-mu-1.html

***Küba yazı dizisinin 2. Bölümü için bkz. bkz. https://erikhirsizi.blogspot.com/2025/05/kuba-baska-bir-dunya-halen-mumkun-mu-2.html

****Yazıda kullanılan bütün fotoğraflar bana aittir. Üstlerine tıklayarak fotoğrafları daha büyük ve daha net görüntüleyebilirsiniz.


29 Mayıs 2025 Perşembe

Küba: Başka Bir Dünya Halen Mümkün mü? - 2. Bölüm

         


        Turizm, Gezmek ve İletişim

Ne acı ki, pandemi bittiği halde Küba’nın beş şehrinde de Batılı turist az gördüm; Türkiye’den ve öbür Latin ülkelerinden gelenler ağırlıktaydı. Özellikle Havana’nın turistik noktalarında (Eski Havana; La Habana Vieja) belirli bir saatten sonra in cin top oynuyor; turist olmadığından mıdır nedir, çoğu mekân da saat 5 oldu mu kapanıyor. Elbette turist sayısının şu anda az olmasının başka bir nedeni de, yaz ayının yüksek nem nedeniyle daha az tercih edilmesi; dışarı çıktıktan 10 dk. sonra üstünüz başınız sırılsıklam kalıyor. Turistler de genelde kış aylarında geliyormuş.

Küba’da okuma-yazma oranı yüksek olduğu halde, kendi dilleri İspanyolca dışında dil bilen nadir bulunduğundan, İspanyolca bilmeyenlerin Kübalılarla iletişim kurması zor. Ancak turisti bin metre öteden tanıyorlar, çünkü en paspal halinizle onlardan daha zengin görünüyorsunuz ve turist olduğunuzu çaktırmama şansınız yok. Turizmin başlıca gelir kaynağı olduğu ve pandemi döneminde turizm kaynaklı gelirin acayip düştüğü düşünüldüğünde, turistten ne koparsak kâr diye bakıyorlar; turizmin ana gelir kaynaklarından olduğu kimi ülkelerde, örneğin Türkiyede de olduğu gibi. Yabancıları, tabiri caizse, yürüyen dolar olarak görüyorlar, bu nedenle herkesin bildiği tek bir İngilizce sözcük var: “tip” (bahşiş). Bir arabanın, bir insanın, hatta bir sokağın fotoğrafını mı çekecekseniz, “Hey Amigo” diyor ve “tip” diye ekliyor. Ücretsiz umumi tuvalete mi girecekseniz, birden birisi beliriyor ve “tip” istiyor. Mesela ücretsiz sunulan bir olanak olan müzenin üst katındaki tuvaletin önünde hiç kimse yokken, alt kattaki tuvaletin önüne biri dikilmiş, diyor “tip”. Aklınıza gelebilecek her şey için “tip” istiyorlar. Sonuçta Kübalı sosyalist kardeşlerimize feda olsun, dayanışalım, demek istiyorum ama bu olay öyle sık gerçekleşiyor ve öyle saçma şeyler için istiyorlar ki, bir yerden sonra insanın canına tak ediyor. 

Kübalı değilseniz para meselesinin başka bir boyutu da pazarlık. Hediyelik eşya için, taksi için, hatta para bozdurmak için, kısacası her şey için pazarlık yapmak zorundasınız. Örneğin, pazarlık yapmazsanız taksi 15 dolara götüreceği yere sizi 25 dolara götürebilir veya 40 dolara alabileceğiniz bir şeyi 70 dolara alabilirsiniz. Ne yazık ki, bir şey satın almanız için de çok fazla baskı yapıyorlar. Satıcı 10 dk. boyunca peşinizden gelebiliyor. İnsanlara hayır demekte zorlanan biri olarak burada bu açıdan kendimi bir parça geliştirmiş olabilirim. Öte yandan, evleri ve üstü başı dökülen insanları görünce kızamıyorum da, üzülüyorum. Ulan Amerika. Ulan Batı.

Devletin döviz bürolarından para bozdurunca 1 dolar = 25 peso şeklindeydi. Oysa 1 doları 250-300-330 peso şeklinde bozdurdum. Karaborsacılar var, yolda yanınıza gelip “kambiyo” diyorlar. Ama sahte para verme ihtimalleri olduğundan onlara güvenemezsiniz. Tanıdık birinden tüyo alıp Havana’da katedralin orada bozdurduğumuz oldu ama tanımıyorsanız riskli. Bunun yerine, turistik restoranlarda, kafelerde garsonlardan bozdurabilirsiniz. Ancak, zaten dolar şeklinde de ödeme aldıklarından çok para bozdurmadan dolar harcamak da mümkün. Bu durumda, yanınızda bozuk dolar olsun, 5-10-20 dolarlık banknotlar şeklinde. 100 dolar verince üstünü dolar olarak alamayabilirsiniz ve kafalarına göre bir kurdan bozup size geri peso verebilirler. Şanslıysanız euro da verebilirler. Burada euro, dolardan daha değerli değil. Halkın gözünde 1 euro = 1 dolar, bu yüzden euro kullanırsanız zarar edersiniz. Zaten euro ve kredi kartı kullanımı pek yaygın değil, sözcüklerin İngilizce telaffuzu bile herkese tanıdık gelmiyor. Havana’da değilse bile, Trinidad gibi daha küçük yerleşimlerde. Amerikan dolarına olan merak ne ironik.

Kübalılar iddia edildiği gibi Türkiye’yi seviyorlar mı? Türkiye’yi değil de turistleri seviyorlar desem, acı gerçek bu. Turistik noktalarda güleryüzlü ve neşeli görünüyorlar çünkü siz turistsiniz ve sizden kazanç sağlamayı umuyorlar. Müzik ve dans da çoğunlukla turistik amaçla yapılan şovlar. Şehirlerin arka sokaklarına girip halkın arasına karıştığınızda sokaklarda dans eden, müzik yapan, neşeyle, sanatla kendini var eden yok. En azından artık yok. Bueno Vista Social Club ruhu artık yaşamıyor. Gençler geleneksel Küba veya Afrika müziği dinlemiyor, pop ve rap dinliyor; Amerikalı veya Türkiyeli gençlerden farklı değiller. Çoğunun burnu havada, size yakın davranmıyorlar, ellerinde hep cep telefonu, dillerinde iPhone.

