26 Kasım 2019 Salı

"Vesikalı Yarim": Kadın Vardır

vesikali_yarim__bir_klasigin_hikyesi_main1459342126-width900

Vesikalı Yarim filmini diğer Yeşilçam filmlerinden ayırarak hafızalarda taze tutan; farklı dünyalara ait insanların aşkının imkânsızlığı, iyi kalpli ama düşmüş kadın sevgili, ailenin önemi gibi birçok Yeşilçam aşk filminde işlenen temaların bu filmde kişisel düzeyden daha evrensel bir eksene taşınmasıdır.

Düzenli ve sıradan bir hayatı olan ve gece hayatına düşkün olmayan manav Halil, arkadaşlarının ısrarı üzerine bir akşam onlarla saza gider ve orada çalışan kızlardan biri olan Sabiha ile tanışmasıyla ikisinin arasında bir ilişki başlar. Sabiha’nın, Halil’in zaten bir ailesinin olduğundan şüphelenmesi ise aralarında gerilim yaratır.

Ancak film, bu gerilimden ziyade, bu ilişkinin imkânsızlığını odak noktası haline getirmektedir. Hem vesikalı hem yar, bu ikisi “kültürün kadın olmaya dair ürettiği birbirine zıt iki hal”dir[1] ve bu hallerin birlikte var olabilmesi mümkün değildir.

Sabiha ve Halil bu imkânsızlığın farkında olmalarına rağmen, bu süreci yaşar. Halil, baba evinden ayrılıp Sabiha’nın yanına gelir. Bu noktada, Sabiha’nın yanı ile baba evi zıtlık oluşturmaktadır. Baba evi kendi içine dönük olarak gelenekleri, Sabiha’nın yanı ise dışa dönük olarak geleneklere karşıt duran modernliği simgelemektedir. Böylece Halil geleneksel dünyadan modern dünyaya yapılan bir yolculuğa çıkmış olur.

Sonunda Halil, baba evine geri döner. Filmin açılışında Halil’i at arabasında hale giderken gördüğümüz sahne tekrarlanır ama artık Halil aynı kişi değildir. Bu yolculuk Halil’i değiştirmiştir; Halil vesikalı Sabiha’nın yanında toplumca empoze edilen alışkanlıklardan ve toplumsal dayatmalardan bağımsız sürdürdüğü, sıradan hayatına kıyasla bu modern hayatında kişisel seçimlerin varlığından haberdar olmuş ama geri dönmeyi seçmiştir.

Halil eve dönmekle yolculuk etmeyi bırakmış olur, Halil’i bu yolculuğa çıkmak konusunda cesaretlendiren Sabiha ise yol arkadaşsız da olsa yolculuğa devam eder. Filmin son sahnesinde Sabiha’yı insanlar, daha ziyade de erkekler arasında tek başına yürürken görürüz. Çünkü yolculuğun sona ermesi değil, devam etmesi önemlidir. Geleneklere rağmen modernlik noktalanması değil, sürdürülmesi beklenen bir sürecin karşılığıdır.

Dikkat çekici nokta ise, yolculuğa devam edenin Halil değil Sabiha olmasıdır. Türk toplumunun geleneksel ataerkil yapısına âdeta her sahnede vurgu yapan film, böyle bir toplumda yolculuk yapması, eylemde bulunması ve bu eylemi değişimle sonuçlandırması beklenen kişinin erkek olduğunu hatırlatmaktadır.

Sabiha ve Halil ilişkisinin sonunu getiren de yine bu ataerkil yapıya müdahale olmuştur. Sabiha’nın bıçaklama eylemini üstlenmesi, Halil’in bu eylemini “erkekçe olmaktan”[2] çıkarmıştır. Böylece Halil’in erkekliğine laf gelmiş, üstelik bir kadın ondan daha “erkek” çıkmıştır. Halil’in “Asıl şimdi yıktı beni” sözünü etmesi de bundandır. Halil ilişkideki imkânsızlığı kabullenip hem ilişkiyi hem de modernliğe yaptığı yolculuğu bitirmiştir. Çünkü Halil modernliğin ancak geleneklerdeki değişimle, ataerkil bir toplumda kadın ve erkek rollerinin yeniden tanımlanmasıyla mümkün olacağını fark etmiş ama kadın ve erkek rollerinin bildiği gibi konumlandırıldığı baba yani “ata” evine geri dönmüştür.

Halil’in eve dönüş sahnesinde, filmdeki diğer iki kadın, Halil’in annesi ve karısı ilk kez görünür. Onlar geleneklere yani evin içerisine aittir; zaten dışarıdaki hayata kapalı olduklarından filmin bu sahnesine kadar yapılan yolculukta onlar yer almamıştır. Modern kent hayatına karışmış olan Sabiha tek başına yürüyebilir, acılara ve tehlikelere rağmen ayakta kalabilirken, bu vesikasız kadınların varlığı başlarında bulunan bir erkeğin varlığına bağlıdır.

v3

Son sahnede Sabiha içindeki kedere rağmen yürümektedir; yolculuğu sonlanmamış, hatta yeni bir boyut kazanmıştır. “Sabiha bu son yürüyüşüyle her yere gidebilir, her şeyi yapabilir gibidir”[3]. Çünkü Sabiha artık ne vesikalıdır, yüzünde boya üzerinde alımlı elbiseler yoktur, ne de yardır, başında kendisini erkeğine saklayan bir kadının korunağı olan başörtüsü yoktur. Sabiha, toplumun ataerkil bakışınca birbirine zıt olarak konumlandırılmış bu iki kadın hâlinden sıyrılarak modernliğin temsili bir bireye dönüşmüştür.

Bir gönül ilişkisinden yola çıkan film, hem Türk toplumundaki geleneklere rağmen modernleşme sürecini kaçınılmaz bir ikilem olarak sunuyor hem de bu ikilemin Türk bireyinin oluşmasındaki etkisine dikkat çekiyor. Asıl vurguyu ise ataerkil bir toplumdaki modernleşme sürecinin ancak kadına bakışın değişmesiyle mümkün olabileceğine yapıyor. Bu yaklaşımıyla da, Lacan’ın -erkeğin arzu, fantezi dünyası dışında- “Kadın yoktur” (La femme n’existe pas) söylemini “Kadın olmadan erkek yoktur çünkü süreç tamamlanmaz”a çeviriyor.

[1] Çok Tuhaf Çok Tanıdık, “Trajik Bir Melodram”, Umut Tümay Arslan ve Pembe Behçetoğulları, Metis Yayıncılık, s. 61.

[2] Çok Tuhaf Çok Tanıdık, “Notlar”, s. 163.

[3] Çok Tuhaf Çok Tanıdık, “Trajik Bir Melodram”, Umut Tümay Arslan ve Pembe Behçetoğulları, Metis Yayıncılık, s. 58.

NOT: Bu yazı ilk olarak 25 Kasım 2019'da Parşömen Edebiyat'ta yayımlanmıştır.

5 Kasım 2019 Salı

2019 Beyazperdesinin İki Brezilyalısı


Latin Amerika’dan son yıllarda ilgi çekici filmler çıkıyor. Latin Amerika’nın -coğrafi olarak ve nüfus olarak- en büyük ülkesi olan Brezilya yapımı filmler arasında ise en fazla ilgiyi Tanrıkent (Cidade de Deus - City of God, 2002, Yönetmenler: Fernando Meirelles ve Katia Lund) görmüştü. Bu filmin yanı sıra 90’lı ve 2000’li yıllarda öne çıkan diğer Brezilya filmleri şunlar olmuştu:

· Merkez İstasyon (Central do Brasil - Central Station, 1998, Yönetmen: Walter Salles)
· Özel Tim ve Özel Tim 2 (Tropa de Elite - Elite Squad, 2007 ve 2010, Yönetmen: José Padilha)
· Annemle Geçen Yaz (Que Horas Ela Volta? - The Second Mother, 2015, Yönetmen: Anna Muylaert)
· Aquarius (2016, Yönetmen: Kleber Mendonça Filho)

2019 Filmekimi’nin de bu yıl iki Brezilyalı konuğu vardı: Görünmez Yaşam (A Vida Invisível de Eurídice Gusmão - Invisible Life, Yönetmen: Karim Aïnouz) ve Bacurau (Yönetmenler: Kleber Mendonça Filho ve Juliano Dornelles). Bu filmler başka festivallerde ve yarışmalarda da hem ilgi hem ödül topladı.


