1 Haziran 2020 Pazartesi

"Kış Uykusu", Neyin Uykusu?


Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri ülkemizde ilk başta bu kadar tutulmuyor, festival izleyicisi dışında beyazperdede çok ilgi çekmiyordu. Hatta filmlerindeki sessizlikleri ve uzun bakışları dalga konusu yapan sinefiller bile çıkıyordu. Naçizane bir izleyici olarak kendi sinemasının zirvesine ulaştığına inandığım “Bir Zamanlar Anadolu’da”dan sonra çektiği Kış Uykusu ve Ahlat Ağacı bu durumu değiştirdi. İzleyici sayısını önemli ölçüde artırdığı bu iki filmse tarz olarak önceki filmlerinden biraz farklı.

Ceylan Kış Uykusu filmine kadar, az diyalogla çok şey söyleme yoluna gitti. Anlatmadı, gösterdi. Sözcükler değil görüntüler (hareketler) film diline hâkimdi. Sinemayı edebiyattan ayıran o nüansa hakkını verdi. Gelin görün ki, Kış Uykusu filmiyle bu bağlamda film dilini sevenleri de sevmeyenleri de şaşırttı. Açıkçası, Ceylan’ın önceki film dilinden oldukça tat alan biri olarak bu filmini yadırgamış, diğer filmleri kadar sevememiştim. Bu hayal kırıklığını cebime koymuş ve film üzerine çok da düşünmemiştim. Zaten her şey filmde söylenmişti. Bunun üstüne ne koyulabilirdi?

Her sahnesi, her karesi, her sözcüğü, her noktası virgülü titizlikle düşünülüp seçilmiş bir film olduğunu ancak bir sonraki izleyişimde önyargısız olarak bakabildiğimde fark ettim. Sorsalar, Ceylan neyin ustalarından diye, ayrıntıların derim. İzleyici, karakterlerin konuşmasına dalmışken bile, arkada başka bir film oynar. Sahnede görülen bir çöp bile oraya boşa konmuş değildir, bir anlam taşır. Bu nedenle, filmi, söylenenlerden azade bir gözle ele aldım. Çünkü söylenenler ile söylenmeyenler birlikte değerlendirildiğinde, filmi anlamak mümkündü. İmgeler ne söylüyordu? O zaman uyandım.

Türk aydınının eleştirisi olarak okunabilecek filmin ana karakteri Aydın’ın çalışma odasına bakarak başlamalı. Burada çok fazla tiyatro afişi var. Bu afişlerin bir kısmı duvarda, bir kısmıysa yerde. Duvardaki afişler; Shakespeare’den “Antonius ve Kleopatra”, Albert Camus’den “Caligula” ve Çehov’dan “The Seagull” (Martı). İlk iki afişin adında özel ad yer aldığından Türkçe’ye çevirisi söz konusu değil, İngilizce olarak yer alır. Martı’nın Türkçe afişi asılabilecekken, İngilizce afişinin asılması tercih edilmiş. Yerdeki afişler ise ön plana çıkmaz. Yerdeki afişlerin, duvardaki afişlerden farkı ise Türkçe adlara sahip olmaları (Örneğin: Sam Shepard’dan “Aç Sınıfın Laneti”). Ceylan’ın bu tercihinin arkasında, Aydın karakterinin temsil ettiği Türk aydınına getirdiği bir eleştirinin saklı olduğu söylenebilir. Aydın, Türk Tiyatrosu’nun Tarihini yazdığını söyler. Haliyle Türk Tiyatrosunu fazlasıyla önemsediğini düşündüğümüz Aydın, Türkçe adlara sahip afişlerdense yabancı adlara sahip afişler asmayı tercih etmiştir. Aydın, kendi özünü tamamen reddetmese bile (Türkçe adlı afişler hiç yok değil ama yerde, daha aşağı bir konumda) küçümser, Batılı ve yabancı olandan daha aşağı bir noktada görür.

Peki, özellikle bu tiyatro oyunlarının seçilmesinin bir nedeni olabilir mi?

MV5BMTNkNTg1NmQtOWRiNi00NmZhLWFmYjktZjcwZWFkZmQwYWU0XkEyXkFqcGdeQXVyMTI3MDk3MzQ@._V1_

Caligula kendisini tanrı, kız kardeşini ise tanrıça ilan etmiş deli bir kraldır. Böyle bir kralı anlatan Caligula oyunu afişinin, öncelikle Aydın’ın kullanımına, sonra da kız kardeşi Necla’nın kullanımına açıkmış gibi görünen çalışma odasında tam da Necla’nın oturduğu (ve Aydın’la sohbet ettiği) koltuğun arkasındaki duvarda asılı olması tesadüf gibi durmuyor. Ayrıca Caligula, oyunda karısını kaybettiğini anladığı anda bir aydınlanma yaşar. Benzeri bir aydınlanmayı Aydın da filmin sonlarına doğru tam da karısını kaybetme noktasına gelmiş görünürken yaşar ve karısı ona pencereden bakarken, içinden onunla tiradı andıran bir şekilde konuşur.

Antonius ve Kleopatra oyununda, Antonius âşık olduğu Kleopatra’nın peşinden gittiği için savaşta büyük bir yenilgi alır. Oyun, Kleopatra’nın Antonius’u gerçekten sevip sevmediğini sorgulatır. Film de Aydın ve Nihal’in ilişkisini de benzer şekilde sorgulatır. Nihal, Aydın’ı sevmiyor gibidir. Sevmiyorsa, niye onun peşinden buralara kadar gelmiştir ve onun yanında kalmaya devam ediyordur?

Martı oyununda ise çiftlik-malikâne sahibi olan ve feodal yapının küçük zenginlerinden olan Sorin tiyatrocudur ve eski bir tiyatro oyuncusu olan kendini beğenmiş kız kardeşi Arkadina da onlarla birlikte yaşıyordur. Yine bu oyunun karakterleri de Aydın ve kız kardeşi Necla ile örtüşüyor. Oyundaki ana karakterlerin hepsi, tıpkı filmdeki gibi, sanata düşkündür ve arayış içindedir. Ve yine filmde olduğu gibi, oyunda da bir öğretmen ve bir uşak / çiftlik yardımcısı vardır.

Türkçe ada sahip tek afiş olan ve temsil ettiği sınıf gereği de afişi yerde, yani daha aşağıda duran Aç Sınıfın Laneti oyunu, aç ve yoksul sınıftan olmadığını iddia eden ama aç ve yoksul olan, sarhoş bir baba karakteri de barındıran bir ailenin trajikomik hikâyesidir. Bu hikâye de, konusu itibariyle İmam Hamdi ile sarhoş baba İsmail ve ailesine gönderme niteliğinde düşünülebilir. Oyunda aç-yoksul olduklarını kabul etmeyişteki gurur, filmde İsmail’in paraları kabul etmediği gibi paraları yakmasındaki gurura dönüşür.

Aydın, eski bir tiyatrocu olduğundan, çalışma odasında tiyatro afişleri olması doğal. Peki, afişler vasıtasıyla tiyatro oyunlarının bu filme yerleştirilmesi özel bir amaca hizmet ediyor mu? Veya şöyle soralım: Neden ana karakter bir tiyatrocu da ressam, müzisyen falan değil? Filmin, aydın eleştirisi yaptığı aşikâr ama bu eleştiriyi yaparken tiyatro sanatını seçmesi, filmin derdiyle ilgili.

Filmin birçok sahnesinde tiyatroya, daha doğrusu bir kavram olarak “oyuna” gönderme var. Aydın’ın çalışma masasının yaslı olduğu duvarda farklı kültürlere ait maskeler görürüz (Türk kültürüne ait olanı sanırım yok). Maske, gerçeği gizleyendir. Hatta Aydın’ın da bu maskelerden birini yüzüne geçirdiği bir sahne var. Bu maskeli sahne öncesinde, Nihal’in Aydın’ı evde düzenlediği etkinlikte istememesi üzerine ikili mutfakta tartışır. Nihal vurgulaya vurgulaya “Yine eski sahneler yenileniyor, bunu istemiyorum, hem de hiç,” der. Bu bağlamda, Nihal ilişkilerini bir oyuna benzetir ama artık bu oyunu -en azından bu haliyle, aynı senaryoyla- oynamak istemez. Sonraki sahnede önce yüzündeki maskeyle -hem de yalancı Pinokyo misali burnu uzun bir maskeyle- görülen Aydın, maskesini çıkarır, ardından da Nihal’i ve düzenlediği etkinliği pencereden gizlice izlemeye koyulur. Evinde istemediğini söylediği bu etkinliği ve katılımcıları bir yandan üstten bakışıyla küçümser, bir yandan da bunun bir parçası olamadığından içi içini yer. Necla ile yaptığı uzun tartışmada ise, Necla Aydın’ı oyuncu olduğu için gerçeklerden uzak olmakla suçlar: “Ama tabii sen oyuncu olduğun için sahici olmayı, kendin olmayı unutmuş gitmişsin zaten. O kimlikten bu kimliğe çekirge gibi zıplayıp duruyorsun. Ama kendinle yaşamak diye bir şey vardır bu hayatta yani.” Aydın’ın, bu cümlelere verdiği öfkeli yanıta karşılık da Necla şöyle der: “Tirat güzeldi valla.” Oysa filmin önceki bir sahnesinde Aydın, müşterisi Timur’a, Omar Sharif’e ait olduğunu söylediği şu sözü aktarmıştır: Oyunculuk dürüstlükten ibarettir.[1] Filmde hayatı ve ilişkileri tiyatroya / oyuna benzeten başka anlar da var. Aydın, Suavi ve öğretmenin birlikte içtiği sahnede öğretmen şu lafı eder: “Biz yaşamıyoruz yani, tiyatroda yangın sahnesi oynuyoruz.” Nihal’in odasında geçen başka bir sahnede de, Aydın “İyi niyetlerle, masum, temiz hayallerle çıktık yola. Daha iyi bir yaşam, daha iyi bir toplum için…” derken, Nihal onun lafını böler ve şöyle der: “Kusura bakma ama sana inanmıyorum. Çok dinledim bunları. Sahnede değilsin artık, yapma lütfen.”

