Filmi izlemeden önce öğrenmediğime şükrettiğim ve aksi takdirde
gözyaşlarıma daha zor hâkim olmama neden olarak yanımda oturan filmi anlamamış
teyzeye tüm filmi özetlememi zorlaştıracak kadar beni duygusallaştıracak olan
acı gerçek, bu filmin gerçek bir olaydan esinlenilerek çekilmiş olması. Sırp
yönetmen Srdan Golubovic, aklında böyle bir film çekmek yokken, Sırbistan’da
bir halk kahramanı haline gelen Marko’nun, yani kendini feda eden Sırp askerin
hikâyesini duymuş ve yıllardır insanlıkla ilgili olarak anlatmak istediklerine
uygun bir kahraman bulduğuna karar verip bu filmi çekmiş.
Ben ne filmi anlatacağım, ne filmi eleştireceğim. Filmin hikâyesi
ve meselesi, filmle ilgili tarafsız bir sinema eleştirisi yapmama engel olacak
kadar beni etkiledi. Film sonrasında yönetmenle yapılan söyleşiden defterime
not edebildiğim kadarıyla yönetmenin görüşlerini ve dolayısıyla filmin ruhunu
aktarmaya çalışacağım.
“Yugoslavya’da Hırvatlar, Bosnalılar ve Sırplar olarak üç
farklı millettik ama aynı halktık. İç savaş başlamadan önce yan komşumuz hangi
milliyetten veya dinden bilmezdik, çünkü bunun bir önemi yoktu. Savaş ilk nasıl
başladı hiçbir zaman anlayamadık bile. Ama politikacılar sürekli kavga ediyor ve
çok eğitimli olmayan insanları manipüle ediyorlar. Sanat bizi birbirimize bağlayan
şey. Dinlerimiz farklı olsa da dillerimiz aynı çünkü. Ben bu filmde, bir Sırp’ın
bir Müslüman’ın hayatını kurtarmasını değil, bir insanın komşusunun hayatını
kurtarmasını anlattım.”
Film, Sırbistan’da Sırp karşıtı olmakla eleştirilmiş. Yönetmen
ise filminin siyasi olmadığını, insanlığı, yani insanlığın iyiliğini ve
ilerlemesini savunan bir film olduğunu vurguluyor. Gerçek hayat çoğu kez aksini
gösterse de, insanların genel olarak iyi olduğuna ve iyiliğin iyilik
doğurduğuna inanmak istiyormuş.
Filmde Müslüman karakter, 2008 yılında ölümle tekrar yüz
yüze kaldığında karşı koymuyor, kavga etmiyor. Çünkü ölümün kaderi olduğuna ve
zaten vaktiyle Sırp askerin hayatını kurtarmasıyla “ödünç” bir hayat yaşadığına
inanıyor. Müslümanları temsil eden karakterin kaderine boyun eğmiş ve sürekli
ezilen halinden yola çıkarak da, Sırp yönetmen cesur bir şekilde vaktiyle Müslümanların
kurban konumunda olduğunu ve onlara karşı bir insanlık suçu işlendiğini kabul
ediyor. Yönetmen, Yugoslavya özelinde şunu söylüyor ki farklı milletlerden
oluşan her ülke için, örneğin bizim ülkemiz için de geçerli: “Asıl trajedi şu:
Düşmana ihtiyacımız yok. Biz kendimizin düşmanıyız.”
Malum olay, birçok insanın bulunduğu geniş bir meydanda
yaşanıyor. Ancak, muhtemelen hayatının son günlerini yaşayan 80’lik amca da dâhil
olmak üzere, hiç kimse üç Sırp askerin göz göre göre başka bir Sırp askeri döve
döve öldürmesine müdahale etmiyor; ya izliyor ya kafasını çevirip gidiyor. Hem
de aynı Sırp asker bir Müslüman’ın hayatını kurtarmışken. Film seyircisini
zorlayan bu kanlı sahnede, film sonrası söyleşide anlaşıldığı üzere, seyircilerin
tümü bu kayıtsızlığa sinirlenmiş. Yönetmenden bu durumu yorumlaması
istendiğinde, yönetmenin yanıtı insancıl değil ama insani. Mesele de, insanın
bu doğası zaten: “Savaş zamanı herkes korkuyor. Bu kayıtsızlık onları suçlu
yapmaz. Bu kayıtsız insanların tarafında değilim ama onları anlıyorum. Ben o
durumda kalsam ne yapardım diye çok düşündüm. İnanın bilmiyorum. Yaparım-ederim demek kolay
ama gerçek hayat çok farklı. ‘Ben olsam kayıtsız kalmazdım’ diyenlere de pek
inanmıyorum.”
Marko’ya yardım etmeyen yakın
arkadaşı da çektiği vicdan azabını, beklenmedik ama özünde yerinde bir
hareketle gideriyor. Kendisi bir doktor ve Marko'nun katillerinden birinin
ameliyatını yapması gerekiyor. Bu ameliyatı yapabilecek tek doktor kendisi ve
katilin ameliyattan kurtulma ihtimali yarı yarıya. Önce ameliyatı yapmamayı düşünüyor,
ardından da ameliyattan adam ölü çıksa bir ödeşme yaşanacağını aklından geçirdiğini
hissediyoruz. Üstelik bu katil, Marko'nun ölümüyle ilgili olarak vicdanının
rahat olduğunu da açıkça ifade ediyor. Kendinizi doktorun yerine koyun; çok zor
bir durum. Doktor ne yapıyor? “Ben bir insanın (Marko’nun) hayatını
kurtarmak için vaktiyle hiçbir şey yapmamıştım. Şimdi de bir insanın (Marko’nun
katilinin) ölmesine izin vererek yine bir insanın hayatını kurtarmaktan kaçınacak
mıyım?” diye düşünmüş olacak ki katili ameliyat etmeyi kabul ederek ve ameliyattan sağ çıkması
için elinden geleni yaparak onun hayatını kurtarıyor.*
Çünkü yönetmenin üzerine basa basa birkaç kez söylediği
üzere “önemli olan, unutmamak ama bağışlamak”.
32. İstanbul Film Festivali’nin “İnsan Hakları Yarışması”
bölümünde izlediğim ve izleyeceğim başka filmler de var. Oyum
şimdilik “Kesişen Hayatlar”a.