Anadolu'yu az buçuk gezenler belki fark etmiştir. Birçok şehirde bir "Yenişehir" vardır. Sanki şöyle der bu kentler; geleneklerimizden kopamayız ama yeniliklere de kucak açabiliriz. Açabiliyor muyuz gerçekten? Çağın dayattığı teknolojik gelişmeler dışında yol katedip ilerleme kaydedebiliyor muyuz?
Ben de bir senedir Yenişehir'liyim; İstanbul'un "Yenişehir"inde yaşıyorum. Ne o İstanbul burası ama küçük bir Anadolu kentinden farksız. Havuzlu ve modern görünümlü sitelerin hâkim olduğu bu çevrede yeni olan tek şey de bu görünüm; bu görünümün ardında evlerin içine girdiğinizde ise yeni birşey yok.
Yenişehir'de bir öğle vakti aldım elime Sevgi Soysal'ın kitabını. 70'ler Türkiye'sinde geçen kitabı okudukça görüyorum ki, günümüz Türkiye'sinde de pek bir şey değişmemiş. Kurulan bu Yenişehir'lerin bize pek faydası olmamış. (Biliyorum, yeni olan her şey iyi olacak diye bir kaide yok; olumlu anlamdaki yeniliklerden bahsediyorum.)
Kitaptaki her karakter,
Türkiye'deki bir sınıfı/kültürü/profili yansıtıyor. Yazar, başarılı
gözlemlerini karakterlere iyi yedirmiş. Farklı karakterlerin bakış
açılarını okuduğumuz her bölümdeki ifadeler o kadar özenle seçilmiş ki,
kısa sayılabilecek bu bölümler karakteri özetlemeye yetiyor. Tüm bu
özetler bir araya gelince de, 70'ler Türkiye'sinin bir panoraması ortaya çıkıyor.
Bir
karakterin öyküsü, bu karakterin başka bir karakterle yolunun kesişmesi
sonucunda sona eriyor ve kesişmedeki diğer karakterin öyküsü başlıyor. Kitabın tamamı
bu şekilde devam etse bütünlük bozulmayacak. Ancak, bir noktadan sonra,
kitap üç kişi üzerinden akmaya başlıyor gibi görünüyor. Bu üç karaktere
ve ilişkilerine, arka arkaya birden çok bölüm ayrılmış. Bu karakterlerin
boy göstermesiyle birlikte kitap sadece bu üç karakter üzerinden aksa,
yine bütünlük bozulmayacak. Ne var ki, kitap önce her bölüme farklı
karakter şeklinde birçok farklı karakter üzerinden akacakmış gibi yapıp,
sonra bu üç karakter üzerinden akacakmış gibi yapıyor ama birden, bu üç
karakterin öyküsü sonuçlanmadan, yeni karakterlerin hayatı kitaba
giriyor. Anlatımı aksatan bir yapı bu. Olcay, Doğan ve Ali adlı bu üç
karakterin ilişkileri nasıl sonuçlandı bilmiyoruz. Üstelik, sadece bu
üçünün ilişkisinden ayrı bir roman çıkabilecekken. Sanki yazar, bu
üçüyle kitapta büyükçe bir parantez açmış ama bu parantezi tam
kapatamadan, asıl cümleye devam etmiş gibi.
Yazarın çok farklı
sınıflardan gelen karakterlerin olaylara birbirinden tamamen farklı
bakış açılarını, psikolojilerini irdeleyerek yansıtabilmesine hayran
kalmış olsam da; her bir karakterin zayıf yönlerini ortaya koymada
sergilediği nesnel yaklaşımı, Ali karakteri için sergileyememiş ve
Ali'yi resmen kayırmış. Ali'yi karakter olarak kendime yakın hissettiğimden çok sevmeme rağmen,
yazarın taraflı yaklaşımı, bir dönemi, bir ülkeyi yansıtmadaki
başarısına gölge düşürüyor.
Belirttiğim noktalara rağmen, kitabı zevk alarak okudum ve beğendim. Daha da önemlisi, verilen eser sayısının çok olduğu güncel
Türk edebiyatında, bu yeni eserlerin
çoğunun, öncellerinin başarısını -henüz- yakalayamamış olduğunu
düşündüğümden, Sevgi Soysal gibi yazarların eserlerinden günümüz yazarlarının öğreneceği bence çok şey var.
20 Nisan 2016
5 Eylül 2016 Pazartesi
8 Nisan 2016 Cuma
Yılanın Kucağında, Korkusuzca
- Tüm hayatımı bitkilere adadım.
- Bir beyazdan duyduğum en akıllıca söz.
2016 Oscar’larında Kolombiya’nın En İyi Yabancı Film dalındaki adayı olan ve 2015 Cannes Film Festivali’nde CICAE (Sanat Sineması) Ödülünü alan film El Abrazo De La Serpiente (Yılanın Kucağında), biri 1900'lü, diğeri 1940'lı yıllarda olmak üzere, iki farklı bilim insanının efsanevi ve gizemli bir bitki olan “yakuza”yı bulmak için bir şamanın rehberliğinde Amazonlarda yaptıkları yolculukları eşzamanlı olarak anlatıyor.
Yılanın Kucağında, Amazonlarda geçen bir şiir. Kurmaca değil belgesel tadında oluşuyla gerçeklere; yer yer saykodelik ve sürrealist oluşuyla rüyalara ve de metafizik sayılabilecek, rasyonel akla zıt düşebilecek olgulara yaptığı vurguyla anlatım olarak bizi ters köşe yatıran bir film. Filmin yönetmeni ve senaristi Ciro Guerra yarattığı bu başarılı atmosferi siyah-beyaz sunarak, (acı) gerçeğin bu masalvari anlatımında renklerden çok dokunun ve ışığın ön plana çıkmasını sağlıyor. Siyah-beyaz kontrastı; hem kaşif (ve dolaylı olarak işgalci ve yağmacı) olan ile yerli olan arasındaki gelgit için, hem de insanın kendi içinde birbirine zıt fikirleri arasında yaşadığı gelgitler için oldukça uygun bir seçim olmuş. Ancak, siyah-beyaz seçiminin temelinde, (filmde sürekli tabir olarak başvurulduğu şekilde) “beyaz adam” ile “kara” tenli yerliler arasındaki keskin ayrımın olabileceğini düşünmemek de elde değil.
Film, oklarını sömürgeciliğe yönelttiğini düşündürse de, sömürgeciliği konu edinen çoğu filmden önemli bir şekilde farklı. Bu tür filmlerin çoğu Batılı yönetmenlerin elinden çıktığından göz ardı edilemeyecek bir Batılı bakış açısı taşırken, bu filmin yönetmeni bir Kolombiyalı ve filmini de Batılı bilim insanlarının değil bir Şamanın gözünden anlatıyor.
Yılanın Kucağında öyle bir şiir ki insanlığa -kanımca haklı olarak- duyulabilecek öfkeyi pekiştiriyor. Filmi özel kılan bir başka yanı da bu zaten; sömüren kavramını genel anlamda insan(lığı)ı kapsayacak şekilde, sömürülen kavramını da doğayı ve hayvanları kapsayacak şekilde genişlettiğini hissettirmesi. Bu açıdan, salt sömürge tarihi demek alt metne haksızlık olur; kısa dünya/insanlık tarihi, derli toplu ve dozunda bir medeniyet eleştirisi denebilir. Doğanın yerini paranın; insan dışı canlılarla uyumlu değerlerin yerini, genel anlamda insanı ve özel anlamda seçilmiş/güçlü insanı merkeze alan boş ve hatta sapkın (dini) inançların; uyumun yerini şiddetin aldığı bir olgu olarak, medeniyet.
Medeniler yerli halka cahil derken, aslında kendisi doğanın cahili olmuş; doğanın dilini yani özünü (artık) bilmiyor ve anlamıyor. Ve filmde Şaman, biz medeniler bu dili öğrenemezsek, bunun onların sonu olacağını söylüyor. Oysa, bu uzun vadede yalnızca onların değil, hepimizin sonu olacak. İlerleme adı altında hem doğayı ve hayvanları, hem değerleri, hem insanları katletmekten başka bir şey değil medeniyet. Medeniyetin sunduğu yegâne şeyler olan paraya ve teknolojiye ihtiyaç duymadan uyum içinde yaşayan insanlar cahil değil, onlar gibi ol(a)mayan bizler açgözlüyüz ve onların hayatına müdahale edişimizle bizler kibirli ve benciliz. Faşist bir düzenin hâkim olduğu bir dünyaya doğduk ve ideolojimiz ne olursa olsun, tüketim ve sömürü kültürünün küçük faşizanlarıyız. İronik olansa; verici doğaya karşı bu yok edici tavrımız biz insanları yok edecek, doğa ise her zaman olduğu gibi yeniden yolunu bulacak.
Hem ormanın hem insanın derinliklerine inme çabasındaki film; ne rasyonel bakış açısına sahip materyalist dünyanın bilim insanlarını, ne de ruhtan ve inançtan beslenen yerlileri ve Şamanı kayırıyor; ne şekilde bakarsanız bakın, insanız ve yolumuzu kaybediyoruz. Şamanın deyişiyle, birer "chullachaqui" oluyoruz: Belleksiz, boşlukta süzülen, zamanda kaybolmuş hayaletler. Kendimizi yeniden bulmak içinse nereden geldiğimizi hatırlamalıyız; doğaya bakmalıyız, doğayı dinlemeliyiz, doğayı hissetmeliyiz.
Bize gerek, korku değil.
2016 Oscar’larında Kolombiya’nın En İyi Yabancı Film dalındaki adayı olan ve 2015 Cannes Film Festivali’nde CICAE (Sanat Sineması) Ödülünü alan film El Abrazo De La Serpiente (Yılanın Kucağında), biri 1900'lü, diğeri 1940'lı yıllarda olmak üzere, iki farklı bilim insanının efsanevi ve gizemli bir bitki olan “yakuza”yı bulmak için bir şamanın rehberliğinde Amazonlarda yaptıkları yolculukları eşzamanlı olarak anlatıyor.
Yılanın Kucağında, Amazonlarda geçen bir şiir. Kurmaca değil belgesel tadında oluşuyla gerçeklere; yer yer saykodelik ve sürrealist oluşuyla rüyalara ve de metafizik sayılabilecek, rasyonel akla zıt düşebilecek olgulara yaptığı vurguyla anlatım olarak bizi ters köşe yatıran bir film. Filmin yönetmeni ve senaristi Ciro Guerra yarattığı bu başarılı atmosferi siyah-beyaz sunarak, (acı) gerçeğin bu masalvari anlatımında renklerden çok dokunun ve ışığın ön plana çıkmasını sağlıyor. Siyah-beyaz kontrastı; hem kaşif (ve dolaylı olarak işgalci ve yağmacı) olan ile yerli olan arasındaki gelgit için, hem de insanın kendi içinde birbirine zıt fikirleri arasında yaşadığı gelgitler için oldukça uygun bir seçim olmuş. Ancak, siyah-beyaz seçiminin temelinde, (filmde sürekli tabir olarak başvurulduğu şekilde) “beyaz adam” ile “kara” tenli yerliler arasındaki keskin ayrımın olabileceğini düşünmemek de elde değil.
Film, oklarını sömürgeciliğe yönelttiğini düşündürse de, sömürgeciliği konu edinen çoğu filmden önemli bir şekilde farklı. Bu tür filmlerin çoğu Batılı yönetmenlerin elinden çıktığından göz ardı edilemeyecek bir Batılı bakış açısı taşırken, bu filmin yönetmeni bir Kolombiyalı ve filmini de Batılı bilim insanlarının değil bir Şamanın gözünden anlatıyor.
Yılanın Kucağında öyle bir şiir ki insanlığa -kanımca haklı olarak- duyulabilecek öfkeyi pekiştiriyor. Filmi özel kılan bir başka yanı da bu zaten; sömüren kavramını genel anlamda insan(lığı)ı kapsayacak şekilde, sömürülen kavramını da doğayı ve hayvanları kapsayacak şekilde genişlettiğini hissettirmesi. Bu açıdan, salt sömürge tarihi demek alt metne haksızlık olur; kısa dünya/insanlık tarihi, derli toplu ve dozunda bir medeniyet eleştirisi denebilir. Doğanın yerini paranın; insan dışı canlılarla uyumlu değerlerin yerini, genel anlamda insanı ve özel anlamda seçilmiş/güçlü insanı merkeze alan boş ve hatta sapkın (dini) inançların; uyumun yerini şiddetin aldığı bir olgu olarak, medeniyet.