Filmde neyin anlatıldığı nasıl anlatıldığıyla da destekleniyor. Hayat rol yapmak, ilişki oyun, dürüstlük taklit şeklinde ifade edilirken, sahneler uzun ve kesintisiz diyaloglarla sunuluyor. Üstelik bu diyaloglarda kullanılan cümleler, teatral havayı besler şekilde oldukça kitabi. Hatta bu cümlelerin bir kısmı doğrudan Dostoyevski, Shakespeare ve Voltaire gibi Batılı ve yabancı aydınlardan yapılan alıntılardan oluşuyor. Bizzat Ceylan’ın da röportajlarında belirttiği üzere, filmin belirli bölümlerini neredeyse aynı zaman çizgisiyle Çehov’un “Karım” ve “İyi İnsanlar” adlı öykülerinden almış. Öyküleri filme uyarlamak yerine bilinçli olarak taklitçi bir anlayışa başvurduğu bile söylenebilir. Aydın ile Necla arasında “Kötülüğe karşı koymamak ne demek sence?” sorusuyla başlayan tartışmaya da bu bağlamda bakmak yerinde olur. Necla “Kötülüğe karşı koyarken güç kullanmak yerine tam tersi bir şey yapsak?” ve “Belki yaptığı işten bir anda utanacak, vicdan azabı duyup suçunu itiraf edip teslim olacak. Buna fırsat vermek gerekmez mi?” benzeri cümleler sarf eder. Necla’nın burada savunduğu, aslında Hristiyan inancında yer alan “Sağ yanağına vurana sol yanağını çevir” görüşüne gönderme niteliğindedir. İncil’e göre kötülüğe kötülükle karşılık verilmemelidir. Çehov’un Rusya’da geçen “İyi İnsanlar” öyküsüne ait bu tartışma, İslam inancının hâkim olduğu ülkemizin toplumsal gerçekliğine oldukça uzak. Benzer bir nedenle de konu -en azından Hristiyanlık’taki bu görüşü bilmeyenler için- havada kalıyor. Ceylan, bu tartışmayı ülkemizin inanç / ahlak sistemine daha yakın bir hale getirerek uyarlama veya bu coğrafyaya ait bir hikâye-konu kullanma yoluna gitmemiş. Filmin müzikleri de yine Batıya ait eserlerden. Filmin afişi ise İlya Glazunov tarafından 1970 yılında Dostoyevski’nin Beyaz Geceler romanı için tasarlanan kapağın biraz değiştirilmiş hali; özgün değil ve yine yabancı bir eserin taklidi. Ve Ceylan bunu bizzat filmin içinde kendisi itiraf ediyor. Nihal’in odasındaki sahnelerden birinde Aydın kısa bir an için duvarda asılı resme baktığında, kamera da resme odaklanır. Bu resim Glazunov’un orijinal eseridir.

