27 Nisan 2014 Pazar

“Herkes deli diye alay ediyor”



Kadıköy’de birkaç gün önce kapanan Penguen Kitabevi’nde dolaşırken bir kitap kapağı ilgimi çekiyor. Beni, çocukluğumun, ara sokaklarda cirit attığım günlerine götüren bir fotoğraf var kapakta. Pek itibar etmesem de, madem koymuşlar okuyalım mantığıyla, kitabın arka yazısına geçiyorum. İlk anda kafamda beliren fotoğrafın içeriği değişmemekle birlikte, mekân İstanbul’un yoksul bir mahallesine dönüşüyor. Benim aklımdan Balat geçiyor mesela. Öncesinde hakkında herhangi bir şey okumadığım veya duymadığım bu kitabı hemen alıp okumaya başlıyorum.

Kitap daha ilk sayfalarından belli ediyor ki hikâyesi nasıl akarsa aksın, kurgusu ister başarılı olsun ister olmasın, yazarın dili beni kendisine bağlayacak cinsten. Tıpkı sonradan Ara Güler’e ait olduğunu öğrendiğim kitap kapağında olduğu gibi, atmosfer yaratmada başarılı bir dili var yazarın. Mekân tasvirlerinde ayrıntıları öyle fevkalade dile getiriyor ki, bırakın gözümün önünde canlanmasını, sanki oradayım da tasvir ettiği kar taneleri Meryem ile Atilla’nın değil benim başıma yağıyor. Zaten bir kent hikâyesi olmasına rağmen, doğanın da oldukça etkin bir rolü var hikâyede. Kentlerde yaşanan yüzeysel hayatların üzerindeki örtüyü çekip içinde saklı efsunu ortaya çıkarmayı niyet etmişçesine; karıyla, rüzgârıyla, sisiyle kendini gösterip duruyor doğa. Kitabın düşündüren ama yormayan benzetmeleri duru diline çok kararında yedirilmiş. İnsan tasvirleri daha da iyi; bir insanın, bir hareketi hangi düşünceyi içinden geçirerek/geçirdiğinden yaptığı ancak bu kadar iyi gözlemlenmiş olabilir.

“Sabaha karşı nasıl bir uysal rüzgâr çıktı ise, her bir kar tanesini alıp, bir diğerininkine hiç benzemez bir güzergâh ile aheste aheste uçurup gökyüzünden yavaşça indiriyor, tam yere değecekken ani bir kavisle tekrar havalandırıyor. Bu sefer havada bambaşka helezonlar çizdirerek diğer kar taneleriyle iç içe sokup, ahenkle döndürüyordu. Her nasıl yapıyor ise, hiçbirini bir diğeriyle çarpıştırmadan, her birini ayrı ayrı yollardan döndüre döndüre taşıyıp, kendi bildiği bir yere, bir dala, bir dama, bir bacaya, bir pencereye, uyuyan bir bebeği yatağına bırakır gibi, usulca konduruyordu.”

Hikâyenin hem bir mahalle üzerinden anlatılması ve birkaç ana karakter yerine kitaptaki neredeyse tüm karakterlerin ana karakter olmasıyla (ve bu özelliğiyle geleneksel roman yaklaşımını reddetmesiyle), hem de büyülü gerçekçiliğe göz kırpan tarzıyla, bana Latife Tekin’in özgün eseri Berci Kristin Çöp Masalları’nı hatırlatıyor biraz. Romandan ziyade birkaç öykü barındıran bir eser tadında olmasının yanı sıra, anları yakalamadaki ustalığı, dilinin öyküye daha yatkın olduğunun da bir göstergesi niteliğinde. Zaten kitapta belirli bir olay örgüsü olsa da, kitap olaylardan çok anları vurgulayarak ilerliyor.

Yazarın aralara serpiştirdiği eski kelimeler, modern yüzlü İstanbul’un ara sokaklarında yer yer denk geleceğiniz eski tip evlere benziyor. Bu nedenle, yazarın bu tür kelimeler kullanmasının, tekniği içerikle uyumlu hâle getirdiği söylenebilir. Bu noktadaki tek sıkıntı ise kullanılası onca eski kelime varken yazarın sürekli aynı kelimeleri seçmesi olabilir.

Modern Türkiye edebiyatında alışıla gelindiği üzere altı çizilesi büyük laflar etmeksizin, acı gerçekliğin, küfür etmenin bile ne kadar şiirsel olabileceğini gösteren, üstelik satır aralarından merhametin okunduğu eserlerden olmuş. İyi olmuş, iyi ki olmuş.

- "Herkes deli deli diye alay ediyor sokakta. 
- Bak işte o çok kötü bişey, amca, iyi ki öyle bir oğlun yok. Deliyle alay eden… Esas öyle bir oğlu olan adamın kapı kapı dolaşıp derdine çare araması lâzım…"


Minare Gölgesi
Engin Ergönültaş
İletişim Yayınevi
2013


*Bu yazıyı aslında 5 Mart 2014 tarihinde kaleme almıştım ve bu yazı, BirGün gazetesinin kitap eki olan BirGün Kitap'ın 18 Nisan 2014 tarihli 145. sayısında yayınlanmıştır.