5 Eylül 2016 Pazartesi

Yenişehir'de Bir Öğle Vakti

Anadolu'yu az buçuk gezenler belki fark etmiştir. Birçok şehirde bir "Yenişehir" vardır. Sanki şöyle der bu kentler; geleneklerimizden kopamayız ama yeniliklere de kucak açabiliriz. Açabiliyor muyuz gerçekten? Çağın dayattığı teknolojik gelişmeler dışında yol katedip ilerleme kaydedebiliyor muyuz?

Ben de bir senedir Yenişehir'liyim; İstanbul'un "Yenişehir"inde yaşıyorum. Ne o İstanbul burası ama küçük bir Anadolu kentinden farksız. Havuzlu ve modern görünümlü sitelerin hâkim olduğu bu çevrede yeni olan tek şey de bu görünüm; bu görünümün ardında evlerin içine girdiğinizde ise yeni birşey yok. 

Yenişehir'de bir öğle vakti aldım elime Sevgi Soysal'ın kitabını. 70'ler Türkiye'sinde geçen kitabı okudukça görüyorum ki, günümüz Türkiye'sinde de pek bir şey değişmemiş. Kurulan bu Yenişehir'lerin bize pek faydası olmamış. (Biliyorum, yeni olan her şey iyi olacak diye bir kaide yok; olumlu anlamdaki yeniliklerden bahsediyorum.)

Kitaptaki her karakter, Türkiye'deki bir sınıfı/kültürü/profili yansıtıyor. Yazar, başarılı gözlemlerini karakterlere iyi yedirmiş. Farklı karakterlerin bakış açılarını okuduğumuz her bölümdeki ifadeler o kadar özenle seçilmiş ki, kısa sayılabilecek bu bölümler karakteri özetlemeye yetiyor. Tüm bu özetler bir araya gelince de, 70'ler Türkiye'sinin bir panoraması ortaya çıkıyor. 

Bir karakterin öyküsü, bu karakterin başka bir karakterle yolunun kesişmesi sonucunda sona eriyor ve kesişmedeki diğer karakterin öyküsü başlıyor. Kitabın tamamı bu şekilde devam etse bütünlük bozulmayacak. Ancak, bir noktadan sonra, kitap üç kişi üzerinden akmaya başlıyor gibi görünüyor. Bu üç karaktere ve ilişkilerine, arka arkaya birden çok bölüm ayrılmış. Bu karakterlerin boy göstermesiyle birlikte kitap sadece bu üç karakter üzerinden aksa, yine bütünlük bozulmayacak. Ne var ki, kitap önce her bölüme farklı karakter şeklinde birçok farklı karakter üzerinden akacakmış gibi yapıp, sonra bu üç karakter üzerinden akacakmış gibi yapıyor ama birden, bu üç karakterin öyküsü sonuçlanmadan, yeni karakterlerin hayatı kitaba giriyor. Anlatımı aksatan bir yapı bu. Olcay, Doğan ve Ali adlı bu üç karakterin ilişkileri nasıl sonuçlandı bilmiyoruz. Üstelik, sadece bu üçünün ilişkisinden ayrı bir roman çıkabilecekken. Sanki yazar, bu üçüyle kitapta büyükçe bir parantez açmış ama bu parantezi tam kapatamadan, asıl cümleye devam etmiş gibi.


Yazarın çok farklı sınıflardan gelen karakterlerin olaylara birbirinden tamamen farklı bakış açılarını, psikolojilerini irdeleyerek yansıtabilmesine hayran kalmış olsam da; her bir karakterin zayıf yönlerini ortaya koymada sergilediği nesnel yaklaşımı, Ali karakteri için sergileyememiş ve Ali'yi resmen kayırmış. Ali'yi karakter olarak kendime yakın hissettiğimden çok sevmeme rağmen, yazarın taraflı yaklaşımı, bir dönemi, bir ülkeyi yansıtmadaki başarısına gölge düşürüyor.


Belirttiğim noktalara rağmen, kitabı zevk alarak okudum ve beğendim. Daha da önemlisi, verilen eser sayısının çok olduğu güncel Türk edebiyatında, bu yeni eserlerin çoğunun, öncellerinin başarısını -henüz- yakalayamamış olduğunu düşündüğümden, Sevgi Soysal gibi yazarların eserlerinden günümüz yazarlarının öğreneceği bence çok şey var.

                                                                                                                20 Nisan 2016

8 Nisan 2016 Cuma

Yılanın Kucağında, Korkusuzca




- Tüm hayatımı bitkilere adadım.
- Bir beyazdan duyduğum en akıllıca söz.

2016 Oscar’larında Kolombiya’nın En İyi Yabancı Film dalındaki adayı olan ve 2015 Cannes Film Festivali’nde CICAE (Sanat Sineması) Ödülünü alan film El Abrazo De La Serpiente (Yılanın Kucağında), biri 1900'lü, diğeri 1940'lı yıllarda olmak üzere, iki farklı bilim insanının efsanevi ve gizemli bir bitki olan “yakuza”yı bulmak için bir şamanın rehberliğinde Amazonlarda yaptıkları yolculukları eşzamanlı olarak anlatıyor.

Yılanın Kucağında, Amazonlarda geçen bir şiir. Kurmaca değil belgesel tadında oluşuyla gerçeklere; yer yer saykodelik ve sürrealist oluşuyla rüyalara ve de metafizik sayılabilecek, rasyonel akla zıt düşebilecek olgulara yaptığı vurguyla anlatım olarak bizi ters köşe yatıran bir film. Filmin yönetmeni ve senaristi Ciro Guerra yarattığı bu başarılı atmosferi siyah-beyaz sunarak, (acı) gerçeğin bu masalvari anlatımında renklerden çok dokunun ve ışığın ön plana çıkmasını sağlıyor. Siyah-beyaz kontrastı; hem kaşif (ve dolaylı olarak işgalci ve yağmacı) olan ile yerli olan arasındaki gelgit için, hem de insanın kendi içinde birbirine zıt fikirleri arasında yaşadığı gelgitler için oldukça uygun bir seçim olmuş. Ancak, siyah-beyaz seçiminin temelinde, (filmde sürekli tabir olarak başvurulduğu şekilde) “beyaz adam” ile “kara” tenli yerliler arasındaki keskin ayrımın olabileceğini düşünmemek de elde değil.

Film, oklarını sömürgeciliğe yönelttiğini düşündürse de, sömürgeciliği konu edinen çoğu filmden önemli bir şekilde farklı. Bu tür filmlerin çoğu Batılı yönetmenlerin elinden çıktığından göz ardı edilemeyecek bir Batılı bakış açısı taşırken, bu filmin yönetmeni bir Kolombiyalı ve filmini de Batılı bilim insanlarının değil bir Şamanın gözünden anlatıyor.

Yılanın Kucağında öyle bir şiir ki insanlığa -kanımca haklı olarak- duyulabilecek öfkeyi pekiştiriyor. Filmi özel kılan bir başka yanı da bu zaten; sömüren kavramını genel anlamda insan(lığı)ı kapsayacak şekilde, sömürülen kavramını da doğayı ve hayvanları kapsayacak şekilde genişlettiğini hissettirmesi. Bu açıdan, salt sömürge tarihi demek alt metne haksızlık olur; kısa dünya/insanlık tarihi, derli toplu ve dozunda bir medeniyet eleştirisi denebilir. Doğanın yerini paranın; insan dışı canlılarla uyumlu değerlerin yerini, genel anlamda insanı ve özel anlamda seçilmiş/güçlü insanı merkeze alan boş ve hatta sapkın (dini) inançların; uyumun yerini şiddetin aldığı bir olgu olarak, medeniyet.

Medeniler yerli halka cahil derken, aslında kendisi doğanın cahili olmuş; doğanın dilini yani özünü (artık) bilmiyor ve anlamıyor. Ve filmde Şaman, biz medeniler bu dili öğrenemezsek, bunun onların sonu olacağını söylüyor. Oysa, bu uzun vadede yalnızca onların değil, hepimizin sonu olacak. İlerleme adı altında hem doğayı ve hayvanları, hem değerleri, hem insanları katletmekten başka bir şey değil medeniyet. Medeniyetin sunduğu yegâne şeyler olan paraya ve teknolojiye ihtiyaç duymadan uyum içinde yaşayan insanlar cahil değil, onlar gibi ol(a)mayan bizler açgözlüyüz ve onların hayatına müdahale edişimizle bizler kibirli ve benciliz. Faşist bir düzenin hâkim olduğu bir dünyaya doğduk ve ideolojimiz ne olursa olsun, tüketim ve sömürü kültürünün küçük faşizanlarıyız. İronik olansa; verici doğaya karşı bu yok edici tavrımız biz insanları yok edecek, doğa ise her zaman olduğu gibi yeniden yolunu bulacak.

Hem ormanın hem insanın derinliklerine inme çabasındaki film; ne rasyonel bakış açısına sahip materyalist dünyanın bilim insanlarını, ne de ruhtan ve inançtan beslenen yerlileri ve Şamanı kayırıyor; ne şekilde bakarsanız bakın, insanız ve yolumuzu kaybediyoruz. Şamanın deyişiyle, birer "chullachaqui" oluyoruz: Belleksiz, boşlukta süzülen, zamanda kaybolmuş hayaletler. Kendimizi yeniden bulmak içinse nereden geldiğimizi hatırlamalıyız; doğaya bakmalıyız, doğayı dinlemeliyiz, doğayı hissetmeliyiz.

Bize gerek, korku değil. 
Kendimizi yılanın kucağına bırakmak.