Küba ruhu sadece turizm için yaşıyor gibi bir görüntü var. Ülkedeki yaşlı nüfus yani devrimi yaşamış olanlar sosyalizme bağlıyken; genç nüfus, özellikle de turistlerle iş yapanlar kapitalizmin cazibesine kapılmış görünüyor maalesef. Ancak, sosyalizmden memnun olsun ya da olmasın herkes, halkı sömüren diktatör Batista’yı devirdiği için Fidel, Che ve diğer devrimcilere yönelik büyük saygı ve sevgi duyuyor. Bizdeki imeceye benzeyen “La Vida Gorda” ruhuysa halen yaşıyor: İmkânlar kısıtlı olduğundan ortaya çıkan dayanışma ve bunun getirdiği hoşgörü, yani sadece bir kişinin sahip olduğu bir şeyi bütün komşuların ortak kullanması ve o kişi zor durumda kalınca da ona herkesin destek çıkması gibi.

Müzik demişken… Hemen herkesin adıyla, sözleriyle değilse de ezgisiyle bildiği Hasta Siempre (Sonsuza Dek) Che Guevara için yazılmış bir ağıt ve bu ağıt çalarken halk saygı bekliyor. Oysa sadece ülkemizde değil başka ülkelerde de bu şarkının çeşitli yorumlarında eğlenerek coşmak âdet olmuş gibi. Yaratıcısı Carlos Manuel Puebla, Che’nin Küba’ya veda mektubunu Fidel’in halka okumasının hemen ardından duygulanıp Hasta Siempre’yi yazıp bestelemiş. Kendisi işçiyken gitar çalmayı kendi kendine öğrenip müzikle ilgilenmeye başlamış bir sanatçı.


Kübalılar ayrıca acayip rahat tipler. Bir restoranda bir şey isterseniz, doğru şey gelir mi veya kaç dakika sonra gelir, bilinmez. Altıda kapandığı belirtilmiş dükkân beşte kapatmayı tercih etmiş olabilir; kapıya kilidi beşe on kala vururken gelen müşteriyi umursamayabilir. Otobüs erken geldiyse yolcuyu beklemeden gidebilir. Kimilerine göre bunun nedeni, zaten devletin temel ihtiyaçlarını karşılıyor olmasından gelen kaygısızlık. Bir yandan da, nem yüzünden hissedilen sıcaklığa dayanmak zor ve bu da hareket kabiliyetini sınırlıyor. Kübalıların rahatlığıyla ilgili bahsi geçen bir anekdot şöyle: Sovyetler, Trinidad’a nükleer enerji santrali yapacakmış (hatta başlanmış ama tamamlanmamış, şehri ziyaret edince de görme şansınız oluyor) fakat Çernobil patlaması olunca vazgeçmişler; bunu duyanlar de demiş ki, vazgeçtiğiniz iyi oldu, biz Kübalılara “Git düğmeyi kapat” deseniz o düğme 1 saatten önce kapanmazdı ve burada da patlama olurdu.


Neden yabancı dil öğrenmediklerini düşününce ilk akla gelen, emperyalist ve sömürgeci ülkelerin dillerine, özellikle de Amerika’da konuşulan İngilizceye prim vermemek olabilir diye düşünebilir. Ancak, başka diller de var, öğrenilebilirlerdi. Öte yandan, şu anda konuştukları İspanyolca da aslında uzun seneler boyunca onları en çok sömüren İspanya’nın dili. Yani, şu anda konuştukları dil zaten Küba yerlilerinin dili değil. Dost acı söyler diyerek gözlemimi aktarayım o zaman. Bu rahat arkadaşlarımız tembellikten öğrenmiyorlar. Hiç dil bilmeden de turizm işini götürebildiklerine göre ne gerek var diyorlardır belki. Öte yandan, lise ve üniversite eğitiminde İngilizce bir süredir zorunlu dil. Ne yazık ki, dil öğretme yöntemleri geleneksel ve etkisiz görünüyor.

Ülkede konuşulan İspanyolca da başka ülkelerde konuşulan İspanyolcadan biraz farklı. Taíno yerlilerinin konuştuğu dilin etkisiyle zenginleşmiş bir İspanyolca. Hatta Küba İspanyolcasındaki bazı sözcükler yaygın İspanyolcadakinden de farklı. Örneğin, “papaya” kadın cinsel organının argosu. Meyve olan papaya için “fruta bomba” sözcüğünü kullanıyorlar. “Vale” İspanyolcada “tamam” demekken, Küba İspanyolcasında “sus, kes sesini” demek.

Güvenli olmasına güvenli bir ülke, her açıdan, ama erkekleri çapkın ve flörtöz. Latin kanı kaynıyor tabii. Bir otobüs şoförü korna çalarak yoldan geçen kadınlara kendince laf atıyordu, bir başkasıysa metresinden bahsedip, aman karıma söylemeyin, diyordu. Öte yandan, rahat insanlar olduklarından, sırf açık saçık giyimlisiniz diye dönüp size bakan da olmuyor; herkes öyle giyiniyor zaten.


*Küba yazı dizisinin devamında sırasıyla yer verilecek konular: Arabalar, Ulaşım, Mimari, Doğa, Yiyecek, İçecek, Puro, Hediyelik, Havaalanı, İnternet, Spor, Che, Santa Clara, Havana, Varadero, Cifuengos, Trinidad.

**Küba yazı dizisinin 1. Bölümü için bkz. https://erikhirsizi.blogspot.com/2025/05/kuba-baska-bir-dunya-halen-mumkun-mu-1.html

***Küba yazı dizisinin 3. Bölümü için bkz. https://erikhirsizi.blogspot.com/2025/06/kuba-baska-bir-dunya-halen-mumkun-mu-3.html

****Yazıda kullanılan bütün fotoğraflar bana aittir. Üstlerine tıklayarak fotoğrafları daha büyük ve daha net görüntüleyebilirsiniz.


21 Mayıs 2025 Çarşamba

Küba: Başka Bir Dünya Halen Mümkün mü? - 1. Bölüm


Alain De Botton’un ifade ettiği gibi, bir yer en saf haliyle anılarda var olur, deyip 2024 yazında yaptığım Küba seyahatimden hatırımda kalanları yazdım. Az ama öz yazmak, güleryüzlü bir sosyalizmle yönetilen Küba bambaşka bir yer olduğundan tabii biraz zor oldu. Hem benim en çok merak ettiğim hem de araştırmalara göre en çok merak edilen ülke olan Küba’ya, Devrim/Ulusal İsyan Günü olarak kutlanan 26 Temmuz’dan bir gün sonra adım attım. Yedi yazıda anlatacağım Küba’nın beş şehrini arşınlayabildim: Varadero, Cifuengos, Trinidad, Santa Clara ve Havana. Bu yazı dizisinin, gitmeyi düşünenler için bir mini rehber işlevi görmesini de umuyorum çünkü internette Küba ile ilgili güncel Türkçe bilgi yok.

        Kısa Tarih

Küba’nın resmi adı Küba Cumhuriyeti ve 1959’dan beri sosyalizmle yönetiliyor. Dünyanın en büyük 17. adası olan Antillerin İncisi Küba 11,3 milyon nüfusa sahip. Tarihçiler “Cuba” sözcüğünün kökeni Taíno diline dayandığına inanıyor. “Güzel memleket, bereketli toprak” demek; yalan da değil. Guanahatabey ve Taíno yerlilerinin yaşadığı topraklara 1492’de sömürgeci Kristof Kolomb ve avanesi adım atmış. Tarihçiler, yerlilerin kendilerini böyle adlandırmadığını, bu adları onlara sömürgecilerin verdiğini söylüyor. Nitekim Kolomb da buraya “Isla Juana” adını vermiş; Jane/Joan/Joanna Adası gibi bir anlamı var. Yerli halkın çoğunu feci işkencelerle katlettiklerinden günümüzde yalnızca 5000 civarında gerçek Küba yerlisi kaldığına inanılıyor; onlarla karşılaşmak da hayli zor. Bazı noktalarda Küba yerlisi olduğunu iddia edenlere rastlanıyor ama bu kişiler öz hakiki Küba yerlisi mi, yoksa turistlerin kendileriyle fotoğraf çekilip para vermesi için böyle söyleyenler mi, ayırt etmek pek mümkün değil. Küba halkının kalanıysa sömürgeci İspanyolların ve –özellikle tarlalarda çalışmaları için– köle olarak getirdiği Afrikalıların soyundan. İspanyolların etkisiyle yerleşen Katolikliğe inananların sayısı %56 civarında. Afrikalıların etkisiyle, toprak, güneş ve suyu kutsallaştıran Santeria dinine inanların sayısıysa %20 civarında; kendi tapınakları var ve burada erkeklerin yanı sıra kadınlar da rahiplik yapıyor. Geriye kalan halkınsa %23’ü ateist.

Önce İspanyol, sonra Amerikan toprağı olan Küba, 1902’de bağımsızlığını kazanmış. İspanya ve ABD’ye karşı Küba’nın bağımsızlığı için mücadeleye adadığı hayatını daha 42 yaşındayken bu yolda kaybeden şair, yazar ve gazeteci José Martí, Küba’nın ulusal kahramanı ve simgesi. Öyle ki, ülkenin kurucusu olarak görüldüğünden kendisinin Fidel ve Che’den bile daha çok saygı gördüğü söylenebilir. Batista diktatörlüğü zamanında halkı yoksulluktan kırılan Küba, Amerikalı zenginlerin zevküsefa merkezi olmuş; bunun bir nedeni de Amerika’da o dönem uygulanan içki yasağı yüzünden Amerikalıların içip eğlenmeye Küba’ya gelmesi. Batista’yı devirmek için Fidel Castro ve 165 arkadaşı 26 Temmuz 1953’te Santiago’daki Moncada Kışlası’na baskın düzenlemiş ama başarısız olup tutuklanmış. Fidel yargılanırken de tarihe geçen o meşhur cümleyle biten savunmasını yapmış: “Sayın yargıç siz beni mahkûm edin! Tarih beni haklı çıkaracaktır!” 1955’te Meksika’ya geçip bu olaya atfen 26 Temmuz Hareketi adlı örgütü kurmuş. 1956’da Küba’ya dönüp Sierra Maestra Dağları’nda Batista’nın kuvvetleriyle savaşmış. 1959’da Santa Clara şehrinin düşmesiyle birlikte Batista ülkeden kaçmış. Devrimde Fidel kadar etkili öbür iki isimse Ernesto Che Guevara ile Camilo Cienfuegos. Fidel’in başbakan olmasıyla birlikte Amerikalılara ait olan evler ve araçlar başta olmak üzere her şey kamulaştırılarak halka verilmiş. Sonrasında da başta ABD olmak üzere Batı’nın Küba’ya ambargosu başlamış.

    Sosyal ve Ekonomik Durum

Fidel yönetiminde başlayan okuma-yazma seferberliği boyunca en az 16 yaşında olup hâlihazırda okuma-yazma bilenler ülkenin dört bir yanındaki kırsal bölgelere gönderilmiş ve devrimden önce ülke genelinde %40’ı geçmeyen okuma-yazma oranı sadece 1 senede %90’ın üzerine çıkarılmış. Şu anda %99,8. Biraz Türkiye’deki Köy Enstitüleri’ni hatırlatmıyor mu? Küba’da devlet bütçesinin %10’u eğitime ayrılıyor ve her 12 öğrenciye 1 öğretmen düşüyormuş. Ülkemizde milyarlar dökülen özel okullardan bile daha iyi bir rakam bu. Formalar da yine devletten.

Küba ekonomisi sadece şekerle ayakta kalamayınca, komünist Sovyetler ile Çin’den destek almaya başlamış – hatta Che’nin devrimi yaymak amacıyla ülkeyi terk etmesi biraz da Sovyetler’le uyuşamamasından kaynaklanıyor. Ne var ki, Sovyetler’in yıkılmasıyla birlikte Küba’da ekonomik kriz başlamış, devlet insanlara gerektiği kadar gıda yardımı yapamayınca insanlar da vücut ağırlığını ortalama %30 kaybetmiş. Venezuela devlet başkanı Chavez’in destek vermesiyle Küba toparlamaya başlamış. İki ülke arasındaki ilişkiler halen çok iyi.


Bu arada Fidel, dünyada en çok suikast girişimine uğrayan lider: 638 kez. Hatta bu konuda çekilmiş bir belgesel bile var: 638 Ways to Kill Castro (2006). Patlayıcı puro, patlayıcı deniz kabuğu, zehirli dondurma, et yiyen dalgıç kıyafeti, kalem şeklinde LSD dolu şırınga vs. Küçücük bir adanın, halkın desteğiyle kapitalizmden uzak yaşaması başta ABD olmak üzere Batı’ya nasıl bir korku salmışsa. Öğüten bir çarkın dişlisi olmayı kabul etmek yerine zor şartlarda umut yaratmanın bir bedeli var.

