30 Aralık 2024 Pazartesi

Dünyaya Yeni(den) Gelen Okurdan


Son kitabınız Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin’i okudum, yazdıklarınızın bana hep Ankara’yı hatırlattığını fark ettim. Oysa, Ankara bende bir yaradır.

“Bilinci kapalı kaldı bir süre,” diye devam etti. “Sonra ameliyatlar filan… Aylarca konuşmada ve yiyecekleri yutmada zorlandı… Şimdi iyi, yani fiziksel bir sorun yok… Konuşuyor, yürüyor… Ama…” (s. 72)

Uyanacağıma dair ümitler günbegün tükenirken, komaya girmemin üzerinden bir ay geçmişken hayata gözlerimi yeniden açtığım, yeniden doğduğum yer Ankara. Sonrasıysa nobran hemşireler, midemi kaldıran yemeklerle dolu bir hastanede yatağa bağlı olarak bir başıma geçirdiğim nihayetsiz günler, geceler. Üstelik yaşım daha altı; içi içine sığmayışın, yerinde duramayışın hınzır çağında bir veledin yapayalnız ve hareketsiz kalışının ona ne zor geldiğini ebeveynler ve öğretmenler rahatça tahayyül edebilir. Belki bir de Ayşe’nin abisi.

Kimsesiz kalınca yaranın kucak açacağını ben ilk o hastanede öğrendim. Bildiğim bütün masalları kendime anlattım. Eh tabii sonunda bunları tekrar tekrar kendime anlatmaktan ve dinlemekten sıkıldım, bu kez kendim hikâyeler yazmaya başladım. Gökyüzünü hapishane mahkûmları kadar bile göremiyordum. İki elimi yumruk yapıp sıkıca gözlerime bastırırdım. O zaman rengârenk yıldızlar dolanmaya başlardı önümde. Daha yataktan kalkamazken, dünyanın dışına adım atmış gibi olurdum.

Aylar sonra tekrar yürümeye başlamıştım. Hastaneyle ilgili ilk ve tek güzel anımı da o zaman sahiplendim. Verdikleri terlikler. Laciverde çalan mavi renkteydiler. İlk gençliğimde her duygulu yeniyetme gibi yazmaya soyunduğum ilk şiirlerden birinin adının Terlik olması o kadar da tuhaf değil hani. Sonra ayağımda terliklerle, beni aldıkları daha büyük odaya yürüdüm. Yürümek ne güzel şeydi! Hem orada başka çocuklar da vardı. Alışkın mıydılar benim gibi yalnızlığa? Ondan mı konuşmuyorlardı? Hayır, sadece yeni gelenle, benle konuşmuyorlardı. Dayım bana hediye olarak afili yeni terlikler getirdiğinde, devlet hastanesine düşmüş bu çocuklarla arama görünmez bir sınıfsal çizgi de çizilmiş oldu. İki minnacık bez parçası, arkadaş edinme şansımı sıfırlamıştı. Yumruklarımı daha çok bastırdım gözlerime, daha çok hikâye düşledim.

Yıldızlar gözüm açıkken de dans etmeye başlamıştı. Bunu babama söylediğimde hastanedeki uzun misafirliğim biter bitmez ilk iş beni bir göz doktoruna götürdü. Gözlerim maşallah sapasağlamdı. Psikolojik olabilir, demekle yetindi doktor. O zamanlar travma sözcüğü daha icat edilmemişti. Ama babam, gözlerinde yıldızlarla gezen kızını psikoloğa falan götürmedi. Bunun yerine Ankara’dan kasabamıza geri götürdü. Ben de gözlerimde yıldızlarla yaşamaya alıştım. Önümde bu kadar çok yıldız uçuşunca kendimi ay belledim, gece uykusunu terk eyledim. İçime yalnızca karanlıkta ışık tutabiliyorum, bütün sözcüklerimi yalnızca karanlıkta toplayabiliyorum. Gündüzleri bir hikâyeye sığınmak istediğimde kapıyorum gözlerimi. Açınca onlar uçup gitmeden hemen yazmam gerekiyor, çoğu kez yakalayamıyorum. Bakakalıyorum boşlukta süzülen hikâyelerin ardından. Sözcükler farklı farklı yönlere savrulurken hikâyelerim parçalanıyor. Yakında kırk sene dolacak ve ben halen hikâyelerimi bir araya getiremediysem biraz da bundan.

