Sular yükselip ele geçirdi
dünyayı. Suyun ulaşmadığı tek bir tepeye vardı bir çakal, bir kartal ve bir
sinek kuşu. Beklediler, su alçalana ve dünya kuruyana kadar. Sonra kartal, çakalın yanına getirdi güzel bir dişi. “Bu kadın senin karın olacak ve insanlık yeniden doğacak.” İşte böyle doğdu Ohlone
çocukları.
Ohlone yaratılış efsanesine göre, suyun alçalmasını bekledikleri
tepe şu anda “Big Basin” denilen bölge. Big Basin’de sömürgeci İspanyollardan
önce yerliler varmış. Ve Ohlone imiş adları.
İspanyollar 1700’lü yılların sonlarında bu bölgeye gelmeden
önce, yaklaşık on bin yıldır burada yaşayan elliden fazla kabile varmış.
Bunların en bilinenleri, Cotoni ve Quiroste imiş. Bu kabileler, San Francisco
ve Monterey Bay bölgelerine hâkim olan Ohlone kültürünü oluşturuyormuş. “Ohlone”
sözcüğü sahil sakinleri, deniz kıyısında yaşayanlar anlamında kullanılıyor.
Ohlone halkı Uti dilini konuşur ve danslarıyla ünlü Kuksu dinine inanırmış.
İspanyolların, yerlileri Hristiyanlaştırma çabaları sonucunda, sayıları üç yüz
bini bulan Ohlone yerlilerinden yaklaşık elli bini Hristiyan olmuş. 1800’lü
yıllarında ortalarında Kaliforniya eyaleti, Ohlone kabilesinin liderlerini
katletmiş. Bu katliamda rol alan kişiler ise daha sonra devlet memuru olarak
çok iyi mevkilere getirilmiş. Kabile kültürünün sonunu ise Avrupalıların
taşıdığı salgın hastalıklar ile yine Avrupalıların hem doğal kaynakları hem de
yerli geleneklerini yok etmesi getirmiş. Günümüzdeyse bu kabilelerden kalan
kişiler, federal düzeyde tanınırlık kazanmak ve kültürlerini canlandırmak için
mücadele ediyor.
Big Basin bölgesi şu anda aşağı yukarı 73.000 km2 / 7.300
hektar ormanlık alana sahip. Üstelik bu, şehirleşme ve altın aramaları
nedeniyle yapılan ağaç kesimleri yüzünden ormandan geriye kalan %5’lik kısım.
Bu kadim ağaçların daha fazla kesilmesini engelleyerek onları korumak için 1900
yılında kurulan Sempervirens Club’ın oluşturduğu kamuoyu sayesinde “California
Redwoods State Park” (yeni adıyla “Big Basin Redwoods State Park”) kurulmuş.
Bu milli park, sahil sekoyalarından oluşuyor. Latince adı
“Sequoia Sempervirens”, İngilizce adı “Redwoods” olan sahil sekoyaları yalnızca
ABD’de Oregon ve Kaliforniya eyaletlerinde bulunuyor. Bu ağaç türü Kaliforniya’nın resmi
eyalet ağacı. Yaşlarının 1000 ile 2500 arasında değiştiği tahmin ediliyor. Boyları
100 metreye varabiliyor. Dünyanın en uzun ağacı da yine bu bölgede bulunan bir
sahil sekoyası olan 115,90 metre boyundaki “Hyperion”. Ağacın yoğun ziyarete maruz
kalabileceği ve bunun da orman ekosistemine zarar verebileceği endişesiyle,
ağacın kesin konumu paylaşılmıyor.
Sahil sekoyalarının kökleri 2 metre derinliğe kadar
yayılabiliyor, hatta başka ağaçların kökleriyle birbirlerine girerek bir ağ
oluşturuyorlar. Topuzlu çam, Douglas göknarı, kırmızı alder, madrone, cüce kestane ağacı, at kestanesi ve tanoak meşesi Big Basin Redwoods Milli Parkı’nda bulunan ve çoğu yine bu bölgeye özgü olan diğer ağaçlardan. Tilki,
çakal ve vaşak gibi hayvanlar da ormanın sakinlerinden.
İnsan türü olarak, türlerce
hayvanı ve ormanı yerinden ettik ve sömürdük. Dengesini bozduğumuz bu dünyanın her
bir noktasına Corona virüsü nedeniyle adım atmaktan korkar hale gelmeden önce,
gezdiğim son doğa harikası burasıydı. 13 Mart’tan beri dışarı çıkmadım. Ve bu
süre zarfında, neden kendimi, rutinimin neredeyse tamamını geçirmek zorunda
kaldığım yeşil-bilmez bir şehirden ziyade, hayatımda sadece iki kez gördüğüm bu
devasa sekoyalı ormana daha ait hissettiğimi anladım.
Ayaklarımız toprağa değince sanıyoruz
ki, toprakla bağımız kopmadı ama dikilen her bir betonun arasına sıkışıp giden
bir şeyler var. Betondan bir medeniyet, biz insanları doğanın dışına hapsediyor.
Saksıdaki çiçek değil, topraktaki çiçektir doğa. Süs ağaçları değil, dedemiz yaşındaki
ağaçlardır doğa. Bodur ve şekil verilmiş çimenler değil, birbirine girmiş yabani
çalılıklardır doğa. Bunları yitirdikçe yaşamı da yitiriyoruz. Sadece fiziksel
olarak değil, manen de. Yerine müzik, resim, edebiyat koyarak, bu boşluğu
doldurmaya çalışıyoruz. En güzel müzik, kuş sesleri değil mi. En iyi resim, bir
ormanın içinde akan nehir değil mi. En güzel hikâyeleri, bize dağlar ve hayvanlar anlatmıyor mu. Ama bizler,
mülk denen kendi küçük ve biçare medeniyetimizi savunmakla meşgulüz. Özel mülk
dediğimiz yerde meydan muharebesi yaşanıyor. Baltayı, ağaçtan değil betondan
tarafa vurmadıkça da sürecek. Kulağımızı tıkadığımız şu gerçeğe bundan sonra
erebilecek miyiz? Doğa kaybederse, insanlık da kaybedecek. Doğa bizim özümüz,
tözümüz, kökümüz.
12 Nisan 2020
Not: Tüm fotoğraflar bana aittir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak, fotoğrafları daha büyük ve net görüntüleyebilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder