Saadat Hasan Manto 1912’de Hindistan’ın Pencap bölgesinde Müslüman bir ailenin çocuğu olarak doğmuş. Emperyalist güçlerin sömürdüğü halkları birbirine kırdırdığı döneme tanıklık eden Manto’nun, bir katliamı konu edinen “Gösteri” adlı öyküsü ilk yayımlanan öyküsü olmuş. Öykülerinin yanı sıra oyunları ve senaryoları da bulunan Manto alkolizm nedeniyle tedavi görmüş ve öykülerindeki müstehcenlik nedeniyle hem Hindistan’da hem Pakistan’da yargılanmış. Ancak erken yaşta hayata veda ettiğinde cenazesine binlerce kişi katılmış.
Manto’nun öykülerinde,
Hindistan-Pakistan bölünmesinin yarattığı sancı ve bu bölünmeyle birlikte hâkim
kılınmak istenen ulusal anlatının dışına itilenler yer alıyor. Delileri, fahişeleri,
garibanları, göçe zorlananları anlatırken onlara acımak yerine onlardaki
özgürlük, sevme gücü gibi olumlu duygulara işaret etse de, bu duyguların
kırılgan ve geçici yapısına da dikkat çekiyor. İroniyi koluna takıp; birçok
dile, dine, kasta bölünmüş bir toplumda tutarsızlığı absürt içinde eriterek
yansıtmanın yolunu tutuyor. Tam olanı değil eksik olanı, hissedileni değil
hissedilir hissedilmez kaybolmaya başlayanı, kaybettiği için üzüleni değil kaybettiği
için mutlu olabileni anlatıyor.
Manto’nun, yaşadığı coğrafyanın ruhuna sinen bölünmeye, acımasızlığa ve adaletsizliğe dayanabilmek için kullandığı acı alayı, ölümünden önce kendi mezar taşına yazılmasını istediği metinde de görmek mümkün: “Saadat Hasan Manto burada yatıyor. Kısa hikâye anlatıcılığı da onunla birlikte burada, toprağın altında artık… Tonlarca toprağın altında bile hâlâ kendisinin mi yoksa Tanrı’nın mı daha iyi bir kısa hikâye yazarı olduğunu merak ediyor.”
“Yeni Kanun” adlı öyküsü
İngiltere sömürge yönetiminin uyguladığı kanunların değişeceğini düşünüp
Hindistan’ın nihayet özgürlüğe kavuşacağına inanarak sevinen bir karakteri
anlatır. 1 Nisan tarihinde geçen hikâye adeta kötü bir şakadır. Hiçbir şeyin
değişmediğine, değişmeyeceğine dikkat çekerken, sadece İngilizlerin değil
burjuva Hintlilerin de yoksul halkı umursamadığını vurgular sanki.
Manto, Hindistan’ın İngiltere
sömürgeciliğine karşı direnişinin temelinde dinci fanatizm ile milliyetçilik
olduğunun ve bunun da bir bölünmeye neden olacağının farkındadır. Nitekim
İngilizlerin gitmesiyle Hindistan artık özgürdür ama acı içindedir; Hindu ve
Müslüman fanatikler birbirlerini kesip biçmeye başlamıştır.
Urdu edebiyatının sesini dünyaya
duyuran en ünlü öyküsü “Toba Tek Singh”te de, Hindistan-Pakistan bölünmesini deliler
üzerinden sosyal-psikolojik yönüyle ele alır. Aklın dışında kabul edilen
delilerin gözünden aslında bölünmenin nasıl da akıl dışı olduğunu gösterirken,
toplumda dayatılan aklı ve bu aklın dayattığı gerçekliği reddeder.
Manto’nun yargılanıp ceza
almasına neden olan öykülerinden biri de cinsel şiddetin yer aldığı “Buzdan da
Soğuk”tur. Bölünmeyi “parçalanma” olarak gören Manto, parçalanmanın en şiddetli
yanını oluşturan cinsel saldırıları, bölünmenin bir metaforu olarak kullanır. Çünkü
hem Hindular hem Müslümanlar, kadınlara yönelik cinsel saldırıları, karşı
tarafı aşağılanmak için güçlü bir silah gibi kullanmaktadır. Ne var ki, inşa
edilmek istenen ulusal anlatı gereği bu mevzu göz ardı edilmeli,
konuşulmamalıdır. Birbirini öldürmeye yer arayan iki devlet, tek bu konuda ağız
birliği etmiş gibidir. Manto tam da bu ikiyüzlülüğü eleştirmek ister.
Manto’nun kadınları ama özellikle
de fahişeleri anlatma tercihinin arkasında “anne” figürünün Hint kültüründe
önemli bir yer tutması olabilir. Öyle ki, Hindistan ulusal marşında da ülke
“anne” olarak (anayurt) görülür. Kitapta da “1919’dan Bir Hikâye”, “Siyah
Şalvar”, “Hakaret” ve “Duda Pehlivan” gibi öykülerde görünen fahişelerle, ideal
anne figürüne karşı bayrak açarken aslında yine, inşa edilmek istenen ulusal
anlatıya karşı gelir ve bu anlatının bütün ulusu kapsamadığına dikkat çekmek ister.
“Siyah Şalvar” öyküsünde Manto,
anne idealini tersine çevirir. Bir flanör gibi dolaşan fahişe karaktere, ülkede
hayatı birbirine bağlayan demiryolu ağlarını izlerken kendi bedenini de bir ağ
gibi düşündürterek, bir anneyi değil bir fahişeyi ulusal anlatının parçası
kılar. Ülkeye tarihi kişiliklerin, devrimcilerin değil sıradan insanın, en çok
eziyet görenin, yani fahişelerin gözünden bakan başka bir öyküsü olan “Hakaret”
ise insanlar arası hiyerarşiye ve iktidar ilişkilerine dair de güçlü bir anlatı
ortaya koyar.
Manto; ailenin, dinin, milliyetin
yani iktidarın diliyle yazmak yerine propaganda ve sloganlardan arındırılmış
tamamen sivil bir dil kullanmayı seçtiğinden olsa gerek, alkolik ve pornocu
olarak anılmış. Ahlak üzerine düşünmeyi kendisine iş edinmiş bir ironi üstadı
için ne büyük ironi. Kendisine yöneltilen müstehcenlik suçlamalarına karşı
onunkinden daha iyi bir yanıt olabilir mi?
“Öykülerimdeki tüm çirkinlikler
yaşadığımız zamana aittir. Hâlihazırda zaten çıplakken toplumun, kültürün ve
medeniyetin çamaşırını ben neden çıkarayım? İnsanlar bana kara kalem diyorlar.
Ben kara tahtaya siyah tebeşirle değil beyaz tebeşirle yazıyorum ki tahtanın
karalığı iyice belirgin olsun.”
Sonsözde Ali Çakmak’ın, Manto’nun
edebiyatını tarihi arkaplanla harmanlayarak ele aldığı uzun ama enfes yazısında
verdiği bilgilerden de büyük ölçüde yararlanarak, kitabın daha çok dikkat
çekmesi ümidiyle bu metnin kaleme alındığını belirtmeliyim.