12 Nisan 2013 Cuma

“Kesişen Hayatlar” (Krugovi) filmi söyleşisi üzerine

1993 yılında Sırpların yönetimindeki Bosna’da, üç Sırp askerinin -olmadık bir nedenle- bir Müslüman sivili dövmesini gören başka bir Sırp askeri o Müslüman’ı kurtarmak uğruna kendi hayatını feda eder. 2008 yılına gelindiğinde bu olaya müdahil tarafların hayatları üzerinden film ilerler.

Filmi izlemeden önce öğrenmediğime şükrettiğim ve aksi takdirde gözyaşlarıma daha zor hâkim olmama neden olarak yanımda oturan filmi anlamamış teyzeye tüm filmi özetlememi zorlaştıracak kadar beni duygusallaştıracak olan acı gerçek, bu filmin gerçek bir olaydan esinlenilerek çekilmiş olması. Sırp yönetmen Srdan Golubovic, aklında böyle bir film çekmek yokken, Sırbistan’da bir halk kahramanı haline gelen Marko’nun, yani kendini feda eden Sırp askerin hikâyesini duymuş ve yıllardır insanlıkla ilgili olarak anlatmak istediklerine uygun bir kahraman bulduğuna karar verip bu filmi çekmiş.

Ben ne filmi anlatacağım, ne filmi eleştireceğim. Filmin hikâyesi ve meselesi, filmle ilgili tarafsız bir sinema eleştirisi yapmama engel olacak kadar beni etkiledi. Film sonrasında yönetmenle yapılan söyleşiden defterime not edebildiğim kadarıyla yönetmenin görüşlerini ve dolayısıyla filmin ruhunu aktarmaya çalışacağım.

“Yugoslavya’da Hırvatlar, Bosnalılar ve Sırplar olarak üç farklı millettik ama aynı halktık. İç savaş başlamadan önce yan komşumuz hangi milliyetten veya dinden bilmezdik, çünkü bunun bir önemi yoktu. Savaş ilk nasıl başladı hiçbir zaman anlayamadık bile. Ama politikacılar sürekli kavga ediyor ve çok eğitimli olmayan insanları manipüle ediyorlar. Sanat bizi birbirimize bağlayan şey. Dinlerimiz farklı olsa da dillerimiz aynı çünkü. Ben bu filmde, bir Sırp’ın bir Müslüman’ın hayatını kurtarmasını değil, bir insanın komşusunun hayatını kurtarmasını anlattım.”

Film, Sırbistan’da Sırp karşıtı olmakla eleştirilmiş. Yönetmen ise filminin siyasi olmadığını, insanlığı, yani insanlığın iyiliğini ve ilerlemesini savunan bir film olduğunu vurguluyor. Gerçek hayat çoğu kez aksini gösterse de, insanların genel olarak iyi olduğuna ve iyiliğin iyilik doğurduğuna inanmak istiyormuş.

Filmde Müslüman karakter, 2008 yılında ölümle tekrar yüz yüze kaldığında karşı koymuyor, kavga etmiyor. Çünkü ölümün kaderi olduğuna ve zaten vaktiyle Sırp askerin hayatını kurtarmasıyla “ödünç” bir hayat yaşadığına inanıyor. Müslümanları temsil eden karakterin kaderine boyun eğmiş ve sürekli ezilen halinden yola çıkarak da, Sırp yönetmen cesur bir şekilde vaktiyle Müslümanların kurban konumunda olduğunu ve onlara karşı bir insanlık suçu işlendiğini kabul ediyor. Yönetmen, Yugoslavya özelinde şunu söylüyor ki farklı milletlerden oluşan her ülke için, örneğin bizim ülkemiz için de geçerli: “Asıl trajedi şu: Düşmana ihtiyacımız yok. Biz kendimizin düşmanıyız.”

