9 Eylül 2014 Salı

Özgür ve Sihirli Amsterdam

Amsterdam’ın en sevdiğim yanını sona bıraktım. Biraz da tarif edilemeyecek bir duyguyu tarif etme yolları ararken zihnime zaman kazandırmaya çalıştım. Amsterdam’ın özgürlükle anılmasının nedeni bazı hafif uyuşturucu türlerinin serbest olması. Asıl amaç ise yasa dışı şekilde zaten hemen hemen her ülkede yapılan uyuşturucu tüketimi ve satışını kontrol altına almak. Esrar ve haşhaşlı kekler, “coffee shop”larda satılıyor ve haşhaşlı kekleri farklı yerlerde denediğim halde pek bir etkilerini göremedim. Amsterdam’ın sağladığı asıl müthiş deneyim, “magic mushroom” diye tabir edilen ve “smart shop”larda satılan sihirli mantarlar. Farklı mantarlar yediğim farklı zamanlardaki deneyimlerimde farklı şeyler yaşadım ama hep aynı kanıya vardım: Mantar yemeden, tabiatı eksik ve kusurlu görüyoruz. Örneğin, bir insan bir ağaca baktığında ağaç görür ama mantar yemiş bir insan bir ağaca baktığında ayrı ayrı her dalı, her yaprağı, kabuğunun her parçasını vb. görür. Ağacın yapraklarının tek tek hareketini ve birbirlerine yaptıkları açıları görür ama ağacın bütünselliğini de yitirmez. Konsantrasyonun artması ve algıların iyice açılmasıyla da, bakılanın bir ağaç olduğu bilgisini kaybetmeksizin, ağaç zihinde başka şeylere dönüşüyor. Bu noktada iş, sizin yaratıcılığınıza ve ilgi alanlarınıza bağlı.

İnsanın hayal gücünü artıran/ortaya koyan bu deneyimi yaşamış birçok sanatçı olmalı. Çünkü zihin sanatsal anlamda güçlü ve sıra dışı görüntüler üretmeye meylediyor. Ayrıntıları anlatamam ama o an bir tuval verseler çizerdim gibi geliyor bana. Mantarlı kafaya güzel gelen hep tabiat değil elbette ama zihnin bu dönüşümleri sağlaması açısından tabiat, çok iyi ve çok çeşitli malzeme sunuyor. Amsterdam’a giderseniz -hatta sırf sihirli mantar yemek için bile olsa gidin- bu benzersiz deneyimi kaçırmayın derim.


Şunu da unutmamak lazım; her uyuşturucuda olduğu gibi, hatta olağan hayatımızda da olduğu gibi, her zaman dibe vurma ihtimali var. Mantar, yaşanılan anın etkisini arttırıyor. Ruhen veya fiziksel olarak kendinizi kötü hissettiğiniz bir dönemde mantar yerseniz, daha da kötü hissedebilirsiniz. Örneğin, astım gibi nefes almayı güçleştiren bir rahatsızlığınız varsa, mantar aldıktan sonra, boğulacakmış gibi hissedebilirsiniz. Tabi, gerçekten nefessiz kalıp boğulacağınızdan değil. Zaten dozaj (1 kutu) aşılmadığı ve yemekle/alkolle birlikte tüketilmediği sürece, mantar zehirlenmesi veya başka tür bir sağlık sorunu söz konusu değil. İki de önerim olsun: Freshbox markasından “Cosmic Connectors” ve Psilocybe’den “Atlantis”. Akşam 6’dan sonra satış yasak ama el altından temin etmek mümkün oluyor, şayet yerini bulabilirseniz. 


Amsterdam ile ilgili önceki yazılar için:

Amsterdam 1 - Islak ve Mutlu Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/islak-ve-mutlu-amsterdam.html

Amsterdam 2 - Hem bedeni hem ruhu doyuran Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/hem-bedeni-hem-ruhu-doyuran-amsterdam.html
 


*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.


Hem bedeni hem ruhu doyuran Amsterdam

Van Gogh'un paleti

Vondelpark’ın ana girişine yakın Museumplein denen müze bölgesi var. Avrupa’nın en çok ziyaret edilenler arasında yer alan ve bunu hak eden iki müzesi de burada: Van Gogh Museum ve Rijksmuseum. Van Gogh müzesine sırada beklemeden girmeniz zor ama mutlaka girin. Sakın ha hemen yorulmayan çünkü müze turunun sonlarına doğru, Van Gogh’un bazı eserlerini mikroskop tarzı bir aletle inceleme şansı doğuyor. Fırça darbelerini bu kadar yakından görmek demek, o esere yeni bir gözle bakmak demek. Ayrıca, bu mikroskop aracılığıyla, açık havada dizlerinin üzerinde resim yapan Van Gogh'un resimlerindeki kum, ot, yaprak, vb. parçaları da gözlemlemek mümkün.