Medeniler yerli halka cahil derken, aslında kendisi doğanın cahili olmuş; doğanın dilini yani özünü (artık) bilmiyor ve anlamıyor. Ve filmde Şaman, biz medeniler bu dili öğrenemezsek, bunun onların sonu olacağını söylüyor. Oysa, bu uzun vadede yalnızca onların değil, hepimizin sonu olacak. İlerleme adı altında hem doğayı ve hayvanları, hem değerleri, hem insanları katletmekten başka bir şey değil medeniyet. Medeniyetin sunduğu yegâne şeyler olan paraya ve teknolojiye ihtiyaç duymadan uyum içinde yaşayan insanlar cahil değil, onlar gibi ol(a)mayan bizler açgözlüyüz ve onların hayatına müdahale edişimizle bizler kibirli ve benciliz. Faşist bir düzenin hâkim olduğu bir dünyaya doğduk ve ideolojimiz ne olursa olsun, tüketim ve sömürü kültürünün küçük faşizanlarıyız. İronik olansa; verici doğaya karşı bu yok edici tavrımız biz insanları yok edecek, doğa ise her zaman olduğu gibi yeniden yolunu bulacak.
Hem ormanın hem insanın derinliklerine inme çabasındaki film; ne rasyonel bakış açısına sahip materyalist dünyanın bilim insanlarını, ne de ruhtan ve inançtan beslenen yerlileri ve Şamanı kayırıyor; ne şekilde bakarsanız bakın, insanız ve yolumuzu kaybediyoruz. Şamanın deyişiyle, birer "chullachaqui" oluyoruz: Belleksiz, boşlukta süzülen, zamanda kaybolmuş hayaletler. Kendimizi yeniden bulmak içinse nereden geldiğimizi hatırlamalıyız; doğaya bakmalıyız, doğayı dinlemeliyiz, doğayı hissetmeliyiz.
Bize gerek, korku değil.
Kendimizi yılanın kucağına bırakmak.
23 Temmuz 2015 Perşembe
Oslo'da Sanat
Norveç'e genelde büyüleyici Fiyordları için gidilir. Ancak, Norveç'te sanat da, bence, bir o kadar büyüleyici. Başkenti Oslo'da geçirdiğim 2 günden biraz tadımlık sunayım.
Vigeland Park
Frogner Park'ın büyük bir bölümüde Gustav Vigeland'ın yaptığı heykeller yer aldığından, bu park daha çok Vigeland Park adıyla tanınıyor. 320.000 m2'lik alanda 212 adet bronz ve granitten yapılmış heykel bulunuyor. 1940 yılında daha parktaki heykellerin tamamının yapımı tamamlanmadan, park ziyarete açılmış. Belki ziyaretçilerin, heykellerin yapım süreci gözlemleme şansı bile olmuştur.
Parktaki tüm heykeller tek bir tema etrafında birleşiyor: İnsanlık hâlleri. Monolitten parkın en çok dikkat çeken ve bilinen eseri. 14,12 metrelik bu eserde 121 insan figürü bulunsa da, "Mono-litten" aslında tek parça-taş demek.
Monolitten |
Birbirine türlü şekilde sarılan bu insanlar "bir"leşerek bir bütünü yani insanlığı oluşturmuş. Heykelin gökyüzüne uzanan dikey duruşundan dolayı, insanların tanrıya ulaşmakta tek vücut oldukları şeklinde yorumlanabilir. Mono-litten tek tek insanlık hâllerini gösteren tüm heykellerin parktaki diziliminde en sonda yer almasıyla; tüm insanların ulaşacakları noktanın ölüm olduğunu da simgeliyor olabilir. Hatta, farklı konumlarda yer almalarına rağmen yani hayattaki konumları ne olmuş olursa olsun, ölümde insanların tek vücut/bir olduğu; bir anlamda, insan ne yapmış olursa olsun öleceği şeklinde de anlamı genişletilebilir.
Nasjonalgalleriet (Ulusal Galeri)
Nasjonal Museet'nin (Ulusal Müze) bir parçası olan Galeri en çok Edvard Munch'ın ünlü eseri Çığlık'a ev sahipliği yapmasıyla tanınsa da, dünya çapında ünlü olmayan ama bakmaya doyulmaz başka eserleri de barındırıyor. Nordik resim sanatına giriş niteliğinde bir müze olduğu söylenebilir. Çağdaş dönem öncesi eserlerin genelinde Norveç kırsalının izlerini sürmek mümkün. Resimlerde Norveç'in harika doğası ve bu doğanın ilham verdiği hayalgücü olmasa, olmazdı zaten. Bu Norveçli ressamların çoğu da, illa ki Almanya veya Paris'te resim eğitimi almış.
Christian Krohg resimlerinde günlük hayatın ayrıntılarına yer vermeyi seviyor. Döneminde herkesçe bilinen ve skandala neden olan tutkusu ise sürekli fahişe resimleri çizmesi. Bu konu üzerine yazdığı bir roman da var: Albertine. Tarzı nedeniyle de, Norveç sanatında Romantizm'den Gerçekçilik'e geçişin öncülerinden olmuş.
Hans Dahl ise Romantizm'de diretmesiyle, Krohg'un eleştiri oklarına hedef olmuş bir isim. Resimlerinde bolca gün ışığı, gülümseyen yüzler ve yerel kıyafetler bulunuyor.
August Cappelen şiirsel ve melankolik sayılabilecek bir tarzda doğayı, özellikle ormanları, gölleri ve şelaleleri resmediyor. Resimlerine bakınca yalnızlık, kaybolmuşluk, ıssızlık duygusu hissetmemek elde değil.
Erik Werenskiold manzara resimleriyle olduğu kadar masal kitapları için çizdiği resimlerle de nam salmış.
Theodor Kittelsen doğa resimlerinin yanı sıra masal, efsane ve Norveç'in meşhur "trol"lerinin çizimleri ve resimleriyle de ünlü. Yokluk içinde bir çocukluk geçiren ve erken yaşta çalışmaya başlayan Kittelsen'in yeteneğinin keşfedilmesi neyse ki uzun sürmemiş. Uluslararası bir ün yakalayamamış olsa da, kendisi için Norveç'in en ünlü ressamı denebilir. Tahta oymacılığı ile de uğraşmış. Burzum gibi black metal veya folk metal türünde müzik yapan grupların albüm kapaklarında da kendisinin çizimlerine rastlamak mümkün.
*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.
9 Eylül 2014 Salı
Özgür ve Sihirli Amsterdam
Amsterdam’ın en sevdiğim yanını sona bıraktım. Biraz da tarif edilemeyecek bir duyguyu tarif etme yolları ararken zihnime zaman kazandırmaya çalıştım. Amsterdam’ın özgürlükle anılmasının nedeni bazı hafif uyuşturucu türlerinin serbest olması. Asıl amaç ise yasa dışı şekilde zaten hemen hemen her ülkede yapılan uyuşturucu tüketimi ve satışını kontrol altına almak. Esrar ve haşhaşlı kekler, “coffee shop”larda satılıyor ve haşhaşlı kekleri farklı yerlerde denediğim halde pek bir etkilerini göremedim. Amsterdam’ın sağladığı asıl müthiş deneyim, “magic mushroom” diye tabir edilen ve “smart shop”larda satılan sihirli mantarlar. Farklı mantarlar yediğim farklı zamanlardaki deneyimlerimde farklı şeyler yaşadım ama hep aynı kanıya vardım: Mantar yemeden, tabiatı eksik ve kusurlu görüyoruz. Örneğin, bir insan bir ağaca baktığında ağaç görür ama mantar yemiş bir insan bir ağaca baktığında ayrı ayrı her dalı, her yaprağı, kabuğunun her parçasını vb. görür. Ağacın yapraklarının tek tek hareketini ve birbirlerine yaptıkları açıları görür ama ağacın bütünselliğini de yitirmez. Konsantrasyonun artması ve algıların iyice açılmasıyla da, bakılanın bir ağaç olduğu bilgisini kaybetmeksizin, ağaç zihinde başka şeylere dönüşüyor. Bu noktada iş, sizin yaratıcılığınıza ve ilgi alanlarınıza bağlı.
İnsanın hayal gücünü artıran/ortaya koyan bu deneyimi yaşamış birçok sanatçı olmalı. Çünkü zihin sanatsal anlamda güçlü ve sıra dışı görüntüler üretmeye meylediyor. Ayrıntıları anlatamam ama o an bir tuval verseler çizerdim gibi geliyor bana. Mantarlı kafaya güzel gelen hep tabiat değil elbette ama zihnin bu dönüşümleri sağlaması açısından tabiat, çok iyi ve çok çeşitli malzeme sunuyor. Amsterdam’a giderseniz -hatta sırf sihirli mantar yemek için bile olsa gidin- bu benzersiz deneyimi kaçırmayın derim.
Şunu da unutmamak lazım; her uyuşturucuda olduğu gibi, hatta olağan hayatımızda da olduğu gibi, her zaman dibe vurma ihtimali var. Mantar, yaşanılan anın etkisini arttırıyor. Ruhen veya fiziksel olarak kendinizi kötü hissettiğiniz bir dönemde mantar yerseniz, daha da kötü hissedebilirsiniz. Örneğin, astım gibi nefes almayı güçleştiren bir rahatsızlığınız varsa, mantar aldıktan sonra, boğulacakmış gibi hissedebilirsiniz. Tabi, gerçekten nefessiz kalıp boğulacağınızdan değil. Zaten dozaj (1 kutu) aşılmadığı ve yemekle/alkolle birlikte tüketilmediği sürece, mantar zehirlenmesi veya başka tür bir sağlık sorunu söz konusu değil. İki de önerim olsun: Freshbox markasından “Cosmic Connectors” ve Psilocybe’den “Atlantis”. Akşam 6’dan sonra satış yasak ama el altından temin etmek mümkün oluyor, şayet yerini bulabilirseniz.
Amsterdam ile ilgili önceki yazılar için:
Amsterdam 1 - Islak ve Mutlu Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/islak-ve-mutlu-amsterdam.html
Amsterdam 2 - Hem bedeni hem ruhu doyuran Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/hem-bedeni-hem-ruhu-doyuran-amsterdam.html
*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.
Hem bedeni hem ruhu doyuran Amsterdam
Van Gogh'un paleti |
Vondelpark’ın ana girişine yakın Museumplein denen müze bölgesi var. Avrupa’nın en çok ziyaret edilenler arasında yer alan ve bunu hak eden iki müzesi de burada: Van Gogh Museum ve Rijksmuseum. Van Gogh müzesine sırada beklemeden girmeniz zor ama mutlaka girin. Sakın ha hemen yorulmayan çünkü müze turunun sonlarına doğru, Van Gogh’un bazı eserlerini mikroskop tarzı bir aletle inceleme şansı doğuyor. Fırça darbelerini bu kadar yakından görmek demek, o esere yeni bir gözle bakmak demek. Ayrıca, bu mikroskop aracılığıyla, açık havada dizlerinin üzerinde resim yapan Van Gogh'un resimlerindeki kum, ot, yaprak, vb. parçaları da gözlemlemek mümkün.
Van Gogh'tan kardeşi Theo'ya |
Rijksmuseum’da ise Rembrandt (ünlü eseri Night Watch), Johannes Vermeer (ünlü eseri The Milkmaid), Hendrick Avercamp (ünlü eseri Winter Landscape with Ice Skaters) gibi birçok önemli Hollandalı ressamın eserlerinin yanı sıra, Michelangelo, Albrecht Dürer gibi başka milliyetten önemli sanatçıların eserleri de bulunuyor. Rijksmuseum’a damgasını vuran eser ise Rembrandt’tan Night Watch. Bu öyle bir eser ki, bir resmin orijinalini görmenin, bir resmi yakından incelemenin neden bu kadar önemli olduğunu size tek başına açıklıyor. Rembrandt’ın ışığı kullanımı gerçekten hayranlık uyandırıcı. Işığı bu derece iyi kullanmak için, ışığın ve gölgenin hâllerini de çok iyi bilmek gerek. İşte bu noktada, Rembrandt’ın yeteneğini besleyen, tam da Amsterdam’da yaşamış olması diye düşünüyorum. Bir açıp bir kapayan havası, güneşin saklambaç oynadığı gökyüzü, çoğu zaman karanlığın hâkim olduğu bir şehir, ışığın izini sürme isteğini kamçılıyor. Işık kullanmada bir dâhi olması bir yana, Rembrandt’ı benim için özel kılan bir başka şey de, Rembrandt’ın hayatı. Yazıyı iyice uzatmamak adına, Rembrandt’ın dokunaklı hikayesini izleyebileceğiniz bir video bağlantısı paylaşıyorum: http://www.youtube.com/watch?v=h-A817_ENKA Rembrandt’ın Amsterdam’da senelerce yaşadığı ve müzeye dönüştürülmüş evinde (“Rembrandthuis”) Rembrandt’ın eşyalarının ve topladığı resimlerin yanı sıra kendi çizimleri de bulunuyor. Küçük bir ücret karşılığında girebileceğiniz bu ev, bağışlarla ayakta duruyor. (Hayat hikayesini izledikten sonra bu bile çok hüzünlü geliyor bana).
Rembrandthuis |
Amsterdam’ın sembolü XXX işaretiyle ilgili bir yanlış anlama var. Malum, Amsterdam’daki Red Light District, kadınların vitrinlerde kendilerini sergileyerek para karşılığı erkeklere bedenlerini sundukları ve çeşitli seks şovlarının yapıldığı bir bölge. XXX işaretinin bu bölgeden kaynaklandığı sanılıyor. Aslında, bu işaret, ilk yüzyıllarda X şeklinde bir çarmıha gerilerek öldüren St. Andrew’a atıfta bulunuyor. Ayrıca, şehre üç şeyin girmesi yasak anlamında kullanılıyor. Bunlar; sel, yangın ve veba.
Hollanda’da, hem sömürgeci bir devletken
sömürdükleri kültürlerin hem de ülkedeki yabancı uyruklu vatandaşların etkisiyle,
özellikle doğu mutfakları yaygın. Ve tuhaf bir şekilde, kendine has bir yemek
kültürü olmayan Hollanda’da hem yemek çeşidi hem de güzel yemek çok. Uygun
fiyatlı olanlar arasında önerebileceğim bir yer, fast food falafel restoran
zinciri olan Maoz. Bir vegan olarak önerebileceğim bir diğer yer ise
2014 yılında Dam Meydanına çok yakın bir noktada açılan Vegabond; hem dükkân
hem cafe. İçerideki şirin ortamda sıcak bir çay eşliğinde harika vegan pastalar
yiyerek, yağmuru ve kanalı izleyebilirsiniz. Vegan yani hayvansal ürün/hayvan
sömürüsü içermeyen yani yumurtasız mayonezi denemenizi de özellikle tavsiye ederim.
Son olarak da, yine merkezi bir konumda bulunan ve vegan kıyafetler satan
Vega-Life’ın kapısını harika vegan/sorbe dondurmaları için de çalabilirsiniz.
Çilek ve kırmızı biberden oluşan tuhaf karışımlı dondurması tavsiyemdir.
Tropenmuseum ve çocuklar için origami dersi |
Yemek demişken, bahsedeceğim bir mekân da,
Avrupa’nın önde gelen etnoğrafya müzelerinden biri olan Tropenmuseum’daki Restaurant Ekeko. Hollanda’nın eskiden sömürgeci bir
devlet olmasının, doğu kültürlerine dair bu kadar bilgiyi toplayıp böyle
ayrıntılı bir müzeye dönüştürmesine olanak tanıdığına inanıyorum. Haliyle bu
müzenin ziyaretçilerini de, yabancı turistlerden çok yerel turistler
oluşturuyor. Özellikle de çocuklu aileler. Burası “interaktif bir müze nasıl
olur”a iyi bir örnek teşkil ediyor. Asya, Afrika, Latin Amerika gibi kültürlere
ait modern ve geleneksel sanatsal objelerden oluşuyor. Türkiye’den Hacivat
ve Karagöz gölge oyunu, Zeybek oyunu ve Tarkan’ın Dudu şarkısının
klibini izlemek mümkün. Başka sürprizler de var ama onları da gidecek olanlar keşfetsin.
Çocukların bile sıkılmasına izin vermeyen bir müze olsa da, çok fazla bilgi
barındırdığı için burayı gezmek hayli yorucu. Müzeyi ziyaret ettiğimde iki de
geçici sergi vardı: “Masters of Photography - Icons of National Geographic” ve
“Mixmax Brasil” sergisi. Modern sanattan hemen hemen hiç haz etmeyen biri
olarak, “Mixmax Brasil” sergisini beğenmeme ben de şaşırdım. Çöpten sanat
yaklaşımı hoşuma gitti. Pet şişelerden Brezilya’nın kültürel dünyasını yeniden
tasarlamışlar. Pet şişelerden yapılmış yağmur ormanında yürüdüğünüzü hayal
edin, mesela. Restorana dönecek olursak, diyeceğim tek şey, yemekleri harika,
beyaz birası da.
Amsterdam ile ilgili önceki ve sonraki yazı için:
Amsterdam 1 - Islak ve Mutlu Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/islak-ve-mutlu-amsterdam.html
Amsterdam 3 - Özgür ve Sihirli Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/ozgur-ve-sihirli-amsterdam.html
*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.
Islak ve Mutlu Amsterdam
Amsterdam’ı anlatmaya birçok farklı noktadan başlayabilirdim ama gezmeye başlar başlamaz dikkatimi ilk çeken yanından başlayacağım: İnsanların güler yüzünden. Bu duruma, İstanbul’dan pek alışık değilim. Dört mevsimli Türkiye’de insanlar genelde asık suratlıyken, bu yağmurlu ve karanlık memleketin insanları mutlu. Yaşam kalitesi, insanların yüzlerinde yansımasını buluyor.
Amsterdam’a ister yazın ister güzün gidin, hava yağmurlu ve
soğuk. Oh güneş açtı, dedikten yarım saat sonra hava yine kapayabilir, yağmur
bastırabilir. Bazen öyle bir bastırır ki, üzerinizdeki yağmurluk yeterli
gelmeyebilir ve iç çamaşırınıza kadar ıslanabilirsiniz. Ama bazen de buz gibi
bir havada yağmur atıştırmaya başlayarak sizi korkutur da, bir türlü bastırmadan
öyle ipincecik damlalarla geçip gider, ıslatmaz bile.
Böyle yağmurlu bir memleketin toprağı da haliyle bataklık. Hollanda’nın
meşhur yel değirmenleri de zaten bataklıkların kurutulması için yapılmış. Aynı
şekilde, bataklığın kurutulması için yapılan bir başka şey de, su
çektiği için kabak (ağacı) dikilmesiymiş. Doğruluğunu kanıtlayacak bir kaynak bulamadıysam da,
bir rivayete göre, kabaklar yine Hollanda’nın meşhur tahta pabuçlarının
yapımında da kullanılırmış. Zaten tahta pabuçların Hollanda’da popüler olması
da, suya ve bataklığa dayanıklı bu pabuçların geçmişte bu bölgedeki işçilerin
ve çiftlik çalışanları tarafından tercih edilmesinden kaynaklanıyor. Eskisi
kadar olmasa da, tahta pabuçlar halen kullanılıyor.
Yine benzer bir sebeple, toprak çok değerli. Bir yere bina
dikmek, hele bir de belirli bir sayıda katın üzerinde bina dikmek epey zor. Toprağın
altı su, toprak da bir nevi çamur olunca, belirli bir ağırlıktan fazlası
taşımıyor. Burada ev alsanız da toprak devlete ait olarak kalıyor. Toprağın bu
kadar değerli olduğu bir yerde, peki nelere toprak ayırmışlar? Türkiye’de
yaşayanlar olarak bizler alışık değiliz ama, araba yollarına ve binalara değil,
yeşil alanlara ve etkinlik alanlarına.
ihtiyacı kadarını almış :) |
Beklemeyeceğiniz bir cümle kurayım. Amsterdam’da yer yer trafik var. Çünkü ana ulaşım aracı motorlu araç olmadığından, arabalar için az yol yapılmış. Turistler ve doğulu halk dışında bisiklet kullanmayan yok sanırım. Yol önceliği de, motorlu araçlara ve yayalara değil, bisikletlere ait. Her binanın dört bir yanına park etmiş bisikletler olduğu gibi, Central Station’ın yanında çok büyük bir katlı bisiklet otoparkı var. Yaşlı ve şişman bir teyzeyi, birkaç çocuklu bir anneyi, işe giden takım elbiseli bir adamı, eğlenmeye bara giden dar mini etekli bir kadını bisiklet üstünde görebilirsiniz. Bisikletler öyle ahım şahım değil, çünkü bisiklet kullanımının yaygın olduğu bir şehirde, bisiklet hırsızlığı da yaygın. Biri yoluna devam etmek üzere sizin park halindeki bisikletinizi alıp, sonra işi bitince bir köşeye bırakabilir. Bisiklet dışında ulaşım hemen hemen her yöne tramvaylarla sağlanıyor.
Amsterdam’ın güzelliklerinden biriyse, kanalları. Rehberli kanal turu yapabileceğiniz gibi, kanal üzerinde yüzen bir ev kiralayabilir veya bu tür bir otelde de kalabilirsiniz. İster kanal evi olsun ister normal ev, perdeler genelde ağzına kadar açık. Çünkü ne zaman çıkacağı belli olmayan güneş nadiren kendisini gösterdiğinde, evler ışıktan en üst düzeyde faydalansın istiyorlar. Adres ararken falan pek denk gelmedim ama Amsterdam’daki binaların bazılarında kapı numarası yokmuş. Çünkü eskiden her binanın üzerinde, o binayı diğerlerinden ayırt edici bir özellik bulunurmuş; kapısı, pervazları, süslemeleri, vb. Genelde pencerelerinden çiçekleri eksik olmayan bu şirin evlere Amsterdam’a özgü bir karakter kazandıran da, yine topraktaki suyun etkisiyle sağa veya sola eğilerek dönüşüm geçirmeleri. Amsterdam’ı nazarımda masalsı kılan; yaşayan, hareket eden, değişen bu evler.
Amsterdam’ın lalelerini duymayan yoktur. Muhtemelen, bu lalelerin ilk başta Osmanlı’dan geldiğini de. Enterasan bir rivayete göre, Osmanlı’dan hediye olarak gönderilen lale soğanlarını ilk başta yiyecek soğan sanıp yemişler ve tadını beğenmemişler. Sonra biri soğanı çoğaltmak için dikmeyi akıl edince, lale çiçeği arz-ı endam etmiş.
Bu lalelerin açmış halini ve birçok bitkiyi daha, Vondelpark’ta görebilirsiniz. Vondelpark’ın benim için diğer parklardan farklı kılan; köpek gezdiren, kitap okuyan, koşu yapan, çimlere yayılan, salıncaklara binen, ücretsiz gösterileri izleyen, vb. insanlara ev sahipliği yaparken, bir yandan da yabani hayatı da koruması. İnsanlar arasında gezerken kendinizi birden kimseciklerin olmadığı, korku filmi tadında bir patikada yürürken bulabilirsiniz. Diyeceğim o ki, ülkemizdeki gibi, ağaçları alakasız şekillerde budayarak modern dünyaya uygun (!) (ve bence düz ve sıkıcı) hale getirme gayesiyle yaklaşmıyorlar tabiata. Gerekli bakımı yapmakla birlikte tabiatın “tabii” bir şekilde serpilmesine olanak tanıyorlar. Üstelik, toprağı az ve bu yüzden oldukça kıymetli olan Amsterdam’da bu parkı devlet, halkın isteği üzerine yaptırmış ve zamanla da genişletmiş. Çamurlu toprak ve bol yağış nedeniyle sular altında kalma riski taşıyan park, düzenli olarak renovasyondan geçiyor. Oldukça geniş bir alana yayılmış olan bu parkın birçok girişi var. İçinde kaybolan, çıkışı bulamayanlara da rast gelmişliğim var.
Devamı için:
Amsterdam 2 - Hem bedeni hem ruhu doyuran Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/hem-bedeni-hem-ruhu-doyuran-amsterdam.html
Amsterdam 3 - Özgür ve Sihirli Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/ozgur-ve-sihirli-amsterdam.html
*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.
8 Temmuz 2014 Salı
İskandinavya Masal Yolu
Eskiden seyahat güzergâhımı masallar belirlerdi, ama geze
geze her yerden bir masal çıkarmayı öğrendim. Gittiğim her yerde oraya ait en
az bir masal öğrendim. Böyle böyle, eskiden sadece Türkiye’den topladığım
masal kitaplarımın sınırlarını da genişletmiş oldum.
Stockholm
İskandinavya bölgesine yaptığım seyahate İsveç’in başkenti Stockholm ile başlarken, Stockholm’de ilk nereyi ziyaret edeceğimi çok iyi biliyordum. Uzun Çoraplı Pippi’ye, aslında yazarı Astrid Lindgren’e adanmış bir çocuk müzesi olan Junibacken. Yazar, ilk başta Uzun Çoraplı Pippi’yi hasta yatan kızını eğlendirmek ve muhtemelen ona moral vermek için uydurmuş, çünkü Pippi’nin en önemli özelliği, dünyadaki en güçlü çocuk olması. Müzeye, bizim dışımızda yanında çocuk olmadan giren kimse görmediysem de, sırf masal simülasyonunun içinde trenle gezmek için bile her yetişkine de müzeyi ziyaret etmesini öneririm. Bir yandan istediğiniz dilde anlatılan upuzun bir masalı dinlerken, diğer yandan da masalın canlandırıldığı sahnelerin bazen yanından trenle geçiyor, bazen üzerinden uçuyorsunuz. Ve bu öyle bir masal ki karşınıza bazen bir Viking, bazen bir fare çıkıyor; kendinizi bazen dağda, bazen ormanda, bazen kalabalık bir bahçede buluyorsunuz; bazen bir yaramazlığa, bazen bir savaşa, bazen bir rüyaya ortak oluyorsunuz. Bu masalın içinde gezme imkânı bulmanız ümidiyle, masalı anlatıp sürprizi bozmayacağım. Masalın anlatıldığı, Astrid Lindgren ve Marit Törnqvist imzalı The Story Journey adlı kitabı da müze kitapçısında bulmak mümkün.
Simülasyondan |
Kitaptan (çalışma odama benziyor biraz :)) |
Oslo
Oslo’ya geçtiğimizde, Norveç’in yüksek ağaçlarla kaplı dağlarında yaşadığına inanılan, saftirik ve iyi niyetli ama korkunç görünümlü Trol’lerden başka bir masal bulmayı beklemiyordum. Tam da hiç ummadığım bir yerde karşıma çıktı: Oslo Rådhus (Oslo Belediye Binası). Belediye Binası’nın avlusundaki duvarlarda, tahtadan oyulmuş rengarenk 16 kabartma var. Her birinde, Norveç tarihine dair mitolojik bir efsane anlatılıyor. Bu eserlerin mimarı, ressam ve heykeltıraş Dagfin Werenskiold (1892-1977). Bereketi vurgulamak amacıyla parlak renkler kullandığı kabartmaları 30 cm kalınlığındaki budaksız çamdan yapmış ve bir kabartmayı yaklaşık yarım yılda bitirebilmiş. Bu görsel şairin ilkeleri denge, uyum ve doğallıkmış.
Norveç mitolojisine göre, ilk kadın Embla ve ilk erkek Ask, yaygın dini inanışların aksine topraktan değil ağaçtan yaratılıyor. Tanrı Odin onlara ruh, Tanrı Hone onlara canlılık ve Tanrı Lodur onlara kan ve renk veriyor. Üç Tanrının ilk insanları yaratmak üzere seçtikleri iki ağacın özelliği ise “kader sahibi olmamaları”.
The Troll Hunt - Ivar Rodningen |
Oslo’ya geçtiğimizde, Norveç’in yüksek ağaçlarla kaplı dağlarında yaşadığına inanılan, saftirik ve iyi niyetli ama korkunç görünümlü Trol’lerden başka bir masal bulmayı beklemiyordum. Tam da hiç ummadığım bir yerde karşıma çıktı: Oslo Rådhus (Oslo Belediye Binası). Belediye Binası’nın avlusundaki duvarlarda, tahtadan oyulmuş rengarenk 16 kabartma var. Her birinde, Norveç tarihine dair mitolojik bir efsane anlatılıyor. Bu eserlerin mimarı, ressam ve heykeltıraş Dagfin Werenskiold (1892-1977). Bereketi vurgulamak amacıyla parlak renkler kullandığı kabartmaları 30 cm kalınlığındaki budaksız çamdan yapmış ve bir kabartmayı yaklaşık yarım yılda bitirebilmiş. Bu görsel şairin ilkeleri denge, uyum ve doğallıkmış.
Norveç mitolojisine göre, ilk kadın Embla ve ilk erkek Ask, yaygın dini inanışların aksine topraktan değil ağaçtan yaratılıyor. Tanrı Odin onlara ruh, Tanrı Hone onlara canlılık ve Tanrı Lodur onlara kan ve renk veriyor. Üç Tanrının ilk insanları yaratmak üzere seçtikleri iki ağacın özelliği ise “kader sahibi olmamaları”.
Norn'lar |
Tanrılar ile insanların kaderinden sorumlu olan peri benzeri dişi canlılara Norn deniyor. Cenneti ve dünyayı birbirine bağlayan Bifrost adlı gökkuşağı köprüsünden yürüyen Norn’ların görevi, bir insan öldüğünde ve doğduğunda onun yanında bulunmaları. Başlıca Norn’lar olan Urd (geçmiş zaman), Verdande (şimdiki zaman) ve Skuld (gelecek) kader kuyusundan su çekerek dokuz dünyanın bağlı olduğu Yggdrasil adlı kutsal dişbudak ağacını suluyor. Yaşamın devam etmesi için ağacın yapraklarının kurumaması gerek.
Sincap araya kaçmış :) |
Dördüncüsü nerede bilmiyorum |
Froy ile Gerd |
Frigg, Tanrı Odin’in karısı ve dokuz dünyadan biri olan Asgard’ın kraliçesi. Frigg’in özelliği geleceği bilmesi ancak söylememesi. Ayrıca, Frigg, İngilizce’de Cuma günü anlamına gelen “Friday” kelimesinin etimolojik kökeni. Frigg kelimesinin anlamıysa “aşk, sevilen kadın”. Evli kadın ve anne olması özelliğiyle ön plana çıkan Frigg’e üzünç kaynağını da yine bu özelliği getirmiş. Yaşayan her canlı şeye, masumiyet ve acıma Tanrısı olan oğlu Balder’e zarar vermemesi için söz verdirttiyse de, ökse otu yemin edemeyecek kadar küçük bir canlı diye ondan söz almamış ve ökse otu da oğlunun ölüm nedeni olmuş.
Balder'in öldürülmesi |
Paganizme dayalı Norveç mitolojisinde, hâliyle doğa, en çok da ağaç önemli bir yer tutuyor. Bu efsanelerin ilham kaynağı da Norveç’in haşmetli ağaçları ve nefes kesici doğası olsa gerek.
Kopenhag
Oslo’dan sonra İsveç’in diğer üç büyük şehri olan Karlstad, Malmö ve Göteborg’a geçtiysek de, buralarda masallara pek vakit kalmadı. Bu nedenle, Hans Christian Andersen’in memleketi Danimarka’nın başkenti Kopenhag’la devam ediyorum. Andersen’i benim nazarımda diğer masal yazarlarından ayıran yanı, masallarının hüzünlü olması. Bilinen masallardan çoğu hep mutsuz bitiyor; örneğin, Kibritçi Kız (Yoksul ve yalnız kibritçi kız bir yılbaşı gecesi ölür), Küçük Deniz Kızı (Aşkı uğruna her şeyden vazgeçer ama ona asla kavuşamaz), Kurşun Asker (Tek ayağı yoktur ve aslında dansettiği için tek ayağı üzerinde duran balerine aşık olur ve sonunda ikisi de yanarak can verir). Sonu iyi biten masalları olsa da, masallarının çoğuna karamsarlık hakim (Örneğin, Çirkin Ördek Yavrusu mutlu sonla bağlanır ama annesi tarafından bile sevilmeyen bir ördeğin öyküsüdür bu).
Geleneksel olarak anlatılagelen çoğu masaldaki klasik konuların ve karakterlerin aksine, Andersen’in masallarındaki hep bir “öteki” olma durumu söz konusu. Zaten Andersen’in masalları ilk yayınlandığında, acıklı ve dokunaklı olduğu için pek tutulmamış ve çocuklara uygun olmadığı gerekçesiyle eleştirilmiş. Andersen’in masallarındaki kederin kaynağı da, kendi hayatı olsa gerek. Aşık olduğu insanlarca reddedildiği gibi, gerçek babasının bir kral olduğu söylentisi nedeniyle gerçek babası tarafından da reddedilmiş olabileceği, çocukken cinsel tacize uğramış olabileceği, yaşça kendisinden çok daha küçük çocuklarla aynı sınıfa alındığı, buna rağmen okuma güçlüğü çektiğinden küçük görüldüğü, çeşitli tuhaf takıntılarının olduğu, insanların hem yüzüne karşı hem de arkasından onunla dalga geçtiği, son yıllarını yapayalnız geçirdiği yönündeki bilgiler de Andersen’in hayatının pek kolay olmadığını gösteriyor. Öldüğünde ise göğsünün üzerinde duran kesede bir aşk mektubu bulunmuş.
Kibritçi Kız masalından bir sahne |
Parmak Kız masalından bir sahne |
Kopenhag’da Andersen’in izlerini takip edecek olursanız, deniz kızı masalına atfen deniz kıyısındaki kayalıklardan birinin üzerine iliştirilmiş ve Kopenhag’ın simgesi haline gelmiş küçük deniz kızı heykeli var. Kralın Bahçesi diye bilinen Rosenborg Sarayı’nın bahçesinde bir tane, küçük bir harikalar diyarı olan Tivoli Bahçeleri’nin karşısında, Belediye Binası’nın yanında bir tane ve Masal Evinde bir tane olmak üzere üç Andersen heykeli var. Belediye Binası’nın diğer yanındaki Andersen Eventyrhuset adlı masal evinde, Andersen’in masallarını seçtiğiniz üç dilden birinde dinliyor ve kısa birkaç sahne eşliğinde de izliyorsunuz. Andersen Müzesi ise Kopenhag’ta değil, doğduğu şehir olan Odense’de bulunuyor. Masalları en fazla dile çevrilen yazar olan Andersen hakkında, daha doğrusu masalları hakkında Kopenhag'ta umduğum kadar çok şey bulamadığımı da belirteyim.
Daha çocukken insan dolu bir yalnızlığa adım atan Andersen'in "Her insanın hayatı bir peri masalıdır" demesi bu durumla tezat mı? Sanırım değil. Geçirdiği zor zamanlara rağmen, hatta tam da geçirdiği zor zamanlar yüzünden, hayal dünyasını canlı tutarak kendisine güç vermiş, ilk masallarını kendisi için uydurmuş olmalı. Belki de, yalnızlığın kaldırma kuvvetidir bu.
Her yetişkin içten içe öfkeli değil mi, elinden alınan çocukluğu karşısında? Biraz da çocukluğun bittiği hissedildiğinden değil mi, anne-baba ölünce üzülmeler bile? Çocukluk, kayıp bir cennet, sonsuza dek kaçırılmış bir fırsat gibi. Ama masallar bitmedi. Anlattığımız veya anlatılan her masal, içimizdeki çocuğu besleyecek.
Bir şairin dediği gibi, "dünyaya masalını düşmeye gelirmiş insan".
*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)