Sonraki senelerde sadece sınav, iş, düğün gibi zoraki nedenlerle günübirlik ayak bastım Ankara’ya. Koskoca ülkenin başkenti gönlümde bir hayalet şehir. Bütün bunların sizinle ne alakası var derseniz, ben sanki Ankara’yı sadece sizin kitaplarınızda sevebiliyorum. Seneler sonra yıldızlarımla birlikte bir gece okumaya başladığım ilk kitabınız, ne ironi ki, intihar eden bir kızı konu ediniyordu. O benim gibi dünyaya yeniden gelememişti.

Hikâye çıkarmak için insanın kuytularına elinizi sokup oraları iyice bir karıştırıyor olmalısınız. Biz okurlar da ana sahnenin dışındaki sıradan insanların ruhlarına giriş bileti alıyor olmalıyız kitaplarınızı alırken. Belki de kaderimiz adımızda gizli. Bıçakçı soyadı ne sert ama yazdıkları yumuşak ve nahif mi, yoksa içimizi böyle deşebildiğine göre keskin mi? Basit sözcüklerin yakıcı olabileceğini ben sizden öğrendim. Size aforizma yazarı dendiğini duymanın sizi eğlendirdiğini düşündüm. Acaba onlara bir nebze olsun hak verdiniz mi, yoksa bu aceleci çağın bir-iki cümleye indirgenmiş ifadelerden anlam çıkarma ustalarından olduklarını mı düşündünüz benim gibi? Bana öyle geliyor ki her cümleniz birbirine teyelli; birini koparırsanız, metin düşüp paramparça olur. Bu yüzden cümlelerinizi ancak birlikte okunduğunda anlamı bize sunacak şekilde kurmuş gibisiniz.

“Yaşadıklarımı birbirine teyelleme çabası,” demişsiniz siz de (s. 9). Halis Bey bu yüzden ansiklopedi yazıyormuş demek. Hikâyelerimi ilk paylaştığım blog’umun adı Teyel idi. Hayatla bağım o kadar ince, geçici, her an kopabilir ama işte beni hayata bağlayan da o teyel, yani hikâyeler. Ne tesadüf ki, sizden okuduğum ikinci kitap olan Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’den bir cümleyle açılıyordu blog’um:Yere çakılana kadar kanatlarımın olduğuna inanacağım.”

Çalakalemliğin verdiği ruhsuzlukla yazanları saymazsak, bir hikâyeyi kâğıda dökmenin ne zor olduğunu biliyorum. Ama siz bunu kendiliğinden, doğal bir şekilde yapıyormuşunuz gibi hissettiriyorsunuz. Bir yaprağın ağaçtan düşüp rüzgârda yol alması gibi. Yok, hayır, kirli bir dünyadan sesleniyorsunuz, sizin de pembe panjurlarınız yok. American Beauty filminin son sahnesi gibi daha çok; rüzgârda savrulan bir yapraktan ziyade rüzgârda savrulan bir poşet. “Bu ne pislik” deyip geçeceğimiz bir ayrıntıyı şiirselleştiriyorsunuz. Sanki hikâye yazmıyor da etiyle kemiğiyle hikâyeden ibaret bir bedeni dipdiri karşımıza dikiyorsunuz. Hikâye bazen düşüyor kalkıyor, bazen acısı sızlıyor, bazen de burukça tebessüm ediyor. Hikâyenin kalbi atıyor. Duyuyorum.

Sadece Filmlerde Ağlayabilen Adamla birlikte, evimin duvarında asılı resimlerin başköşesindeki bir Venedik tablosunun önünde duruyorduk. Bu resme bakınca gözüm ilkin şu küçük kara köpeğe ilişiyor, dedi. Bense vaktiyle büyük bir heyecanla aldığım o tabloda küçük kara bir köpek olduğunu unutmuştum – hem de küçük kara bir köpek dostum olmasını delice arzu ederken. Üstelik o resmi de hayran hayran daha dün seyretmiştim. Ama hep arka kısmındaki karmaşaya dalıyordum. Sadece Filmlerde Ağlayabilen Adama, uzaklara bakarken en yakındaki basit güzellikleri kaçırmışım, dedim. O günün akşamında kitabınıza döndüğümde sıra “Güzellik” bölümüne gelmişti. Bölüm bitince, birinin beni izleyip izlemediğini kontrol etmek istercesine, uzandığım koltuktan etrafıma bakındım gayriihtiyari. Truman Show’da mıyım? Sanki gündüzki resim sohbetinden sonra “Resim ile aranızda özel bir şey kalmamış,” cümlesini benim için yazmıştınız. Birbirini hiç tanımayan insanların ruhen akraba olabileceğini ben sizden öğrendim. (s. 77)