“Başka bir dünya mümkün” diyenlerin umudunu yeşerten Küba’da devlet –idealde her ülkede olması gerektiği gibi– halkın temel ihtiyaçlarını ücretsiz olarak karşılıyor: Ekmek, süt, yumurta, pirinç ve etin yanı sıra sağlık, eğitim, barınma hizmetleri ücretsiz; ulaşım da o kadar ucuz ki neredeyse ücretsiz. Sıcak memlekette ısınma/yakacak ihtiyacı zaten yok. Sanat da bir hak olarak görüldüğünden sanatsal etkinlikler Kübalılar için ya ücretsiz ya cüzi bir ücret karşılığında sağlanıyor. Tabii, oturduğunuz ev, kullandığınız araba, işlettiğiniz dükkân, yaptığınız üretimin bir kısmı (sanırım üçte biri) devlete ait ve bu durumdan rahatsız olanlar da yok değil (sanırım puro söz konusu olduğunda devlet tütün yapraklarının %90’ını alıyor mesela).

Ancak, adımını attığınız andan itibaren kendini her köşede hissettiren bir gerçek varsa o da, Küba’nın yoksulluğu. Aslında “yoksul” sıfatını kullanmaktan biraz imtina ediyorum. Mesela, ekonominin giderek daha da bozulduğu Türkiye’de iki kişinin de çalıştığı bir aile, bırakın ev almayı, kira ödemekte zorlanıyor; devlet hastanelerinde randevu ve hizmet almak zor, ulaşım özellikle büyük şehirlerde pahalı, okuma-yazma oranı daha düşük ve eğitimin niteliği giderek düşüyor. O zaman kim yoksul kim zengin? Evimiz yok ama borç harç yeni model bir akıllı telefon alabiliyoruz, zenginlik bu mu? Parıltılı bir dünyada güvensizlik ve geleceksizlik gibi daha çok.

Küba’nın yoksulluğunun ardındaysa Batı’nın uyguladığı ambargo yatıyor. Özellikle enerji ve hammadde alanlarında Küba’nın ithalat ve ihracat yapmasına başta ABD engel oluyor, bu yüzden sık sık elektrik kesintileri yaşanıyor. ABD’nin dibinde küçücük bir ülke olmasına rağmen ABD’ye tek başına kafa tutmuş, senelerce kendi kendine yetmek için çabalamış bir ülke burası. “Devrimi yaptık, artık evimize gidebilir miyiz?” diyenlere Che’nin yanıtını hatırlatmak lazım: “Sadece savaşı kazandık, devrim şimdi başlıyor.” Nitekim unutulmaya yüz tutan Havanalı müzisyenlerin hikâyesini anlatan Bueno Vista Social Club (1999) belgeselinde de “Devrim Sonsuzdur” tabelası asılı görünür.

Ne var ki, Fidel’in ölümünden sonra ABD ve Batı ile ilişkilerde başlayan yumuşama artarak devam ediyor. Hatta ABD’nin arka bahçelerinden Kanada şu anda Küba’ya petrol çıkarmak için yatırım yapmış; işletmelerini bizzat kendi gözlerimle gördüm. Anlatılanlara göre, belki beş belki on sene sonra Küba artık, bildiğimiz Küba olmayacak. Nitekim gelmeden önce burasıyla ilgili izlediklerim ve okuduklarımdan farklı bir Küba buldum. Öncelikle, insanlar anlatıldığı kadar mutlu mu, yoksa bu da turist çekmek için yaratılmış bir imaj mı, şüpheliyim. Yeni model cep telefonları ile lüks araçların da böyle yaygın olmasına şaşırdım.

1968’teki bir konuşmasında Fidel, Küba’daki tüm özel işletmeleri yasaklama kararını açıklarken kapitalizmin, asalaklığın ve insan sömürüsünün kökten yok edilmesi gerektiğini söylediğinde büyük alkış kopmuş. Çünkü kapitalistler başkalarının çalışması üzerinden hayatını sürdürüyor ve insanı insana düşman ediyor, oysa Fidel dayanışmaya inanıyordu. Ne var ki, Küba’da Komünist Parti artık özel işletmelere izin veriyor.

Küba’nın başlıca geçim kaynakları sırasıyla turizm, puro, şeker kamışı ve rom. Pandemi döneminde, teknolojik imkânları olmadığı halde tıpta oldukça ileride olan Küba, halkına kendi ürettiği aşıyı uygulamış ve ülkede korona kaynaklı ölüm oranı çok düşük olmuş – elbette bunda Küba’nın Batılılarla temasının sınırlı olmasının da etkisi vardır. Ancak, bu aşıyı kendi ülkesinin dışında satmasına izin verilmemiş. Bu dönemde ülkeye turist akışı kesildiğinden Küba iyice yoksullaşmış. Devletten en yüksek maaşı doktorlar alıyor fakat meslek gruplarının kazançları arasında büyük farklar yok; ne yazık ki rakamlar oldukça düşük. Pandeminin ülkenin birincil gelir kaynağı turizmi feci şekilde baltalaması nedeniyle 2020’den bu yana devlet, halkın temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyor ve insanlar yiyecek almak için uzun kuyruklarda bekliyor.

2021’den beri Kübalılar en fazla 100 kişilik olmak üzere küçük ve orta ölçekli işletmeler açabiliyor. Üretkenlik artmış mı, artmış. Ama beraberinde eşitsizlik de artmış. Devlet için çalışırken ayda 900 peso kazanan bir kişinin kazancı özel işletmede 15.000 pesoyu bulabiliyor. Ancak, doktorların, avukatların ve mimarların devlet için çalışması zorunlu ve kendi işyerlerini açmaları yasak. Bu da ortaya şöyle tuhaf bir durum çıkarmış: Doktorluk gibi daha fazla nitelik gerektiren işler daha az kazanç getirirken, barmenlik gibi daha az nitelik gerektiren işler daha fazla kazanç getiriyor. Hatta şöyle diyorlar: Küba’da kalp krizi geçirecekseniz barda geçirin, çünkü doktorların çoğu ikinci iş olarak barmenlik, garsonluk yapıyor.