Van Gogh'tan kardeşi Theo'ya














Rijksmuseum’da ise
Rembrandt (ünlü eseri Night Watch), Johannes Vermeer (ünlü eseri The Milkmaid), Hendrick Avercamp (ünlü eseri Winter Landscape with Ice Skaters) gibi birçok önemli Hollandalı ressamın eserlerinin yanı sıra, Michelangelo, Albrecht Dürer gibi başka milliyetten önemli sanatçıların eserleri de bulunuyor.
Rijksmuseum’a damgasını vuran eser ise Rembrandt’tan Night Watch. Bu öyle bir eser ki, bir resmin orijinalini görmenin, bir resmi yakından incelemenin neden bu kadar önemli olduğunu size tek başına açıklıyor. Rembrandt’ın ışığı kullanımı gerçekten hayranlık uyandırıcı. Işığı bu derece iyi kullanmak için, ışığın ve gölgenin hâllerini de çok iyi bilmek gerek. İşte bu noktada, Rembrandt’ın yeteneğini besleyen, tam da Amsterdam’da yaşamış olması diye düşünüyorum. Bir açıp bir kapayan havası, güneşin saklambaç oynadığı gökyüzü, çoğu zaman karanlığın hâkim olduğu bir şehir, ışığın izini sürme isteğini kamçılıyor. Işık kullanmada bir dâhi olması bir yana, Rembrandt’ı benim için özel kılan bir başka şey de, Rembrandt’ın hayatı. Yazıyı iyice uzatmamak adına, Rembrandt’ın dokunaklı hikayesini izleyebileceğiniz bir video bağlantısı paylaşıyorum: http://www.youtube.com/watch?v=h-A817_ENKA Rembrandt’ın Amsterdam’da senelerce yaşadığı ve müzeye dönüştürülmüş evinde (“Rembrandthuis”) Rembrandt’ın eşyalarının ve topladığı resimlerin yanı sıra kendi çizimleri de bulunuyor. Küçük bir ücret karşılığında girebileceğiniz bu ev, bağışlarla ayakta duruyor. (Hayat hikayesini izledikten sonra bu bile çok hüzünlü geliyor bana).

Rembrandthuis

Amsterdam’ın sembolü XXX işaretiyle ilgili bir yanlış anlama var. Malum, Amsterdam’daki Red Light District, kadınların vitrinlerde kendilerini sergileyerek para karşılığı erkeklere bedenlerini sundukları ve çeşitli seks şovlarının yapıldığı bir bölge. XXX işaretinin bu bölgeden kaynaklandığı sanılıyor. Aslında, bu işaret, ilk yüzyıllarda X şeklinde bir çarmıha gerilerek öldüren St. Andrew’a atıfta bulunuyor. Ayrıca, şehre üç şeyin girmesi yasak anlamında kullanılıyor. Bunlar; sel, yangın ve veba.

Hollanda’da, hem sömürgeci bir devletken sömürdükleri kültürlerin hem de ülkedeki yabancı uyruklu vatandaşların etkisiyle, özellikle doğu mutfakları yaygın. Ve tuhaf bir şekilde, kendine has bir yemek kültürü olmayan Hollanda’da hem yemek çeşidi hem de güzel yemek çok. Uygun fiyatlı olanlar arasında önerebileceğim bir yer, fast food falafel restoran zinciri olan Maoz. Bir vegan olarak önerebileceğim bir diğer yer ise 2014 yılında Dam Meydanına çok yakın bir noktada açılan Vegabond; hem dükkân hem cafe. İçerideki şirin ortamda sıcak bir çay eşliğinde harika vegan pastalar yiyerek, yağmuru ve kanalı izleyebilirsiniz. Vegan yani hayvansal ürün/hayvan sömürüsü içermeyen yani yumurtasız mayonezi denemenizi de özellikle tavsiye ederim. Son olarak da, yine merkezi bir konumda bulunan ve vegan kıyafetler satan Vega-Life’ın kapısını harika vegan/sorbe dondurmaları için de çalabilirsiniz. Çilek ve kırmızı biberden oluşan tuhaf karışımlı dondurması tavsiyemdir.

Tropenmuseum ve çocuklar için origami dersi


Yemek demişken, bahsedeceğim bir mekân da, Avrupa’nın önde gelen etnoğrafya müzelerinden biri olan Tropenmuseum’daki Restaurant Ekeko. Hollanda’nın eskiden sömürgeci bir devlet olmasının, doğu kültürlerine dair bu kadar bilgiyi toplayıp böyle ayrıntılı bir müzeye dönüştürmesine olanak tanıdığına inanıyorum. Haliyle bu müzenin ziyaretçilerini de, yabancı turistlerden çok yerel turistler oluşturuyor. Özellikle de çocuklu aileler. Burası “interaktif bir müze nasıl olur”a iyi bir örnek teşkil ediyor. Asya, Afrika, Latin Amerika gibi kültürlere ait modern ve geleneksel sanatsal objelerden oluşuyor. Türkiye’den Hacivat ve Karagöz gölge oyunu, Zeybek oyunu ve Tarkan’ın Dudu şarkısının klibini izlemek mümkün. Başka sürprizler de var ama onları da gidecek olanlar keşfetsin. Çocukların bile sıkılmasına izin vermeyen bir müze olsa da, çok fazla bilgi barındırdığı için burayı gezmek hayli yorucu. Müzeyi ziyaret ettiğimde iki de geçici sergi vardı: “Masters of Photography - Icons of National Geographic” ve “Mixmax Brasil” sergisi. Modern sanattan hemen hemen hiç haz etmeyen biri olarak, “Mixmax Brasil” sergisini beğenmeme ben de şaşırdım. Çöpten sanat yaklaşımı hoşuma gitti. Pet şişelerden Brezilya’nın kültürel dünyasını yeniden tasarlamışlar. Pet şişelerden yapılmış yağmur ormanında yürüdüğünüzü hayal edin, mesela. Restorana dönecek olursak, diyeceğim tek şey, yemekleri harika, beyaz birası da.

Amsterdam ile ilgili önceki ve sonraki yazı için:

Amsterdam 1 - Islak ve Mutlu Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/islak-ve-mutlu-amsterdam.html

Amsterdam 3 - Özgür ve Sihirli Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/ozgur-ve-sihirli-amsterdam.html


*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.

Islak ve Mutlu Amsterdam



Amsterdam’ı anlatmaya birçok farklı noktadan başlayabilirdim ama gezmeye başlar başlamaz dikkatimi ilk çeken yanından başlayacağım: İnsanların güler yüzünden. Bu duruma, İstanbul’dan pek alışık değilim. Dört mevsimli Türkiye’de insanlar genelde asık suratlıyken, bu yağmurlu ve karanlık memleketin insanları mutlu. Yaşam kalitesi, insanların yüzlerinde yansımasını buluyor.


Amsterdam’a ister yazın ister güzün gidin, hava yağmurlu ve soğuk. Oh güneş açtı, dedikten yarım saat sonra hava yine kapayabilir, yağmur bastırabilir. Bazen öyle bir bastırır ki, üzerinizdeki yağmurluk yeterli gelmeyebilir ve iç çamaşırınıza kadar ıslanabilirsiniz. Ama bazen de buz gibi bir havada yağmur atıştırmaya başlayarak sizi korkutur da, bir türlü bastırmadan öyle ipincecik damlalarla geçip gider, ıslatmaz bile.

Böyle yağmurlu bir memleketin toprağı da haliyle bataklık. Hollanda’nın meşhur yel değirmenleri de zaten bataklıkların kurutulması için yapılmış. Aynı şekilde, bataklığın kurutulması için yapılan bir başka şey de, su çektiği için kabak (ağacı) dikilmesiymiş. Doğruluğunu kanıtlayacak bir kaynak bulamadıysam da, bir rivayete göre, kabaklar yine Hollanda’nın meşhur tahta pabuçlarının yapımında da kullanılırmış. Zaten tahta pabuçların Hollanda’da popüler olması da, suya ve bataklığa dayanıklı bu pabuçların geçmişte bu bölgedeki işçilerin ve çiftlik çalışanları tarafından tercih edilmesinden kaynaklanıyor. Eskisi kadar olmasa da, tahta pabuçlar halen kullanılıyor.

Yine benzer bir sebeple, toprak çok değerli. Bir yere bina dikmek, hele bir de belirli bir sayıda katın üzerinde bina dikmek epey zor. Toprağın altı su, toprak da bir nevi çamur olunca, belirli bir ağırlıktan fazlası taşımıyor. Burada ev alsanız da toprak devlete ait olarak kalıyor. Toprağın bu kadar değerli olduğu bir yerde, peki nelere toprak ayırmışlar? Türkiye’de yaşayanlar olarak bizler alışık değiliz ama, araba yollarına ve binalara değil, yeşil alanlara ve etkinlik alanlarına. 

ihtiyacı kadarını almış :)

Beklemeyeceğiniz bir cümle kurayım. Amsterdam’da yer yer trafik var. Çünkü ana ulaşım aracı motorlu araç olmadığından, arabalar için az yol yapılmış. Turistler ve doğulu halk dışında bisiklet kullanmayan yok sanırım. Yol önceliği de, motorlu araçlara ve yayalara değil, bisikletlere ait. Her binanın dört bir yanına park etmiş bisikletler olduğu gibi, Central Station’ın yanında çok büyük bir katlı bisiklet otoparkı var. Yaşlı ve şişman bir teyzeyi, birkaç çocuklu bir anneyi, işe giden takım elbiseli bir adamı, eğlenmeye bara giden dar mini etekli bir kadını bisiklet üstünde görebilirsiniz. Bisikletler öyle ahım şahım değil, çünkü bisiklet kullanımının yaygın olduğu bir şehirde, bisiklet hırsızlığı da yaygın. Biri yoluna devam etmek üzere sizin park halindeki bisikletinizi alıp, sonra işi bitince bir köşeye bırakabilir. Bisiklet dışında ulaşım hemen hemen her yöne tramvaylarla sağlanıyor.



Amsterdam’ın güzelliklerinden biriyse, kanalları. Rehberli kanal turu yapabileceğiniz gibi, kanal üzerinde yüzen bir ev kiralayabilir veya bu tür bir otelde de kalabilirsiniz. İster kanal evi olsun ister normal ev, perdeler genelde ağzına kadar açık. Çünkü ne zaman çıkacağı belli olmayan güneş nadiren kendisini gösterdiğinde, evler ışıktan en üst düzeyde faydalansın istiyorlar. Adres ararken falan pek denk gelmedim ama Amsterdam’daki binaların bazılarında kapı numarası yokmuş. Çünkü eskiden her binanın üzerinde, o binayı diğerlerinden ayırt edici bir özellik bulunurmuş; kapısı, pervazları, süslemeleri, vb. Genelde pencerelerinden çiçekleri eksik olmayan bu şirin evlere Amsterdam’a özgü bir karakter kazandıran da, yine topraktaki suyun etkisiyle sağa veya sola eğilerek dönüşüm geçirmeleri. Amsterdam’ı nazarımda masalsı kılan; yaşayan, hareket eden, değişen bu evler.

 

Amsterdam’ın lalelerini duymayan yoktur. Muhtemelen, bu lalelerin ilk başta Osmanlı’dan geldiğini de. Enterasan bir rivayete göre, Osmanlı’dan hediye olarak gönderilen lale soğanlarını ilk başta yiyecek soğan sanıp yemişler ve tadını beğenmemişler. Sonra biri soğanı çoğaltmak için dikmeyi akıl edince, lale çiçeği arz-ı endam etmiş.

 














Bu lalelerin açmış halini ve birçok bitkiyi daha, Vondelpark’ta görebilirsiniz. Vondelpark’ın benim için diğer parklardan farklı kılan; köpek gezdiren, kitap okuyan, koşu yapan, çimlere yayılan, salıncaklara binen, ücretsiz gösterileri izleyen, vb. insanlara ev sahipliği yaparken, bir yandan da yabani hayatı da koruması. İnsanlar arasında gezerken kendinizi birden kimseciklerin olmadığı, korku filmi tadında bir patikada yürürken bulabilirsiniz. Diyeceğim o ki, ülkemizdeki gibi, ağaçları alakasız şekillerde budayarak modern dünyaya uygun (!) (ve bence düz ve sıkıcı) hale getirme gayesiyle yaklaşmıyorlar tabiata. Gerekli bakımı yapmakla birlikte tabiatın “tabii” bir şekilde serpilmesine olanak tanıyorlar. Üstelik, toprağı az ve bu yüzden oldukça kıymetli olan Amsterdam’da bu parkı devlet, halkın isteği üzerine yaptırmış ve zamanla da genişletmiş. Çamurlu toprak ve bol yağış nedeniyle sular altında kalma riski taşıyan park, düzenli olarak renovasyondan geçiyor. Oldukça geniş bir alana yayılmış olan bu parkın birçok girişi var. İçinde kaybolan, çıkışı bulamayanlara da rast gelmişliğim var.


Devamı için:

Amsterdam 2 - Hem bedeni hem ruhu doyuran Amsterdam 
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/hem-bedeni-hem-ruhu-doyuran-amsterdam.html

Amsterdam 3 - Özgür ve Sihirli Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/ozgur-ve-sihirli-amsterdam.html



*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.