Brezilya-Almanya ortak yapımı Görünmez Yaşam[1] Brezilya’nın bu yılki Oscar adayıydı. Martha Batalha’nın romanından uyarlanan filmin ana karakterleri iki kız kardeş. Birinin hayali sevdiği erkekle birlikte olmak, diğerinin hayali Viyana’da piyano eğitimi almak. Bu bağımsız ruhlu genç kadınlar, 50’li yılların Rio de Janeiro’sunun ataerkil toplumunda ayakta kalmaya çalışıyor. Kardeşlik bağının neredeyse her sahnede vurgulandığı filmde yönetmen, senaryodan çok görselliğe odaklanıyor gibi. Bu yüzden, kardeşlerin birbirlerine delicesine bağlılığı için, kardeş olmaları dışında bir motivasyon vermiyor. Halbuki, her kardeş birbirine bu kadar bağlı olmaz. İki kadının da erkek egemen bir toplumda var olabilmek adına birbirlerinden güç aldıkları daha iyi verilebilirdi. Bu özel kardeşlik bağının, iki kadının dayanışmasından kaynaklandığı daha çok vurgulansa, film de daha ikna edici olabilirdi. Ailesine başkaldırmayı başaran ve ilk başta yalnız ve kimsesiz kalmış gibi görünen kardeş nihayet mutluluğu yakalarken, ailesine boyun eğen kardeş ise idealinin çok uzağına, hatta bir boşluğa düşüyor. Bu melodram, bu yanıyla da, kadınların başkaldırmasını ve direnmesini alttan alta öğütleyen tropik bir şiir.


Brezilya-Fransa ortak yapımı Bacurau[2] farklı film türlerine göz kırpıyor. Brezilya’nın, haritada bile yerini bulması oldukça zor olan, kimsenin bilmediği “Bacurau” köyü zor durumda. Gıda kıtlığı ve temiz su olmayışı gibi en temel ihtiyaçlara ulaşmakta sorun yaşayan köyün karşısında, bir yanda kendisi dışında kimseyi düşünmeyen ve köye destek vermekten çok köstek olan yerel bir politikacı, diğer yandaysa önce köyü haritadan tamamen silip sonra da yerlilerini yer yüzünden silmek için kanlı planlar yapan ve “İngilizce” konuşan silahlı yabancılar var. Köyü korumak adına bel bağlayabilecekleri kişiler ise “terörist” ilan edilmiş ve aranıyor. Çizilen resme baktığımızda bu köy Brezilya’da değil, Batının sömürdüğü ve işgal ettiği herhangi bir üçüncü dünya ülkesinde veya Orta Doğu’da olabilir. Farklı geçmişlere sahip Batılı istilacılar, köylüleri alt etmeyi bir oyun gibi görüyor. Hatta kendi içlerinde rekabet halindeler. Çok kişi öldüren çok puan alacak (Ölen/öldürülen insanların çoğu zaman “şu kadar kişi öldü/öldürüldü” şeklinde birer “rakam” olarak karşımıza çıktığı gazeteleri düşünürsek ne yerinde bir yaklaşım!). Tıpkı Batının Afrika’daki savunmasız vahşi hayvanları avlaması gibi, bu savunmasız ve her şeyden bihaber insanları avlayacaklar. Sonuçta, bu insanlar “beyaz” değil ve bu yüzden onların gözünde değersiz. Bu insanların tek suçuysa, o köyde yaşıyor olmak ve birilerinin kendi çıkarları için o bölgeye göz dikmiş olması. Tek çözüm, direnmek.

Aslında Amerikalıların Brezilya’yı sömürmesine ve Brezilya hükümetinin yozlaşmasına bir gönderme niteliğinde olan Bacurau filmini, dünyadaki genel (dış) politikanın-savaş ortamının bir alegorisi olarak da okumak mümkün. Film, geçmişte veya günümüzde değil de gelecekte geçiyor olmasıyla, teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin insanlık ilerlemiyor ve geleceğimiz de bundan farklı olmayabilir, der gibi. Özünde derin bir konuyu işlemesine rağmen eğlenceli bir yapım olduğu söylenebilir.

Brezilya sineması demişken, Brezilya sinemasının vaktiyle büyük bir düşüş yaşadığını da hatırlamak lazım. 80’lerde çekilen filmlerin %70’yi pornoymuş ve 90’larda ekonomik krizin ülkeyi vurmasıyla birlikte, ülkede çekilen uzun metraj sinema filmlerinin sayısı yılda bir düzineyi geçmez olmuş.[3] 1960’dan itibaren Yabancı Film Oscar Aday Adayı gösteren Brezilya, 1992-1994 yılları arasında aday bile gösterememiş. Neyse ki, Brezilya sineması bu günleri çoktan geride bırakmış gibi görünüyor.




[1] Görünmez Yaşam 2019 Cannes Film Festivali’nde “En İyi Film”; Münih Film Festivali’nde “CineCoPro”; Lima Latin Amerika Festivali’nde “APRECI”; Uluslararası Sinematograflar Film Festivali’nde (Manaki Brothers) “Altın Kamera 300”; Valladolid Uluslararası Film Festivali’nde “En İyi Aktris”, “FIPRESCI En İyi Film”, “Silver Spike En İyi Film” ve “Sociograph” ödüllerini aldı.

[2] Bacurau ilk gösterimini yaptığı 2019 Cannes Film Festivali’nde “Jüri”; Münih Film Festivali’nde “En İyi Uluslararası Film”; Lima Latin Amerika Festivali’nde “En İyi Yönetmen”, “En İyi Film”, “Eleştirmenler”; Montréal Yeni Sinema Festivali’nde “Temps Ø People's Choice”; Sitges Katalonya Uluslarası Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen”, “Carnet Jove Jüri” ve “José Luis Guarner Eleştirmenler” ödüllerini aldı.

[3] Johnson, Randal & Stam, Robert, Brazilian Cinema, Columbia University Press, 1995.

2 Kasım 2019 Cumartesi

"Boyalı Kuş": Cehennem Başkalarıdır



Jerzy Kosiński’nin tartışmalara yol açan Boyalı Kuş kitabından yönetmen Václav Marhoul tarafından neredeyse özüne sadık bir şekilde uyarlanan film, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altındaki Doğu Avrupa taşrasında oradan oraya savrularak hem hayatta kalmaya çalışan hem de ailesini arayan küçük bir erkek çocuğun karanlık hikâyesini anlatıyor.

Film dokuz bölüme ayrılmış ve her bölüm adını o bölümde çocuğun hayatına giren kişiden alıyor. Yol boyunca çocuğun hayatına giren diğer kişiler, çocuğa zulmediyor. Masum bir çocuğa yapmadıkları kalmıyor. Bırakın masum olmasını, bırakın çocuk olmasını, herhangi bir insana (hatta hisseden herhangi bir canlıya) zulmü hangi gerekçe haklı çıkarabilir? Bu sorunun yanıtı, eserin adında saklı.

Filmin bölümlerinden birinde de anlatılır Boyalı Kuş’un hikâyesi. Adam kuşu yakalayıp boyar. Kuş öterek yardım ister, diğer kuşlar gelir. Adam kuşu bırakınca, kuş sürüye geri döner. Ama kuş artık farklıdır; boyalıdır. Diğer kuşlar onu aralarına almamakla kalmaz, farklı olduğu için onu öldürürler.

Farklılıklar öldürür mü? Dil, renk, ırk farklılığı öldürür mü? Eserin geçtiği zaman dilimi ve coğrafya bu sorunun yanıtını verir: Doğu Avrupa’da Yahudi soykırımı yapan Nazi Almanya’sının başlattığı II. Dünya Savaşı. Nitekim, filmde bu motivasyon doğrudan vurgulanmamış olsa da kitapta köylüler sarı saçlı ve mavi gözlü, çocuk ise esmer ve kara gözlüdür; çocuk köylülerin değil eğitimli burjuvanın dilini konuşur. Bu iki nedenle köylüler çocuğu Yahudi veya Çingene zanneder ve köylerine bela getirebileceğinden onu istemezler.

Film, kitabın başında da yer alan, çocuğun elinde sincapla koştuğu ve başka çocukların onu kovaladığı bir sahneyle açılır. Diğerleri, çocuğu hırpalar ve elinden sincabı alıp canlı canlı ateşe vererek hayvanı öldürürler. Bu sahne, izleyiciyi eserin sonraki sahnelerine hazırlama amacı taşır. İster yetişkin ister çocuk olsun, insan doğası itibariyle zalimdir. Nedensiz yere bile şiddete başvurup acı verebilen insan, nefretin hâkim olduğu savaş ortamında neler yapmaz? Sizi düşman bellemesi yeter.

Elinde silah olan birinden kötülük beklenebilir belki. Ama savaş meydanlarında bulunmayan ve doğrudan savaşın parçası olmayan köylüler bile savaşın getirdiği kıtlık gibi zor koşullarda acıma ve hakkaniyet duygularını yitirirler. Zulmün en saf haline de bu insanlarda şahit oluruz. Savaş insanları daha da kötü yapıyor veya içlerindeki kötülüğü ortaya çıkarıyor gibidir.

Başına gelen onca şeye rağmen çocuk karşı gelmez, boyun eğer. İnsan kendisinden zayıf olana acımayan bir varlıksa, bu çocuk kendisinden zayıf olana nasıl davranır? Kendisi gibi, hiçbir suçu olmayıp da insanlarca ezilenlere, yani hayvanlara eziyeti etmez. Hayvanlara karşı hep duyarlı ve iyi niyetli olduğu filmin farklı noktalarında vurgulanır. Peki, bunca kötülük gören bir çocuk masum kalabilir mi? Sonunda o da kendisinden güçsüz olanı ezer. Basit bir intikam için. “Erkekliğine” yediremediği için. Bir hayvanı vahşice öldürür. Ve masumiyetini yitirir.

Bu kıyıcı hikâyede çocuğun başına hiç mi “iyi” bir şey gelmez? İronik bir şekilde, savaşın kötülüğü katmer katmer artırdığı, şiddeti olağan kıldığı bir ortamda çocuğa yapılan tek iyilik, bir askerin çocuğa kendini koruması için “silah” vermesi olur. Bu noktada bile film, acımasız şekilde gerçekçidir. Çocuğun ihtiyaç duyduğu şey sevgi ve şefkatken, çocuk gaddarlığın dünyasına çekilmiş olur. Üstelik, izleyici olarak bize verilen tek umut da budur. En azından, çocuk silahla kendisini koruyabilecek diye düşünürüz.

Film boyunca herkes çocuğa etmediğini bırakmamışken çocuk doğru dürüst tepki bile vermez. Tek bir kişi hariç. O da filmin sonunda nihayet kendisini bulan babası. Babasına içindekileri kusar. Ailesi yanında olmadığı için bunlar başına gelmiştir. Başına gelenler için sadece kendinden olanı, kendi ailesini, kendi “atasını” suçlar gibidir. Çünkü ona sahip çıkmamışlardır. Ve babası ona adını hatırlayıp hatırlamadığını sorar. Film boyunca adını bilmediğimiz çocuk, adını camın buğusuna yazar. Kendinden olanlar onu yalnız bırakmışsa da, çocuk kim olduğunu unutmamıştır.

Kitaptaki son ise filmdekinden biraz farklı. Hem çocuğu bulup almaya sadece babası değil annesi de geliyor, hem de hikâye burada sonlanmıyor. Filmin sonu çocuğun adını hatırlamasına, başka bir deyişle “kimliğini unutmamasına” vurgu yaparken, kitabın sonu başına gelenlerden ötürü dili tutulmuş olan çocuğun artık konuşmasına, sesinin çıkmasına, bir anlamda “diline yani kimliğine kavuşmasına” vurgu yapar. İkisinde de dil üzerinden ortak bir mesaj verilir: Kimliğimizi gizlemeden yaşayabiliyorsak özgürüz.

Kitap ilk yayınlandığında, vahşet sahnelerinin fazla abartılı olduğu ileri sürülmüş. Oysa, Kosiński’nin kitabını okuyan bazı arkadaşları, savaş zamanında “yaşadıklarının yanında kitapta anlatılanların pastoral bir öykü gibi kalacağını”[1] söylemişler. Filmin ilk gösterimi ise Venedik Film Festivali’nde yapıldı. Filmin daha başında birçok izleyici, sahnelere dayanamadığı için salonu terk etmiş. Filmin çok ünlü bir kitaptan uyarlandığı bilinirken, izleyicilerin kitapla ilgili en ufak fikir sahibi olmadan filme gelmiş olması oldukça şaşırtıcı. Çünkü yönetmen, filmde kitaptakinden farklı bir şey anlatmadığı gibi, filmi de kitabın ruhuna gayet uygun bir şekilde çekmiş. Duygu sömürüsü yapmaya/melodrama dönüşmeye ve klişelere boğulmaya gayet müsait bir konuyu ne kitap ne de film bu şekilde işliyor. Kitaptaki doğrudan anlatım, yönetmenin sade film dilinde karşılığını buluyor. Üç saate yaklaşan süresine rağmen film, tıpkı kitap gibi, oldukça akıcı. Filmde müzik kullanılmaması ve filmin siyah-beyaz çekilmiş olması; farklılıklardan ve renklerden, dolayısıyla gerçek anlamda bir “yaşam” ibaresinden yoksun bir ortamı resmetmeye hizmet ediyor. Yazarın kitapta kullandığı başarılı tasvirler ise filmin etkileyici görselliğinde yansımasını buluyor.