Daha çok kazanmak için, devlette çalışmayı bırakıp tamamen özel sektöre geçenler olduğu gibi, ülkeyi terk edenler de var. Maalesef beyin göçü fazla, hem de istikamet pek ters: ABD. 2022’de ülkenin %2’si ABD’ye göç etmiş. Bunun nedeni sadece pandemi değil, ABD’nin de ambargoyu sıkılaştırmış olması. Düşmanı yara almış, bir de o vurmasın mı? Kıtlığın baş gösterdiği ülkede doktorlar kapağı başka ülkelere atmaya çalışınca, ülkenin meşhur tıbbı büyük bir darbe almış. Hal böyle olunca devlet, tıp alanında çalışan herkesin maaşına epey zam yapmış. Önceden 50 dolar olarak telaffuz edilen doktor maaşı şu anda 140 doları bulabiliyor. Bu arada, Küba harika doktorlar yetiştirse de sağlık hizmetleri, imkânsızlıklar nedeniyle biraz sorunluymuş. Bunun nedenleri arasında, yine ambargo kaynaklı olan altyapı ve ilaç eksikliği gösteriliyor.

Öte yandan, devrimin bazı konularda çağa uygun bir şekilde devam ettiğine inananlar da var. Örneğin, 2022 yılında yapılan referandumla birlikte eşcinsel evlilik ve eşcinsel çiftlerin evlat edinmesi yasallaşmış. Bundan yaklaşık 30 sene önce çıkan Çilek ve Çikolata (Fresa ya Chocolate, 1993) filmini de dönemini aşan cesaretinden dolayı kutlayıp anmalı: 70’lerde Fidel’den desteğini çeken, serbest piyasayı savunan ve sol karşıtı bir tutum edindiğinden Küba genelinde pek sevilmeyen Perulu yazar Mario Vargas Llosa’yı okumaktan çekinmeyen Kübalı eşcinsel bir erkek ile Che’nin yolundan gitmek isteyen Kübalı devrimci heteroseksüel bir erkeğin dostluğunun hikâyesi. Bu filmin onaylanıp Küba televizyonlarında yayınlanabilmesi için 14 yıl geçmesi gerekmiş. 2010’daki bir röportajda eşcinsellerle ilgili yöneltilen soruları Fidel, çok fazla sorunla boğuştukları için eşcinsellere yönelik geleneksel ayrımcılıkla ilgilenemedikleri mealinde yanıtlamış ve tüm sorumluluğu üstlenmiş.


*Küba yazı dizisinin devamında sırasıyla yer verilecek konular: Turizm, Gezmek, İletişim, Arabalar, Ulaşım, Mimari, Doğa, Yiyecek, İçecek, Puro, Hediyelik, Havaalanı, İnternet, Spor, Che, Santa Clara, Havana, Varadero, Cifuengos, Trinidad.

**Küba yazı dizisinin 2. Bölümü için bkz. https://erikhirsizi.blogspot.com/2025/05/kuba-baska-bir-dunya-halen-mumkun-mu-2.html

***Küba yazı dizisinin 2. Bölümü için bkz. https://erikhirsizi.blogspot.com/2025/06/kuba-baska-bir-dunya-halen-mumkun-mu-3.html

****Yazıda kullanılan bütün fotoğraflar bana aittir. Üstlerine tıklayarak fotoğrafları daha büyük ve daha net görüntüleyebilirsiniz.

27 Şubat 2025 Perşembe

Balkanlardan Gelen Soğuk Hava Dalgası

 



Goran Voynoviç’in Vatanım Yugoslavya[1] kitabını okurken karşıma şöyle bir deyim çıkmıştı: “Türk mezarlığının yanından geçer gibi geçti” (sayfa 11). Çevirmen notunda belirtilene göre bu deyim Sırpçada “selamsız sabahsız geçip gitmek” anlamına geliyor.

İstanbul’un önde gelen liselerinden birinde çalışan bir öğretmen arkadaşımın bana aktardığı bir olayı anımsattı. Bir gün öğrencilerine, “Türk”leri tanımlamak için hangi sıfatları kullanırdınız diye sormuş ve beyin fırtınası sonucunda ortaya çıkanların çoğu olumsuz nitelikte tabirler olmuş.

Sosyal medyada karşıma çıkan bir videodaysa,[2] 1958 senesinde Amerika’nın Öğrenci Değişim Programı’ndaki öğrenciler önyargı üzerine koşuyor. İzlanda’dan bir çocuk şöyle diyor:

“Çocukken şöyle dua ederdim. ‘Tanrım beni Türklerden koru. Ve yaramazlık yaptığımda annem ‘Türkler gelip seni alacak’ derdi.”

Yunanistan’dan bir çocuksa şöyle diyor:

“Türklerle ilgili fikirlerimiz halen aynı. Bugün bile birisi yemeğini kaba bir şekilde yediğinde genellikle ‘Sen Türk müsün?’ deriz.”

Türkiye’yi temsil eden Önder Güler adlı çocuğun yanıtından bir bölümse şöyle:

“Biz Türkler, diğer ülkelerin Osmanlı İmparatorluğu ile Modern Türkiye arasındaki farkı diğer ülkelerin görmelerini çok istiyoruz.”

Osmanlı İmparatorluğu’ndan yadigâr bir kana susamış “Türk” imajıyla ilk olarak kendisini göstermiş bir Türk karşıtlığı/Türkofobi olduğu malum. Oysa, Osmanlı’nın gözünde de Türkler köylüydü, kabaydı, cahildi. Kafası çalışmadığından anca askerlik yapabilirlerdi. Farklı ülkelerin Türkleri nasıl gördüğü ve geçmişteki Türk imajının çağdaş dünyada değişip değişmediği, değiştiyse ne kadar ve ne yönde değiştiği ayrı ve uzun bir araştırma konusu. Benim merakımı celbedense farklı dillerde “Türk” sözcüğünün kullanıldığı deyişler. Kendi dilimiz Türkçeden başlayalım. Bildiğim kadarıyla, böyle tek bir deyim var; o da tabii ki tarih boyunca Türklerin pek övünegeldiği savaşçılığıyla ilgili.

            Türk karır, kılıcı karımaz: Türk ihtiyarlığında bile genç gibi kılıç kullanır.

Bir zamanlar Avrupa’da dehşet rüzgârları estiren Türklerin, Avrupa dillerindeki deyimlerde nasıl yer aldığına bir bakalım.


Bulgarca

Турска работа (Turska rabota)
Türk işi: Gelişigüzel yapılmış iş

Седене по турски (Sedene po turski)
Türk gibi oturmak: Bağdaş kurmak

Türk'ün ayağının bastığı yerde ot bile büyümez.


Çekçe

Turecké hospodaření
Türk ekonomisi: Ekonominin çok kötü durumda olması

Poturčenec horší Turka
Türk özentisi Türk’ten daha kötüdür: Çok zalim olmak (Türk özentisi mi, yoksa sonradan Türk olan mı, demek istiyor, emin olamadım.)


Danca

Tyrkertro
Türk inancı: Bir şeye inatla aşırı inanmak


Felemenkçe

Roken als een Turk
Türk gibi sigara içmek: Çok sigara içmek

Rijden als een turk
Türk gibi araba sürmek: Berbat/tehlikeli bir şekilde araba kullanmak

Hij is aan de Turken overgeleverd
Türklerin insafına kaldı: Mağdur oldu/kendisine kötü davranıldı

Eruit zien als een Turk
Türk gibi görünmek: Pis görünmek


Fince

Kiroilee kuin Turkkilainen
Türk gibi küfür etmek: Ağzı çok bozuk olmak


Fransızca

Tête de turc
Türk kafası: Günah keçisi

Traiter quelqu’un de Turc à Maure
Birine Türk veya Mağribi gibi davranmak: Birine zalim ve acımasız bir şekilde davranmak

Fort comme un turc
Türk gibi güçlü: Çok güçlü

C'est un vrai turc
Gerçek bir Türk: Zalim


Hırvatça

Prolaziš pored (nečega) kao pored turskog groblja
Türk mezarlığının yanından geçer gibi geçmek: Selamsız sabahsız geçip gitmek

Pušiti ko Turčin
Türk gibi sigara içmek: Çok sigara içmek


İngilizce

A young Turk
Genç bir Türk: Kurulu düzene karşı radikal değişiklik isteyen genç biri

Turn Turk
Türkleşmek: Umutsuzca inatçı olmak; dönek olmak (Shakespeare)

Out-paramour the Turk
Gönül ilişkilerinde Türklere taş çıkarmak, Türklerden bile çok sevgilisi, metresi olmak


İspanyolca

Celoso como un turco
Türk gibi kıskanç: Çok kıskanç olmak

La cabeza de turco
Türk kafası: Günah keçisi


İsveççe

Att ta en Turkdusch
Türk duşu almak: Gerçekten duş almak yerine deodorant/parfüm banyosu yapmak


İtalyanca

Fumare come turchi
Türk gibi sigara içmek: Çok sigara içmek

Bestemmiare come un turco
Türk gibi lanet okumak: Tanrıya küfretmek

Puzza come un Turco
Türk gibi kokmak: Pis kokmak


Lehçe

Goły jak święty turecki
Bir Türk azizi gibi çıplak: Beş parasız olmak

Siedzieć jak na tureckim kazaniu
Türkçe dersi dinliyormuş gibi oturmak: Dinlemek ama hiçbir şey anlamamak (Polonyalılar, Türkçeyi çok zor anlıyormuş)

Siedzieć po turecku
Türk gibi oturmak: Bağdaş kurmak

Zawojowany Turek
Türk fethi: Sebepsiz yere çatışma çıkarmak


Macarca

Török átok
Türk laneti: Kötü komşu

Elkapni a turk
Bir Türk yakalamak: Uzun süre başınızı ağrıtacak beklenmedik bir sorunla karşılaşmak


Norveççe

Sint som en turk
Türk gibi kızgın: Çok kızgın


Rumence

Ești turc?
Türk müsün?: Aptal mısın?

Ești turc
Türksün: En basit şeyleri bile anlamıyorsun

A fuma ca un turc
Türk gibi sigara içmek: Çok sigara içmek

A sta turcește
Türk gibi oturmak: Bağdaş kurmak

Doar nu dau turcii
Türkler saldırmıyor: Acelesi yok

Horoz asla yumurtlamaz, Türk asla insan olmaz.


Sırpça

İnsanlar inşa eder, Türkler yıkar.


Slovence

Kaditi kot Turek
Türk gibi sigara içmek: Çok sigara içmek

Zbit kot turška fana
Türk bayrağı gibi yorgun: Çok yorgun


Yunanca

Καπνίζει σαν τούρκος
Türk gibi sigara içmek: Çok sigara içmek

εγινε Τουρκος / με εκανε Τουρκο
Türk olmak / Birini Türk yapmak: Kızmak / birini kızdırmak

Θες ν’ ακούσεις κάνα τούρκικο τώρα
Şimdi biraz Türkçe dinlemek ister misin?: Küfür etmemi mi istiyorsun?

Türk barıştan bahsettiğinde kendinizi savaşa hazırlayın.


Şampiyonluk Türklerin çok sigara içişinde; Avrupa’da otuzdan fazla ülke gezdim ve bu söylediklerinde çok haklılar (bir ihtimal Hırvatlar, sigara içmede Türklere yetişebilir, o da belki). Bulgarların da aşırı sigara içtiği söylenir ama henüz oraya gitmediğimden bu bilgiyi yerinde doğrulama şansım olmadı. Ancak, Hollandalılar bize biraz haksızlık etmiş, çünkü kimse Makedonlar kadar kötü araba kullanamaz. Makedonya’yı ziyaret edecek olanlara benden söylemesi.

Bu arada, üzülmeye gerek yok. Birçok Avrupa dilinde farklı ülkeler/milliyetler için de benzer tatta olumsuz deyimler mevcut.

İnternette bulabildiğim bilgilere güvenmek zorunda kaldığımdan, şayet yanlış ifade ettiğim veya yanlış yazdığım bir deyime denk gelirseniz lütfen uyarın ki düzelteyim. Ve elbette liste, genişletilmeye müsait. Önerilerinizi bekliyorum.



[1] Goran Voynoviç, Vatanım Yugoslavya (çev. Muharrem Rahte), Kutu Yayınları, İstanbul, 2002.

[2] https://twitter.com/Strepsiades_/status/1758818152815714569

21 Ocak 2025 Salı

"Aydınlık Hayallerimiz": Şehrin Ritmi, Kadının Rengi, Arzunun Politiği

 


Hintli yönetmen Payal Kapadia’nın ilk kurmaca filmi olan Aydınlık Hayallerimiz otuz yıldır Cannes’da yarışan ilk Hint filmi ve 2024 Cannes Büyük Ödülü’nü alarak dikkatleri üzerine çekti. Sinema deneyiminin kendisini büyüleyici bulsam da her filmin aynı şekilde büyüleyici olduğuna inanmıyorum. Ancak, renk ve ışık kullanımıyla bir rüyadaymış hissi veren bu film, büyüleyici sıfatını sonuna kadar hak ediyor. Üç emekçi kadının Mumbai şehriyle sarmaş dolaş hikâyesine yine bir kadın yönetmen şefkatli dokunuşuyla hayat verirken hikâyeyi politik açıdan da ince ince işliyor.

Yazının tamamına Bir Dünya Film sitesinden ulaşabilirsiniz.


30 Aralık 2024 Pazartesi

Dünyaya Yeni(den) Gelen Okurdan


Son kitabınız Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin’i okudum, yazdıklarınızın bana hep Ankara’yı hatırlattığını fark ettim. Oysa, Ankara bende bir yaradır.

“Bilinci kapalı kaldı bir süre,” diye devam etti. “Sonra ameliyatlar filan… Aylarca konuşmada ve yiyecekleri yutmada zorlandı… Şimdi iyi, yani fiziksel bir sorun yok… Konuşuyor, yürüyor… Ama…” (s. 72)

Uyanacağıma dair ümitler günbegün tükenirken, komaya girmemin üzerinden bir ay geçmişken hayata gözlerimi yeniden açtığım, yeniden doğduğum yer Ankara. Sonrasıysa nobran hemşireler, midemi kaldıran yemeklerle dolu bir hastanede yatağa bağlı olarak bir başıma geçirdiğim nihayetsiz günler, geceler. Üstelik yaşım daha altı; içi içine sığmayışın, yerinde duramayışın hınzır çağında bir veledin yapayalnız ve hareketsiz kalışının ona ne zor geldiğini ebeveynler ve öğretmenler rahatça tahayyül edebilir. Belki bir de Ayşe’nin abisi.

Kimsesiz kalınca yaranın kucak açacağını ben ilk o hastanede öğrendim. Bildiğim bütün masalları kendime anlattım. Eh tabii sonunda bunları tekrar tekrar kendime anlatmaktan ve dinlemekten sıkıldım, bu kez kendim hikâyeler yazmaya başladım. Gökyüzünü hapishane mahkûmları kadar bile göremiyordum. İki elimi yumruk yapıp sıkıca gözlerime bastırırdım. O zaman rengârenk yıldızlar dolanmaya başlardı önümde. Daha yataktan kalkamazken, dünyanın dışına adım atmış gibi olurdum.

Aylar sonra tekrar yürümeye başlamıştım. Hastaneyle ilgili ilk ve tek güzel anımı da o zaman sahiplendim. Verdikleri terlikler. Laciverde çalan mavi renkteydiler. İlk gençliğimde her duygulu yeniyetme gibi yazmaya soyunduğum ilk şiirlerden birinin adının Terlik olması o kadar da tuhaf değil hani. Sonra ayağımda terliklerle, beni aldıkları daha büyük odaya yürüdüm. Yürümek ne güzel şeydi! Hem orada başka çocuklar da vardı. Alışkın mıydılar benim gibi yalnızlığa? Ondan mı konuşmuyorlardı? Hayır, sadece yeni gelenle, benle konuşmuyorlardı. Dayım bana hediye olarak afili yeni terlikler getirdiğinde, devlet hastanesine düşmüş bu çocuklarla arama görünmez bir sınıfsal çizgi de çizilmiş oldu. İki minnacık bez parçası, arkadaş edinme şansımı sıfırlamıştı. Yumruklarımı daha çok bastırdım gözlerime, daha çok hikâye düşledim.

Yıldızlar gözüm açıkken de dans etmeye başlamıştı. Bunu babama söylediğimde hastanedeki uzun misafirliğim biter bitmez ilk iş beni bir göz doktoruna götürdü. Gözlerim maşallah sapasağlamdı. Psikolojik olabilir, demekle yetindi doktor. O zamanlar travma sözcüğü daha icat edilmemişti. Ama babam, gözlerinde yıldızlarla gezen kızını psikoloğa falan götürmedi. Bunun yerine Ankara’dan kasabamıza geri götürdü. Ben de gözlerimde yıldızlarla yaşamaya alıştım. Önümde bu kadar çok yıldız uçuşunca kendimi ay belledim, gece uykusunu terk eyledim. İçime yalnızca karanlıkta ışık tutabiliyorum, bütün sözcüklerimi yalnızca karanlıkta toplayabiliyorum. Gündüzleri bir hikâyeye sığınmak istediğimde kapıyorum gözlerimi. Açınca onlar uçup gitmeden hemen yazmam gerekiyor, çoğu kez yakalayamıyorum. Bakakalıyorum boşlukta süzülen hikâyelerin ardından. Sözcükler farklı farklı yönlere savrulurken hikâyelerim parçalanıyor. Yakında kırk sene dolacak ve ben halen hikâyelerimi bir araya getiremediysem biraz da bundan.

Sonraki senelerde sadece sınav, iş, düğün gibi zoraki nedenlerle günübirlik ayak bastım Ankara’ya. Koskoca ülkenin başkenti gönlümde bir hayalet şehir. Bütün bunların sizinle ne alakası var derseniz, ben sanki Ankara’yı sadece sizin kitaplarınızda sevebiliyorum. Seneler sonra yıldızlarımla birlikte bir gece okumaya başladığım ilk kitabınız, ne ironi ki, intihar eden bir kızı konu ediniyordu. O benim gibi dünyaya yeniden gelememişti.

Hikâye çıkarmak için insanın kuytularına elinizi sokup oraları iyice bir karıştırıyor olmalısınız. Biz okurlar da ana sahnenin dışındaki sıradan insanların ruhlarına giriş bileti alıyor olmalıyız kitaplarınızı alırken. Belki de kaderimiz adımızda gizli. Bıçakçı soyadı ne sert ama yazdıkları yumuşak ve nahif mi, yoksa içimizi böyle deşebildiğine göre keskin mi? Basit sözcüklerin yakıcı olabileceğini ben sizden öğrendim. Size aforizma yazarı dendiğini duymanın sizi eğlendirdiğini düşündüm. Acaba onlara bir nebze olsun hak verdiniz mi, yoksa bu aceleci çağın bir-iki cümleye indirgenmiş ifadelerden anlam çıkarma ustalarından olduklarını mı düşündünüz benim gibi? Bana öyle geliyor ki her cümleniz birbirine teyelli; birini koparırsanız, metin düşüp paramparça olur. Bu yüzden cümlelerinizi ancak birlikte okunduğunda anlamı bize sunacak şekilde kurmuş gibisiniz.

“Yaşadıklarımı birbirine teyelleme çabası,” demişsiniz siz de (s. 9). Halis Bey bu yüzden ansiklopedi yazıyormuş demek. Hikâyelerimi ilk paylaştığım blog’umun adı Teyel idi. Hayatla bağım o kadar ince, geçici, her an kopabilir ama işte beni hayata bağlayan da o teyel, yani hikâyeler. Ne tesadüf ki, sizden okuduğum ikinci kitap olan Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’den bir cümleyle açılıyordu blog’um:Yere çakılana kadar kanatlarımın olduğuna inanacağım.”