Malum olay, birçok insanın bulunduğu geniş bir meydanda yaşanıyor. Ancak, muhtemelen hayatının son günlerini yaşayan 80’lik amca da dâhil olmak üzere, hiç kimse üç Sırp askerin göz göre göre başka bir Sırp askeri döve döve öldürmesine müdahale etmiyor; ya izliyor ya kafasını çevirip gidiyor. Hem de aynı Sırp asker bir Müslüman’ın hayatını kurtarmışken. Film seyircisini zorlayan bu kanlı sahnede, film sonrası söyleşide anlaşıldığı üzere, seyircilerin tümü bu kayıtsızlığa sinirlenmiş. Yönetmenden bu durumu yorumlaması istendiğinde, yönetmenin yanıtı insancıl değil ama insani. Mesele de, insanın bu doğası zaten: “Savaş zamanı herkes korkuyor. Bu kayıtsızlık onları suçlu yapmaz. Bu kayıtsız insanların tarafında değilim ama onları anlıyorum. Ben o durumda kalsam ne yapardım diye çok düşündüm. İnanın bilmiyorum. Yaparım-ederim demek kolay ama gerçek hayat çok farklı. ‘Ben olsam kayıtsız kalmazdım’ diyenlere de pek inanmıyorum.”

Bu noktada dikkat çekici olan ve beni üzerine düşündüren bir başka şey de, Marko’nun en yakın arkadaşının da olaya yakın bir mesafede olduğu halde kayıtsız kalıp müdahale etmemesi. Filmin ilerleyen sahnelerinde görüleceği üzere, (filmi izlemeyi düşünüyorsanız burayı okumayın!) *Marko’nun dövüldüğünü gören en yakın arkadaşı onun hayatını kurtarmıyor da, Marko’nun babası, oğlunu öldürenin oğlunu kendi oğlu olarak kabul edebiliyor, hatta onun hayatını kurtarmak adına kendi hayatını tehlikeye atabiliyor. Peki, birine insancıl bir şekilde davranmak, o kişiye olan yakınlığımızla mı ilgili, yoksa tanıyıp tanımadığımızdan ilgisiz olarak insancıl olmak içten gelen bir şey mi? Herkesin yanıtı farklı olabilir. Ben, hayata bakışım gereği, ikincisini savunuyorum.
 
Marko’ya yardım etmeyen yakın arkadaşı da çektiği vicdan azabını, beklenmedik ama özünde yerinde bir hareketle gideriyor. Kendisi bir doktor ve Marko'nun katillerinden birinin ameliyatını yapması gerekiyor. Bu ameliyatı yapabilecek tek doktor kendisi ve katilin ameliyattan kurtulma ihtimali yarı yarıya. Önce ameliyatı yapmamayı düşünüyor, ardından da ameliyattan adam ölü çıksa bir ödeşme yaşanacağını aklından geçirdiğini hissediyoruz. Üstelik bu katil, Marko'nun ölümüyle ilgili olarak vicdanının rahat olduğunu da açıkça ifade ediyor. Kendinizi doktorun yerine koyun; çok zor bir durum. Doktor ne yapıyor? “Ben bir insanın (Marko’nun) hayatını kurtarmak için vaktiyle hiçbir şey yapmamıştım. Şimdi de bir insanın (Marko’nun katilinin) ölmesine izin vererek yine bir insanın hayatını kurtarmaktan kaçınacak mıyım?” diye düşünmüş olacak ki katili ameliyat etmeyi kabul ederek ve ameliyattan sağ çıkması için elinden geleni yaparak onun hayatını kurtarıyor.*

Çünkü yönetmenin üzerine basa basa birkaç kez söylediği üzere “önemli olan, unutmamak ama bağışlamak”.

32. İstanbul Film Festivali’nin “İnsan Hakları Yarışması” bölümünde izlediğim ve izleyeceğim başka filmler de var. Oyum şimdilik “Kesişen Hayatlar”a.






15 Aralık 2012 Cumartesi

Kızıl Ağaç

 Bazen gün doğar ve hiç umut getirmez beraberinde

 Ve gitgide kötüleşir her şey

Bir kasvet çöker üstüne

 Kimse anlamaz halinden

 Ne his vardır içinde, ne de mantık

Bazen
Beklersin
Beklersin
Beklersin
Beklersin
Beklersin
Beklersin de
Hiçbir şey olmaz yine de

  Geçip gider yanından tüm güzellikler

Kaçınılmaz gibi görünür korkunç akıbetler

Bazen bilemezsin, ne yapman gerektiğini

Aslında kim olduğunu


Ama işte! 
Birdenbire karşına çıkıverir
Canlı ve parlak
Sessizce beklemektedir seni

Tam da hayal ettiğin gibi.



Not: Sevgili kız kardeşimin bana hediye ettiği kitaptan...

27 Ekim 2012 Cumartesi

Ab-ı Hayat dedikleri Viskiyle gelen Sefa

Ken Loach demek, yoksul hikâyesi demek.

Son filminin konusu ise emekçi sınıfına çok hitap etmeyen ve burjuva içkisi diye bilinegelen viski. Tam da, yoksulluk ile zenginliği aynı potada eritebilme iddiası nedeniyle de film ilgi çekici. Ken Loach izlemenin tadı başkadır ama ne yazık ki, film ikna edemedi hikâyesine, en azından beni.

Filmin açılış sahnesi çok doğru bir yerden başlıyor. Ama sistemi eleştirmesini veya daha sert bir şekilde eleştirmesini beklediğim bu sahne, bana istediğimi veremiyor. İngiltere’de olsun başka bir ülkede olsun, sistemin gençlere şans tanımadığına ilişkin yapılmış onca filmden sonra, çok hafif kalıyor burada aksettirilen sistem ve eleştirisi.

Hastaneden bile içeri alınmayacak, iş görüşmesine bile çağrılmayacak kadar kılıksız olduğu filmce bizzat dikte edilen bu tipler, nasıl böyle rahat rahat “elit” seviyedeki tadım etkinliklerine katılıyor ve hiç yadırganmıyorlar? Ayrıca, bu arkadaşları viskiyle tanıştıran sosyal yardım görevlisi amca, daha bir önceki sahnede onlarla yeni tanışmışken, onları azarlarken ve onlarla hiç samimi görünmezken, birdenbire iyilik meleği kesiliyor ve kol kanat geriyor hepsine. Başı beladan eksik olmayan ana karakteri bile daha ilk anlarda belalılarına karşı savunacak kadar da cüretkâr. Dünya böyle bir yer değil; peri masalları olabilir. Ünlü şarap koleksiyoncusu amcanın, ana karakteri keşfi de şüpheli başka bir durum. Zaten o viski tadım etkinliğinde ana karakterin ön plana çıkması da anlaşılır değil. Viskiyi tadan diğer kişilere fikri sorulmuyor bile. Çok kolaya kaçan geçişler gibi geldi bunlar bana.

Daha da beteri, filmin giriş kısmı o kadar uzun tutulmuş ki gelişme kısmına filmin ikinci yarısının ortasında geliniyor. Hatta “dramatik komedi” türüne ait olduğu bildirilen filmin, kanımca, komik sahneleri de nihayet burada başlıyor. Mona Lisa ile başlayan espri zincirlemesi, bir Cuma akşamı koskoca Beyoğlu sinemasındaki dört seyirciyi de güldürdü en azından.

Filmi izlediğime pişman değilim tabi ki de. Glasgow’lu gençlerin aksanı olsun, Britanya adasının manzaraları olsun, onca viski türünü barındıran toprakları olsun, sinematik anlamda olmasa da çekiyor kendine bir şekilde film. Ama bunun için belgesel veya turistik bir tanıtım da yeterli olurdu sanırım.

‘Kurulu düzende gençler harcanıyor. Hâlbuki, en kayıp görüneni bile kendi içinde bir potansiyel taşıyor’u Ken Loach’tan da duyup umutla dolması bekleniyor seyircinin. Gel gör ki, bu konuda yeni bir şey söylemediği gibi, bir çıkış yolu da sunmuyor ki nasıl umutla dolayım. Günümüz gençlerinin kolaycı zihniyetine uygun bir şekilde, sistemi kendi silahıyla vur diyerek, sistemi değiştirmeyi değil gençleri de eleştirdiği sistemin bir parçası yapmayı çözüm olarak sunuyor. Yoksulun hakkından çalıp çırparak zengin olan sistem bekçileri gibi hırsızlıktan, üçkâğıttan mı geçiyor bu gençlerin kurtuluşu?

Konuyu güzel bağladı mı bağladı. Hatta, mutlu sonundan olacak, sandım ki bir Hollywood filmindeyim. Fazla beklentisi olmayan ortalama bir izleyiciyi veya çözümsüz umut vaatlerini seven iyimserleri mutlu edebilecek bir film.

Neyse ki, adı çok anlamlı. Meleklerin de bir payı olmalı.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Ölüm Yasasına Hayır Pankartları


















































**Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.