“Güzellik”ten sonra “Boşluk” bölümüne döndüm yine, orayı döne döne okuyordum zaten. Aralarda boşluk bırakıyordum. Artık değil. Boşluk bırakmadan yazıyorum. BoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşluk

Halis Bey’in “avuntular ansiklopedisi”nin bir benzeri benimki de – tabii “şiddetin, yoksulluğun, yabancılaşmanın alıp götürdüğü onca şeye rağmen insanın elinde hâlâ insanca bir şeyler kaldığı için yine bir anlığına sevinen” biri olarak kalmak için üstün çaba sarf ediyorum bugünlerde. Umudun hem kendini bu kadar yakın hissettiren hem de elde tutması güç bir şey olmasına şaşıyorum. Umut resimdeki küçük kara köpek gibi. (s. 94)

Halis Bey’e yazdırdığınız ansiklopedi bana Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar Ansiklopedisi’ni anıştırdı. Aklınızdan hiç geçmemişse bile ben yıldızlarımla birlikte öyle bir köprü kurdum bu iki kitap arasında. Ve öyle bir köprü ki, yaşam ile ölüm arasına teyellenmiş. İnceldiği yerden kopsun diyebilecek kadar anlam arayışını başına bela edip sonradan anlamı tamamen yitirmiş, hayatla bağı hafiflemiş olanlar için. Öte yandan da sadece onların geçmeyi becerebileceği bir köprü. Onlar dayanılmaz bir dünyada incelikleri iş edinmiş çünkü. Nasıl tutacaklarını bilmeleri tutunamadıklarından. Öbürlerinin yoluysa zaten o köprüye düşmeyecek.

Sanılmasın ki “kendini önemsemenin paslı tadı” ağzıma dolduğundan. Ben herhangi birinden fazlası olmadığımı bu sene öğrendim – hayır, bu kez sizden değil. Demek ki, ben gerçek anlamda öğrenmeye bu sene başlamışım. Ayşe gibi. “Sıradan biri olarak görünmeye kimsenin tahammül edemediğini” bildiğim halde, aynayı kendime çevirmem biraz uzun sürdü. Dünyaya yeni(den) gelişimin, ikinci kez yaşam üflenen bedenimi anneminkiyle takas ettiğim fikrinin yarattığı suçluluğun, onulmaz fiziksel ağrılara dayanabilsem de manevi ağrıların girdabında savrula savrula bozulan dengemin yarattığı eğretiliğin beni biricik kılmadığını anlamam çok uzun sürdü. Belki de ansiklopedinin suçluluk veya utanç maddesini bana yazdırmalıydı Halis Bey. (s. 119)

Hep aynı şeyleri yazıyormuşsunuz, eskisi kadar iyi yazmıyormuşsunuz, öyle diyorlar. Umurumda değil dedikleri. İyi ki yazmışsınız da köprüyü tekrar bir sallamışsınız. Böylece gözlerimdeki yıldızlar yeniden ama daha hızlı dönmeye başladı ve bakın ben yine kaleme sarıldım. Hadi diyorum kendime, hadi yaz. Yaran yeşeriyor bak, çiçek açacak.


15 Aralık 2024 Pazar

"Emilia Pérez": Türler Arası Çılgın Bir Seyir



Yeraltı Peygamberi (Un Prophète, 2009) filmiyle kalpleri çalan Fransız yönetmen Jacques Audiard’nın ses getiren son filmi Emilia Pérez (2024) Meksika’da üç kadının hikâyesini baş döndürücü bir tarzla anlatıyor. Rita, karısını öldürüp intihar süsü veren bir erkeği içi rahat etmese de işi gereği savunup temize çıkaran bir avukatken, bir mafya patronu da onu kendisine yardım etmeye zorlar. Böylece ikisinin de günahlarının kefaretini ödemeye çalışacağı yeni bir hikâye başlar.

İncelemenin tamamı Bir Dünya Film sitesinde.