Film Ukrayna’da çekilmiş olsa da, tıpkı kitaptaki gibi filmdeki hikâyenin de hangi ülkede geçtiği belli değil. Zaten kitabın yazarı Kosiński de hikâyenin zamanı ve mekânı için “zamansız bir hayalin hakim kılınabileceği ve coğrafi ya da tarihi gerçeklerle kısıtlanmayacak bir mekân olmalıydı”[2] demiş. Konuşulan dil ise Slav dillerinin bir karışımı, yaygın olarak bilinen adıyla “Slavic Esperanto”. Bu yüzden filmdeki bazı kötü karakterleri, belirli bir milliyete atfetmek de mümkün değil. Elbette, üniformalarından milliyetleri anlaşılan Doğu Nazi ve Rus askerleri için bu durum geçerli değil. Zaten hem kitap hem film belirli bir zaman dilimine atıfta bulunsa da, verdiği savaş karşıtı mesajla evrensel nitelikte.

Venedik Film Festivali’nde “UNICEF Ödülü” kazanan filmin savaş ortamını ve savaş ortamı etkisindeki kırsalını yansıtmaktaki başarısına Stellan Skarsgård, Harvey Keitel, Barry Pepper, Udo Kier ve Julian Sands gibi işinin ehli oyuncuların katkısı da büyük. Oyuncular rollerine o kadar iyi girmişler ki ünlü olmalarına rağmen bu oyuncuları tanımakta zorluk çekebilirsiniz. Tam da ustaca yapılmış bir filmden bekleneceği gibi, oyuncuları önceden oynadıkları filmlerdeki halleriyle birlikte düşünmeniz mümkün değil. Sanki hepsini ilk kez bu filmde izliyorsunuz. Elbette, kitaba hak ettiği filmi vermede en önemli katkıyı, parmak ısırtan oyunculuğuyla çocuk rolündeki Petr Kotlar sağlıyor. Az diyalogla sergilediği böylesine inandırıcı bir oyunculuk, filmi tek başına bile götürebilecek güçte.

Jerzy Kosiński, Boyalı Kuş kitabını yazdığında dünya genelinde çok ağır bir şekilde eleştirilmiş. Hatta bu eleştiriler bir karalama kampanyasına dönmüş ve hem yazar hem de çevresi fiziksel saldırılara bile maruz kalmış. Yazar özellikle aşırı milliyetçiler tarafından, ülkesini küçük düşürdüğü iddia edilen bu eserle vatan hainliği yapmakla veya kendi “sapkın” hayallerini tatmin etmek için savaşı kullanmakla suçlanmış. “Savaşa hayır” demek hiçbir zaman kolay olmamış.

Boyalı Kuş “sevilecek” bir eser değil; sizi şoke edecek, sarsacak, tiksindirecek ama sonuçta sizi insanlık ve medeniyet üzerine düşündürecek vurucu bir eser. Farklı olanın dışlandığı, şiddetin ve savaşın bir çözüm yolu olarak görüldüğü bir dünyada, insanlık namına elimizde ne kalıyor?

* Jean Paul Sartre, Gizli Oturum, Milli Eğitim Basımevi, 1964.

[1]Jerzy Kosiński, “Yayımlanışının Onuncu Yılında Boyalı Kuş’un Serüveni”, Boyalı Kuş, E Yayınları, 2011, s. XII.

[2] a.g.e, s. V.

NOT: Bu yazı ilk olarak 26 Ekim 2019 tarihinde Parşömen Edebiyat'ta  yayımlanmıştır.