Çalakalemliğin verdiği ruhsuzlukla yazanları saymazsak, bir hikâyeyi kâğıda dökmenin ne zor olduğunu biliyorum. Ama siz bunu kendiliğinden, doğal bir şekilde yapıyormuşunuz gibi hissettiriyorsunuz. Bir yaprağın ağaçtan düşüp rüzgârda yol alması gibi. Yok, hayır, kirli bir dünyadan sesleniyorsunuz, sizin de pembe panjurlarınız yok. American Beauty filminin son sahnesi gibi daha çok; rüzgârda savrulan bir yapraktan ziyade rüzgârda savrulan bir poşet. “Bu ne pislik” deyip geçeceğimiz bir ayrıntıyı şiirselleştiriyorsunuz. Sanki hikâye yazmıyor da etiyle kemiğiyle hikâyeden ibaret bir bedeni dipdiri karşımıza dikiyorsunuz. Hikâye bazen düşüyor kalkıyor, bazen acısı sızlıyor, bazen de burukça tebessüm ediyor. Hikâyenin kalbi atıyor. Duyuyorum.

Sadece Filmlerde Ağlayabilen Adamla birlikte, evimin duvarında asılı resimlerin başköşesindeki bir Venedik tablosunun önünde duruyorduk. Bu resme bakınca gözüm ilkin şu küçük kara köpeğe ilişiyor, dedi. Bense vaktiyle büyük bir heyecanla aldığım o tabloda küçük kara bir köpek olduğunu unutmuştum – hem de küçük kara bir köpek dostum olmasını delice arzu ederken. Üstelik o resmi de hayran hayran daha dün seyretmiştim. Ama hep arka kısmındaki karmaşaya dalıyordum. Sadece Filmlerde Ağlayabilen Adama, uzaklara bakarken en yakındaki basit güzellikleri kaçırmışım, dedim. O günün akşamında kitabınıza döndüğümde sıra “Güzellik” bölümüne gelmişti. Bölüm bitince, birinin beni izleyip izlemediğini kontrol etmek istercesine, uzandığım koltuktan etrafıma bakındım gayriihtiyari. Truman Show’da mıyım? Sanki gündüzki resim sohbetinden sonra “Resim ile aranızda özel bir şey kalmamış,” cümlesini benim için yazmıştınız. Birbirini hiç tanımayan insanların ruhen akraba olabileceğini ben sizden öğrendim. (s. 77)

“Güzellik”ten sonra “Boşluk” bölümüne döndüm yine, orayı döne döne okuyordum zaten. Aralarda boşluk bırakıyordum. Artık değil. Boşluk bırakmadan yazıyorum. BoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşluk

Halis Bey’in “avuntular ansiklopedisi”nin bir benzeri benimki de – tabii “şiddetin, yoksulluğun, yabancılaşmanın alıp götürdüğü onca şeye rağmen insanın elinde hâlâ insanca bir şeyler kaldığı için yine bir anlığına sevinen” biri olarak kalmak için üstün çaba sarf ediyorum bugünlerde. Umudun hem kendini bu kadar yakın hissettiren hem de elde tutması güç bir şey olmasına şaşıyorum. Umut resimdeki küçük kara köpek gibi. (s. 94)

Halis Bey’e yazdırdığınız ansiklopedi bana Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar Ansiklopedisi’ni anıştırdı. Aklınızdan hiç geçmemişse bile ben yıldızlarımla birlikte öyle bir köprü kurdum bu iki kitap arasında. Ve öyle bir köprü ki, yaşam ile ölüm arasına teyellenmiş. İnceldiği yerden kopsun diyebilecek kadar anlam arayışını başına bela edip sonradan anlamı tamamen yitirmiş, hayatla bağı hafiflemiş olanlar için. Öte yandan da sadece onların geçmeyi becerebileceği bir köprü. Onlar dayanılmaz bir dünyada incelikleri iş edinmiş çünkü. Nasıl tutacaklarını bilmeleri tutunamadıklarından. Öbürlerinin yoluysa zaten o köprüye düşmeyecek.

Sanılmasın ki “kendini önemsemenin paslı tadı” ağzıma dolduğundan. Ben herhangi birinden fazlası olmadığımı bu sene öğrendim – hayır, bu kez sizden değil. Demek ki, ben gerçek anlamda öğrenmeye bu sene başlamışım. Ayşe gibi. “Sıradan biri olarak görünmeye kimsenin tahammül edemediğini” bildiğim halde, aynayı kendime çevirmem biraz uzun sürdü. Dünyaya yeni(den) gelişimin, ikinci kez yaşam üflenen bedenimi anneminkiyle takas ettiğim fikrinin yarattığı suçluluğun, onulmaz fiziksel ağrılara dayanabilsem de manevi ağrıların girdabında savrula savrula bozulan dengemin yarattığı eğretiliğin beni biricik kılmadığını anlamam çok uzun sürdü. Belki de ansiklopedinin suçluluk veya utanç maddesini bana yazdırmalıydı Halis Bey. (s. 119)

Hep aynı şeyleri yazıyormuşsunuz, eskisi kadar iyi yazmıyormuşsunuz, öyle diyorlar. Umurumda değil dedikleri. İyi ki yazmışsınız da köprüyü tekrar bir sallamışsınız. Böylece gözlerimdeki yıldızlar yeniden ama daha hızlı dönmeye başladı ve bakın ben yine kaleme sarıldım. Hadi diyorum kendime, hadi yaz. Yaran yeşeriyor bak, çiçek açacak.


15 Aralık 2024 Pazar

"Emilia Pérez": Türler Arası Çılgın Bir Seyir



Yeraltı Peygamberi (Un Prophète, 2009) filmiyle kalpleri çalan Fransız yönetmen Jacques Audiard’nın ses getiren son filmi Emilia Pérez (2024) Meksika’da üç kadının hikâyesini baş döndürücü bir tarzla anlatıyor. Rita, karısını öldürüp intihar süsü veren bir erkeği içi rahat etmese de işi gereği savunup temize çıkaran bir avukatken, bir mafya patronu da onu kendisine yardım etmeye zorlar. Böylece ikisinin de günahlarının kefaretini ödemeye çalışacağı yeni bir hikâye başlar.

İncelemenin tamamı Bir Dünya Film sitesinde.