Kendi kültürüne ait eserler yerine Batıya ait ve yabancı eserlerin bu kadar yoğun ve neredeyse göze parmak şekilde kullanılması keyfi bir tercih değil. Türk aydınını eleştiren Kış Uykusu, Türk aydınını Batının taklitçisi ve yabancı hayranı olduğu için eleştiriyor. Kendi kültüründen kopuk bir aydın, ne kadar aydındır ve topluma nasıl bir katkı sağlayabilir? Türk aydını iyi niyeti bile taklit ediyordur, dürüst değildir. Kasabadan yayan bir şekilde vadinin çamurlu yollarına bata çıka (hem de ikinci kez) uzun bir yolu teperek gelen İmam Hamdi ile yeğenine, Aydın “Niye söylemedin Hamdi Hoca ya? Hiç değilse dönüşte Hidayet bırakırdı sizi. Hay Allah ya, üzüldüm şimdi,” der ancak tam bir dakika sonra Hidayet, Aydın’a sanayiye gideceğini söyler. Halbuki, tam o an sanayiye gitmek yerine Hamdi Hoca ile yeğenini araçla bırakabilecekken. Ama Aydın, Hidayet’in arabayı alıp gitmesine izin verir, böylece onca uzun mesafeyi çamurlu yolda gelmesine -sözde- üzüldüğü Hamdi Hoca ile yeğeninin yine o uzunca çamurlu yoldan geri dönmemeleri konusunda hiçbir şey yapmaz. Aydın’ın teklifinde samimi olmadığı, zor durumdaki insanları veya onlara yardım etmeyi umursamadığı belli olur. Oysa, aynı imamı çamurlu pabuçları nedeniyle eleştiren bir yazı yazarak ahlaken yermekte Aydın için bir sorun yoktur. Filmde bir başka aydın olarak konumlandırılan Necla’nın durumu da farklı değildir. Kötülüğe kötülükle karşılık vermemeyi deli gibi savunan Necla, hemen bir sonraki sahnede Nihal’e, sırf yeni temizlikçileri Necla’nın sevdiği bardaklardan ikisini kırdığı için bu bardakların ücretini aylığından kesmekten bahseder. İyi insan olmadan, olmaya çalışmadan, sadece bu konu üzerine konuşarak alınan pozisyon da iyi insan rolü oynamaktan ibarettir. Başka bir sahnede de Aydın, bir sahne öncesinde Nihal’in yardım toplama etkinliğini yenilip yutulmayacak sözlerle eleştirmiş olmasına rağmen, bu kez Nihal’e yardım toplama konusunda destek olacağı, makbuzları düzene sokacağı gibi laflar eder. Aydın yumuşamış mı veya daha aklıselim bir yaklaşım mı sergiliyor? Aydın bu sahnede girizgâh yaparken izleyicilere aynadaki yansıması üzerinden gösterilir. Ayna imgesinin söylediği belli: Aydın’ın o sırada gösterilen iyi niyetli ve anlayışlı yüzü gerçek değil, sadece bir yansıma. Varlıklı ve yardımsever koca rolünün bir gereği.

Batı’nın gözünde Doğu nasıl daha alt seviyedeyse, Doğu’nun aydını da kendisini, ne kadar geliştirse de, değersiz bulunan Doğu’nun bir aydını olduğu gerçeğinden farklı bir şekilde konumlandıramaz. Türk aydını kimlik inşasında bu yüzden Batı’nın taklitçisidir; Batılı olamadığı için Batılıyı oynar. Filmin geneline imgesel olarak da hâkim bu anlatının sonu, yine de umut -belki de Ceylan’dan bir çağrı- barındırır. Aydın, filmin sonunda, bir şey yapıyormuş, çok çalışıyormuş imajını ayakta tutmak için sürekli bahsedip durduğu ama bir türlü başlayamadığı, üzerinde çalıştığına hiç şahit olmadığınız Türk Tiyatrosu’nun Tarihini yazmaya başlar. Sonunda batıdan kurtulup kendi özüne dönmenin ilk adımını atmış olur.

Aydın, kış uykusundan uyanmış olabilir mi?

[1] Omar Sharif’e ait böyle bir söz bulamadım. Ancak Amerikalı komedyen George Burns’ün böyle bir sözü var ve şu şekilde devam ediyor: “Dürüstlüğü taklit edebiliyorsanız, tamamdır.” Ceylan’ın aslında bu söze gönderme yaptığını söylemek, aşırı yorum olur. Yine de, filmdeki cümlenin devamı olan bu cümleye olası bir gönderme bile, filmdeki anlamı pekiştiriyor. Dürüstlük bile taklit edilebilir. Taklit edilebilir bir dürüstlük oyundan ibarettir.

NOT: Bu yazı ilk olarak 28 Mayıs 2020'de Parşömen Edebiyat'ta yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder