Vesikalı Yarim filmini diğer Yeşilçam filmlerinden ayırarak hafızalarda taze tutan; farklı dünyalara ait insanların aşkının imkânsızlığı, iyi kalpli ama düşmüş kadın sevgili, ailenin önemi gibi birçok Yeşilçam aşk filminde işlenen temaların bu filmde kişisel düzeyden daha evrensel bir eksene taşınmasıdır.
Düzenli ve sıradan bir hayatı olan ve gece hayatına düşkün olmayan manav Halil, arkadaşlarının ısrarı üzerine bir akşam onlarla saza gider ve orada çalışan kızlardan biri olan Sabiha ile tanışmasıyla ikisinin arasında bir ilişki başlar. Sabiha’nın, Halil’in zaten bir ailesinin olduğundan şüphelenmesi ise aralarında gerilim yaratır.
Ancak film, bu gerilimden ziyade, bu ilişkinin imkânsızlığını odak noktası haline getirmektedir. Hem vesikalı hem yar, bu ikisi “kültürün kadın olmaya dair ürettiği birbirine zıt iki hal”dir[1] ve bu hallerin birlikte var olabilmesi mümkün değildir.
Sabiha ve Halil bu imkânsızlığın farkında olmalarına rağmen, bu süreci yaşar. Halil, baba evinden ayrılıp Sabiha’nın yanına gelir. Bu noktada, Sabiha’nın yanı ile baba evi zıtlık oluşturmaktadır. Baba evi kendi içine dönük olarak gelenekleri, Sabiha’nın yanı ise dışa dönük olarak geleneklere karşıt duran modernliği simgelemektedir. Böylece Halil geleneksel dünyadan modern dünyaya yapılan bir yolculuğa çıkmış olur.
Sonunda Halil, baba evine geri döner. Filmin açılışında Halil’i at arabasında hale giderken gördüğümüz sahne tekrarlanır ama artık Halil aynı kişi değildir. Bu yolculuk Halil’i değiştirmiştir; Halil vesikalı Sabiha’nın yanında toplumca empoze edilen alışkanlıklardan ve toplumsal dayatmalardan bağımsız sürdürdüğü, sıradan hayatına kıyasla bu modern hayatında kişisel seçimlerin varlığından haberdar olmuş ama geri dönmeyi seçmiştir.
Halil eve dönmekle yolculuk etmeyi bırakmış olur, Halil’i bu yolculuğa çıkmak konusunda cesaretlendiren Sabiha ise yol arkadaşsız da olsa yolculuğa devam eder. Filmin son sahnesinde Sabiha’yı insanlar, daha ziyade de erkekler arasında tek başına yürürken görürüz. Çünkü yolculuğun sona ermesi değil, devam etmesi önemlidir. Geleneklere rağmen modernlik noktalanması değil, sürdürülmesi beklenen bir sürecin karşılığıdır.
Dikkat çekici nokta ise, yolculuğa devam edenin Halil değil Sabiha olmasıdır. Türk toplumunun geleneksel ataerkil yapısına âdeta her sahnede vurgu yapan film, böyle bir toplumda yolculuk yapması, eylemde bulunması ve bu eylemi değişimle sonuçlandırması beklenen kişinin erkek olduğunu hatırlatmaktadır.
Sabiha ve Halil ilişkisinin sonunu getiren de yine bu ataerkil yapıya müdahale olmuştur. Sabiha’nın bıçaklama eylemini üstlenmesi, Halil’in bu eylemini “erkekçe olmaktan”[2] çıkarmıştır. Böylece Halil’in erkekliğine laf gelmiş, üstelik bir kadın ondan daha “erkek” çıkmıştır. Halil’in “Asıl şimdi yıktı beni” sözünü etmesi de bundandır. Halil ilişkideki imkânsızlığı kabullenip hem ilişkiyi hem de modernliğe yaptığı yolculuğu bitirmiştir. Çünkü Halil modernliğin ancak geleneklerdeki değişimle, ataerkil bir toplumda kadın ve erkek rollerinin yeniden tanımlanmasıyla mümkün olacağını fark etmiş ama kadın ve erkek rollerinin bildiği gibi konumlandırıldığı baba yani “ata” evine geri dönmüştür.
Halil’in eve dönüş sahnesinde, filmdeki diğer iki kadın, Halil’in annesi ve karısı ilk kez görünür. Onlar geleneklere yani evin içerisine aittir; zaten dışarıdaki hayata kapalı olduklarından filmin bu sahnesine kadar yapılan yolculukta onlar yer almamıştır. Modern kent hayatına karışmış olan Sabiha tek başına yürüyebilir, acılara ve tehlikelere rağmen ayakta kalabilirken, bu vesikasız kadınların varlığı başlarında bulunan bir erkeğin varlığına bağlıdır.
Son sahnede Sabiha içindeki kedere rağmen yürümektedir; yolculuğu sonlanmamış, hatta yeni bir boyut kazanmıştır. “Sabiha bu son yürüyüşüyle her yere gidebilir, her şeyi yapabilir gibidir”[3]. Çünkü Sabiha artık ne vesikalıdır, yüzünde boya üzerinde alımlı elbiseler yoktur, ne de yardır, başında kendisini erkeğine saklayan bir kadının korunağı olan başörtüsü yoktur. Sabiha, toplumun ataerkil bakışınca birbirine zıt olarak konumlandırılmış bu iki kadın hâlinden sıyrılarak modernliğin temsili bir bireye dönüşmüştür.
Bir gönül ilişkisinden yola çıkan film, hem Türk toplumundaki geleneklere rağmen modernleşme sürecini kaçınılmaz bir ikilem olarak sunuyor hem de bu ikilemin Türk bireyinin oluşmasındaki etkisine dikkat çekiyor. Asıl vurguyu ise ataerkil bir toplumdaki modernleşme sürecinin ancak kadına bakışın değişmesiyle mümkün olabileceğine yapıyor. Bu yaklaşımıyla da, Lacan’ın -erkeğin arzu, fantezi dünyası dışında- “Kadın yoktur” (La femme n’existe pas) söylemini “Kadın olmadan erkek yoktur çünkü süreç tamamlanmaz”a çeviriyor.
[1] Çok Tuhaf Çok Tanıdık, “Trajik Bir Melodram”, Umut Tümay Arslan ve Pembe Behçetoğulları, Metis Yayıncılık, s. 61.
[2] Çok Tuhaf Çok Tanıdık, “Notlar”, s. 163.
[3] Çok Tuhaf Çok Tanıdık, “Trajik Bir Melodram”, Umut Tümay Arslan ve Pembe Behçetoğulları, Metis Yayıncılık, s. 58.
NOT: Bu yazı ilk olarak 25 Kasım 2019'da Parşömen Edebiyat'ta yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder