“Sınıf ayrımının sinemada mekansal tezahürü” adlı yazım vesaire.org’ta. Güncel dünya sinemasından hikâyeler ile ülkemizden gerçek hikâyeleri birlikte ele alarak, ezilenler tarihinin aslında tek bir felaketten ibaret olduğuna dikkat çekmeyi denedim. Dört filmi andım ama iki filmden bahsettim: Kolombiya yapımı Dünyanın Kralları (Los Reyes Del Mundo, 2022) ve Endonezya yapımı Otobiyografi (Autobiography, 2022). Yazı okuruna ulaşırsa öbür iki filmle yazının devamını getirmeyi düşünüyorum.
15 Mart 2024 Cuma
8 Ocak 2024 Pazartesi
TOBA TEK SİNGH: HAYATIN ORTASINA KIYIDAN ÇIPLAK DALIŞ
Saadat Hasan Manto 1912’de Hindistan’ın Pencap bölgesinde Müslüman bir ailenin çocuğu olarak doğmuş. Emperyalist güçlerin sömürdüğü halkları birbirine kırdırdığı döneme tanıklık eden Manto’nun, bir katliamı konu edinen “Gösteri” adlı öyküsü ilk yayımlanan öyküsü olmuş. Öykülerinin yanı sıra oyunları ve senaryoları da bulunan Manto alkolizm nedeniyle tedavi görmüş ve öykülerindeki müstehcenlik nedeniyle hem Hindistan’da hem Pakistan’da yargılanmış. Ancak erken yaşta hayata veda ettiğinde cenazesine binlerce kişi katılmış.
Manto’nun öykülerinde,
Hindistan-Pakistan bölünmesinin yarattığı sancı ve bu bölünmeyle birlikte hâkim
kılınmak istenen ulusal anlatının dışına itilenler yer alıyor. Delileri, fahişeleri,
garibanları, göçe zorlananları anlatırken onlara acımak yerine onlardaki
özgürlük, sevme gücü gibi olumlu duygulara işaret etse de, bu duyguların
kırılgan ve geçici yapısına da dikkat çekiyor. İroniyi koluna takıp; birçok
dile, dine, kasta bölünmüş bir toplumda tutarsızlığı absürt içinde eriterek
yansıtmanın yolunu tutuyor. Tam olanı değil eksik olanı, hissedileni değil
hissedilir hissedilmez kaybolmaya başlayanı, kaybettiği için üzüleni değil kaybettiği
için mutlu olabileni anlatıyor.
Manto’nun, yaşadığı coğrafyanın ruhuna sinen bölünmeye, acımasızlığa ve adaletsizliğe dayanabilmek için kullandığı acı alayı, ölümünden önce kendi mezar taşına yazılmasını istediği metinde de görmek mümkün: “Saadat Hasan Manto burada yatıyor. Kısa hikâye anlatıcılığı da onunla birlikte burada, toprağın altında artık… Tonlarca toprağın altında bile hâlâ kendisinin mi yoksa Tanrı’nın mı daha iyi bir kısa hikâye yazarı olduğunu merak ediyor.”
“Yeni Kanun” adlı öyküsü
İngiltere sömürge yönetiminin uyguladığı kanunların değişeceğini düşünüp
Hindistan’ın nihayet özgürlüğe kavuşacağına inanarak sevinen bir karakteri
anlatır. 1 Nisan tarihinde geçen hikâye adeta kötü bir şakadır. Hiçbir şeyin
değişmediğine, değişmeyeceğine dikkat çekerken, sadece İngilizlerin değil
burjuva Hintlilerin de yoksul halkı umursamadığını vurgular sanki.
Manto, Hindistan’ın İngiltere
sömürgeciliğine karşı direnişinin temelinde dinci fanatizm ile milliyetçilik
olduğunun ve bunun da bir bölünmeye neden olacağının farkındadır. Nitekim
İngilizlerin gitmesiyle Hindistan artık özgürdür ama acı içindedir; Hindu ve
Müslüman fanatikler birbirlerini kesip biçmeye başlamıştır.
Urdu edebiyatının sesini dünyaya
duyuran en ünlü öyküsü “Toba Tek Singh”te de, Hindistan-Pakistan bölünmesini deliler
üzerinden sosyal-psikolojik yönüyle ele alır. Aklın dışında kabul edilen
delilerin gözünden aslında bölünmenin nasıl da akıl dışı olduğunu gösterirken,
toplumda dayatılan aklı ve bu aklın dayattığı gerçekliği reddeder.
Manto’nun yargılanıp ceza
almasına neden olan öykülerinden biri de cinsel şiddetin yer aldığı “Buzdan da
Soğuk”tur. Bölünmeyi “parçalanma” olarak gören Manto, parçalanmanın en şiddetli
yanını oluşturan cinsel saldırıları, bölünmenin bir metaforu olarak kullanır. Çünkü
hem Hindular hem Müslümanlar, kadınlara yönelik cinsel saldırıları, karşı
tarafı aşağılanmak için güçlü bir silah gibi kullanmaktadır. Ne var ki, inşa
edilmek istenen ulusal anlatı gereği bu mevzu göz ardı edilmeli,
konuşulmamalıdır. Birbirini öldürmeye yer arayan iki devlet, tek bu konuda ağız
birliği etmiş gibidir. Manto tam da bu ikiyüzlülüğü eleştirmek ister.
Manto’nun kadınları ama özellikle
de fahişeleri anlatma tercihinin arkasında “anne” figürünün Hint kültüründe
önemli bir yer tutması olabilir. Öyle ki, Hindistan ulusal marşında da ülke
“anne” olarak (anayurt) görülür. Kitapta da “1919’dan Bir Hikâye”, “Siyah
Şalvar”, “Hakaret” ve “Duda Pehlivan” gibi öykülerde görünen fahişelerle, ideal
anne figürüne karşı bayrak açarken aslında yine, inşa edilmek istenen ulusal
anlatıya karşı gelir ve bu anlatının bütün ulusu kapsamadığına dikkat çekmek ister.
“Siyah Şalvar” öyküsünde Manto,
anne idealini tersine çevirir. Bir flanör gibi dolaşan fahişe karaktere, ülkede
hayatı birbirine bağlayan demiryolu ağlarını izlerken kendi bedenini de bir ağ
gibi düşündürterek, bir anneyi değil bir fahişeyi ulusal anlatının parçası
kılar. Ülkeye tarihi kişiliklerin, devrimcilerin değil sıradan insanın, en çok
eziyet görenin, yani fahişelerin gözünden bakan başka bir öyküsü olan “Hakaret”
ise insanlar arası hiyerarşiye ve iktidar ilişkilerine dair de güçlü bir anlatı
ortaya koyar.
Manto; ailenin, dinin, milliyetin
yani iktidarın diliyle yazmak yerine propaganda ve sloganlardan arındırılmış
tamamen sivil bir dil kullanmayı seçtiğinden olsa gerek, alkolik ve pornocu
olarak anılmış. Ahlak üzerine düşünmeyi kendisine iş edinmiş bir ironi üstadı
için ne büyük ironi. Kendisine yöneltilen müstehcenlik suçlamalarına karşı
onunkinden daha iyi bir yanıt olabilir mi?
“Öykülerimdeki tüm çirkinlikler
yaşadığımız zamana aittir. Hâlihazırda zaten çıplakken toplumun, kültürün ve
medeniyetin çamaşırını ben neden çıkarayım? İnsanlar bana kara kalem diyorlar.
Ben kara tahtaya siyah tebeşirle değil beyaz tebeşirle yazıyorum ki tahtanın
karalığı iyice belirgin olsun.”
Sonsözde Ali Çakmak’ın, Manto’nun
edebiyatını tarihi arkaplanla harmanlayarak ele aldığı uzun ama enfes yazısında
verdiği bilgilerden de büyük ölçüde yararlanarak, kitabın daha çok dikkat
çekmesi ümidiyle bu metnin kaleme alındığını belirtmeliyim.
6 Ekim 2023 Cuma
KURU OTLAR ÜSTÜNE: İMKÂNSIZLIĞI DÜŞLEMEK*
Nuri Bilge Ceylan birçok filminde olduğu gibi Kuru Otlar Üstüne’de de mekân
olarak taşrayı seçmiş. Bu seçimi bir süredir eleştiriliyor. Yakın zamanda
kendisine sorulan “Neden hep taşra?” sorusuna da, insanın her yerde aynı
olduğu, filmin nerede geçtiğinin bir önemi olmadığı şeklinde bir yanıt vermiş.
Hem yönetmenin yanıtını yanlışlamayan hem de taşra seçimine özel bir anlam
yükleyen bir bakış açısı olabilir mi? O zaman önce şunu sormalı: Taşra nedir?
Sözlüğe bakarsak taşra, “dışarılık” demek. Dışarısı anlamıyla taşra tek başına
bir metafora dönüşmüyor mu zaten? Merkezin dışında kalanı veya bırakılanı
simgeliyor. Bu anlamda, Ceylan’ın İstanbul’da geçen Uzak filmi bir taşra filmi değil belki ama anlatılan yine taşra; taşrada
büyümüş Mahmut karakterinin, Yusuf’un gelişiyle birlikte huzurunu kaçıran da
kendi içinde hep taşıdığı taşranın somut olarak karşısında zuhur ederek onu
yüzleşmeye zorlaması biraz da. Ceylan sadece taşrada geçen olayları değil bir
ruh hali olarak taşralılığı anlatır. Merkezin, iktidarın, çoğunluğun bir
parçası olamamak. Bu nedenle de Ceylan’ın filmleri, Kuru Otlar Üstüne dahil, doğrudan politika yapmaz ama politik
okumalara alan açar.
Ceylan’ın bu filmini de politik kılan bir şey varsa bu; filmde babası
jandarmalarca götürülmüş ve bir daha geri dönmemiş bir karakterin bulunması ve
bu karakterin dağa çıkmayı düşünmesi, doğrudan dile getirilmese de 10 Ekim
Ankara Gar Katliamı olduğunu anladığımız bir olayda bir karakterin bacağını
kaybetmiş olması ve bu karakterin örgütlü olması, yine doğrudan dile
getirilmese de bir öğrencinin anne ve babasının evde olmaması ama hayatta
olmasıyla onların dağa çıkmış olabileceğinin ima edilmesi, bir karakterin
akrabasının askeri istihbaratçı sanılarak öldürülmesi ve sonradan özür
dilenmesi gibi ülkenin siyasi gündeminden konular değildir. Bu değiniler
izleyiciye tek başına bir şey söylemez; bunlar sadece karakterlerin birer
fotoğrafıdır ve ülkenin portesini çizmekten ötesine hizmet etmez. Ötesini
filmin meselesinde aramak gerekir.
Kuru Otlar Üstüne
beyaz karda adeta kara bir leke gibi duran bir insan siluetiyle açılır ve o
kara leke “Yol Ver” tabelasının yanından köye yaklaşır. Nitekim film boyunca siluetin
sahibi kişinin kendi karanlığıyla yüzleş(eme)mesini ve köyde bir kara leke
olarak anılmaktan da kıl payı kurtulmasını izleriz. Siluetin sahibi Samet’i
oraya getiren şey bir okulda öğretmenlik yapmasıdır. Samet’in köye gelmesiyle
birlikte öğrenci sesleri duyulsa da kadrajda ilk olarak görülen, okul ve
öğrenciler değildir. Bir patisi sakatlanmış, sekerek yürüyen bir köpektir. Ve sokak
köpekleri filmde sık sık görünür. Veteriner dâhil kimse onları umursamaz ve
onlar için bir şey yapmaz. Çünkü bu köpekler sahipsizdir ve hesap soramaz.
Yani, sahipsiz bırakılan ve sesi çıkmayanlar bu topraklarda yazgısına karşı
koyamaz. Görevi hayvanlarla ilgilenmek olan bireyci ve keyfine düşkün veteriner
bir yana, örgütlü bir solcu olan Nuray bile köpekleri umursamaz, herkesin bir
kaderi vardır şeklinde konuyu geçiştirir; oysa bu, Nuray’ın inandığı mücadele
ve dayanışma ruhuna ters değil mi? Kimsesiz bırakılanları simgeler köpek; belki
Doğu’yu, hatta Doğu’nun içindeki Doğu’yu. Çünkü ister bireyci ister toplumcu
olsun herkes belirli ölçüde bencildir. Film boyunca başka karakterlerde de
görünür kılınır bu tutum: Öğretmenler yumurtaları çocuk okutan hademeden alarak
ona az da olsa yardımcı olma fikrini umursamaz, emniyette video oyunu oynamayı
tercih eden jandarma komutanı yolda kalmış adama yardım etmeye üşenir, okul
müdürü öğretmenlerin haksız yere suçlanmış olma ihtimalini bildiği halde olayı
çözmek için efor sarf etmeden onları doğrudan Milli Eğitim’e sevk eder, dağa
çıkmayı düşünen Feyyaz’ın daha annesine bile faydası yoktur. Kimse masum
değildir, kimse mükemmel değildir, kimse o kadar da ahlaklı veya özgecil
değildir. Bu şekilde film, başkarakterimiz Samet’e de bakacağımız perspektifin
sınırlarını çizer adeta. Ancak film, izleyiciden karakterleri yargılamasını
istemez. Filmdeki yaklaşım, karalamak değil karanlığa ışık tutmaktır. Bu
bağlamda, fonun sürekli aydınlık, beyaz olması da ayrı bir anlamlı. Nitekim
Samet okulun ışıklarını kapatmaya gittiği zaman karanlıkta duyduğu bir sesten
korkar. Samet’in korktuğu belki de karanlıkta kalmak, bir anlamda da kendi
karanlığıyla baş başa kalmaktır. (Yine de, ışıkları kapatılan yerin bir “okul”
olması, o sırada fenerin ışığının Atatürk’ün büstüne düşmesi gibi ayrıntılar da
manidar ve başka türlü bir yoruma da açık gibi duruyor.)
Daha bireyci Samet ile daha toplumcu Nuray’ın topluma katkı
sağlamak üzerinden birbirlerini eleştirdikleri yemek sahnesine kıyasla çok daha
kısa sürse de benzer bir sahne daha var filmde. Daha bireyci Veteriner ile dağa
çıkmayı düşünen Feyyaz’ın atıştıkları bu sahnenin filmde yer alması neden? Hem
de sonrasında izleyeceğimiz Samet ile Nuray’ın yemek sahnesi yeterince
çarpıcıyken. Veteriner ile Feyyaz atışırken, Samet atışmanın bir parçası
olmadığı gibi, konuyu değiştirip kapatmaya çalışır. Aslında Samet zorunda
kalmadıkça bu tarz tartışmalara umut bağlamayacak kadar kopmuş, yorulmuş gibidir
her şeyden. Mümkün ki, tartışılarak bir sonuç alınamayacağının, karşıt fikirli
birinin zaten ikna edilemeyeceğinin farkındadır ve bunu boşa bir çaba olarak
görür. Oysa Nuray’la yemekte üçüncü bir kişi de olmayınca, tartışmadan kaçma
şansı olmaz. Belki tam da bu nedenle, bu tartışmadan sonraki sahnede Samet
filmin kendisinden çıkıp, film setinde gezinmeye başlar. Bu yabancılaşma
tekniği kadar yabancılaşmanın neden tam da burada verildiği dikkate değer. Yemekteki
tartışma sahnesine kadar Samet’i aklımızda iyi kötü çizdiysek bile, Samet’in
hayatla, toplumla, insanlarla, mücadeleyle, umutla ilgili fikirlerini ilk kez
duyduğumuz sahnedir bu. Yönetmen önce Samet’i konuşturur uzun uzun; sonra da,
bunların hiçbir önemi yok ki, dercesine izleyiciyi sahneye yabancılaştırır.
Çünkü Samet inancını, umudunu, mücadele azmini yitirecek derecede
hissizleştiyse, bunları konuşmanın da hiçbir anlamı kalmaz. Samet filmin dışına,
sete çıkmadan önce Nuray ondan ışıkları kapatmasını ister. Okulda korktuğu,
yine de ışıkların tamamını kapattığı sahneden sonra, ışıkları kapatmaya gittiği
ikinci sahnedir bu. Ama bu kez, Nuray’ın evinde ışıkların tamamını kapatmaz,
adeta izleyiciye sinyal verir, bu kez izleyiciye bir itirafı varmış gibi.
Filmden sete çıkışıyla yaşanılan yabancılaşma sadece önceki tartışma sahnesini
değil sonraki seks sahnesini de etkiler, çünkü onun için nasıl demin
söylediklerinin bir anlamı yoksa, Nuray’la seks yapmasının da bir anlamı yoktur.
Uzun süredir bir kadınla birlikte olmadığından ihtiyaç duyması çok da
beklenmeyeceği halde, muhtemelen hiçbir şey hissetmediğinden, cinsel
performansı artırıcı bir hap alma ihtiyacı duyar. Onun karanlığı izleyici için
ilk kez bu kadar açığa çıkar bu yarım ışıkta.
Samet ilk başta Nuray’la ilgilenmez, hatta onu arkadaşı
Kenan’a ayarlamaya çalışır. Kenan ile Nuray’ın birbirleriyle görüşmelerini
Samet’ten saklayıp ona yalan söylemeleri onu harekete geçirir ama asıl neden bu
değildir. Ne zaman ki Samet, öğrencisi Sevim’in kendisine değil de bir
öğrenciye karşı hisler beslediğini fark eder, işte o zaman Nuray’la ilgilenmeye
başlar. Hiçbir hocanın bağırmadığı cici ve çalışkan öğrenci Sevim’i sınıfın
ortasında azarlar, sınıftan dışarı atar, bu da yetmez, koridorda duvara
yaslanmadan ayakta durmasını emreder, sınıfa dönünce öbür öğrencilere Sevim
gibi öğrencilerle arkadaşlık kurulmaması gerektiğini söylemeye kadar işi
götürür. Sevim üzülse de bozulsa da, Samet gider gitmez, bildiğini okuyarak
sırtını yine duvara yaslar. Samet’in de bunu tahmin etmesi zor olmamalı. Samet,
Sevim üzerindeki iktidarını yeniden tesis edemez. Kendisini iki kez şikâyet
eden Sevim’i yola getirmeyi ne kadar denerse denesin zaten içi soğumayacaktır,
çünkü Sevim’in sevdiği kişi o değildir. Sevim’le kaybettiği iktidarı Nuray’la yeniden
tesis etmek ister ve Nuray’ın ilgisine talip olur. Sevim’i küçümsediği o
coğrafyadan biri, üstelik kendisinden yaşça küçük ve konumca aşağıda biri
elinden almıştır. Nuray’ı da yine o coğrafyadan ve kendisinden aşağı gördüğü o
öğretmen grubundan biri olan Kenan’a kaptırmayacaktır.
Samet ile Sevim arasındaki ilişki, filmin tam merkezinde durur; Samet’in Sevim’e olan hisleri, filmin özünü oluşturur. Samet, sevmeyip kaçmak istediği, üstelik bir kadın olarak var olmanın çok daha zor olduğu bir coğrafyada cıvıl cıvıl, neşeli, hayat dolu bir kız çocuğu görür Sevim’de. Samet’i Sevim’e çeken de cinsellik değil bu canlılıktır. Samet, Sevim’in aşk mektubunu okuduğunda mektubun kendisine yazıldığına inanmak ister, çünkü Sevim’in kendisine değer vermesini ve hayranlık duymasını ister. Hayata karşı hiçbir şey hissetmeyen Samet onda çoktan yitirdiği bir şeyi bulur; Sevim’in yaşlarındayken Samet’in kendi edebiyat öğretmenine duyduğu, gerçek hayatta asla ciddi bir ilişkiye dönüşmesi mümkün olmayan ama bir daha asla da o kadar yoğun yaşayamadığı o masum hislerin, umudunu henüz yitirmediği günlerin özlemini çeker. Sanki bu hayat dolu kız onunla ilgilenirse yine içinde bir kıpırdanma yaşayacak, benzer bir his yakalayacaktır. Hatta Samet’in, Sevim’e hediye olarak bir ayna vermesi de, bir anlamda kendi hislerini ona yansıtmak istediğinden. Aynada kendisini görecek Sevim’e, bu anların, bu gençliğin, bu canlılığın değerini bil, der. Zira Samet’in filmin son sahnesinde de ifade ettiği gibi, bir gün Sevim de o otlar gibi kuruyacak, içinde çölden başka hiçbir şey kalmayacaktır. Yani, filmin adındaki kuru otlar aslında Samet’in iç dünyasını temsil eder. Samet’in hayata karşı tüm hisleri bu otlar gibi kurumuş, içi çölleşmiştir. Samet’in hissizliğinin doğrudan mekânla, yani Doğu’da küçük bir köyde sıkışıp kalmış olmasıyla alakası yoktur. Muhtemel ki Samet İstanbul’a gidince de içindeki taşrayı, çölü, kuru otları oraya da taşıyacak; Uzak’ın Mahmut’undan farksız olmayacaktır. Nuray’ın da dediği gibi, bütün sıkıntıların faturasını o bölgede oluşuna kesse de, insan nereye giderse gitsin kendisini de götürür.
Nitekim Samet’in hayata karşı hissizliğini son sahnede kendi
ağzından dinleriz. Samet’in kendisini açıklama yoluna gittiği bu son bölüm, bir
filmden ziyade bir romana ait gibi durur. Ceylan’ın zaten filmle söylemek
istediğini, bir de filmin sonunda ana karakteri konuşturarak özetlemesine, bu
kadar fazla açıklama getirmesine gerek var mıydı? Kimi izleyicinin her insan
gibi Samet’in de kompleks bir varlık olduğu gerçeğini gözden kaçırıp onun Sevim’e
ilgisini pedofili olarak yorumlayabileceğini tahmin ettiğinden, şüpheye yer
bırakmayacak derecede bir netlik kazandırmaya çalışarak, tehlikeli suların
önünü almak istemiş olabilir.
Filmin sonunda kar örtüsü kalkmıştır; Samet hem coğrafyanın
getirdiği zorluktan kurtulur çünkü oradan ayrılacaktır, hem de artık bir aydınlanma
arayışında değildir. Samet’in tepeye çıkıp her şeye oradan bakması da bu anlamı
pekiştirir: Hem herkese halen uzak –hatta gidişiyle fiziksel olarak da uzak–, hem
de kendi karanlığıyla artık yüzleşmiş, bir şeyleri içinde halletmiş ve genel
resme daha hâkim. Ve Samet kuru otlar üstünde canlı renkleri ve güzel ötüşüyle
bir kuş görür. Bu kuşu, içinden Sevim’e seslenirken görür. Kuş, Sevim’in
varlığında umudu simgeler. Samet önceden, umut etmenin yorgunluğu demişti ama kendisinin
beceremediğini Sevim’in becerebileceğine de inanmak ister: Hayatla doğrudan bağ
kurabilen umutlu biri olmak. Ama daha da önemlisi, hayal dünyasında bile olsa
halen hissederek yaşayabilmek ister.
*Samet filmin sonunda, “İmkânsızlığı düşlemiştim,” der.
25 Mayıs 2023 Perşembe
GERÇEKTEN KURAK BİR GÜNDÜ
Son iki senede izlediğim yerli filmler ve diziler o kadar kötüydü ki, Emin Alper’in Kurak Günler filmine çok kötü demek büyük bir haksızlık olur. Ama beni hem ideolojik duruşuyla hem içerdiği boşluklarla hayalkırıklığına uğrattığını inkâr edemem.
İnsanları ya iyi ya kötü şeklinde çizen
karikatürize bir bakış açısının ürünü bu film ile Tepenin Ardı gibi usta işi bir eserin aynı yönetmenden çıktığına
inanmak zor. Kurak Günler’in tematik
açıdan Tepenin Ardı’nın devamı niteliğinde
olabileceğini, tepenin ardında kalan yani görünmez olan şiddetin bu filmde
izleyiciye tepenin ardını göstererek görünür hale geleceğini, dört bir yanı
saran bir şiddete tanıklık edeceğimizi tahmin etmiştim. Ancak bunu yaparken, Türkiye’deki
toplumsal kutuplaşmayı eleştirmek şöyle dursun, ona hizmet eden bir film olmuş.
Ve biz enteller de, elbette AKP karşıtı duruşumuzla taraf oluyor ve muhafazakâr
köylüye tükaka, ezilen aydına yazık, diyoruz. Oysa, AKP’yi başa getiren
koşulları hazırlayan da bu bakış açısı değil miydi? Sanırım hiç ders çıkaramamışız.
Ayrıca film pat diye bitiveriyor; hızlı oluşu
nedeniyle zor kurulan bağlantı bir yana, filmin aydına önerisi kaçmak mı, yoksa
obruk gibi bir mucize beklemek mi? Hakkımızı arayınca olmuyorsa, zora gelince, başka
bir ülkeye mi kaçalım? Yoksa dışarıdan bir el kurtarsın mı bizi? gibi sorular
dolaşıyor aklımda. Bir araya gelip örgütlensek mesela olmaz mı? Sanırım bu bir
seçenek bile değil. Çünkü kasabada seçim olduğuna göre, en az iki siyasi parti
yarışıyor olmalı ama ne hikmetse, kasabada gazeteci dışında muhalif partinin
bir üyesi yok gibi bir tablo çizilmiş. Bir de, her şey, seçimin sonucuna
bağlıysa seçim böyle geçiştirilmeli miydi? Söz konusu bir film olduğundan
sürenin kısıtlı olduğunu tahmin edebiliyoruz ama işte bu noktada, yönetmen de
zekâsını ve yeteneğini konuşturarak bir çözüm bulabilirdi.
Başrollerdeki Selahattin Paşalı ve Ekin Koç’un
sürekli övülen oyunculuklarını iyi bulmadım. Gazeteci rolündeki Koç manken
gibi, niteliksiz bir dizinin karakteri gibi bir bakış ve duruş sergiliyor.
Özellikle ilk bölümde Erol Babaoğlu’nun oyunculuğunu beğenmiştim ama hikâyenin
gidişatı ve verilme şekli yüzünden bir zaman sonra onun oyunculuğu bile
inandırıcılığını yitirdi. Zaten genel olarak insanlar arasındaki ilişkinin iyi
verilemediğini, eşcinselliğin fazla belirsiz bırakıldığını, ilişkinin zorlama
ve halkın tepkisinin aşırı olduğunu, ortaya çıkan düşmanlığın, lincin
arkasındaki motivasyonun yetersiz kaldığını düşünüyorum.
Bazı sahneler, skeç olmaktan öteye geçememiş.
Doğrudan anlatım bir tercih olabilir ama bu kadar kör göze parmak olması şart
mıydı? Zaten Alper bir röportajında şöyle demiş: “Doğrudan olsun, açık olsun istedim. Hiç öyle kaygılarım
olmadı açıkçası. Bu biraz diğer filmlerime kıyasla daha lafını söyleme filmi
olduğu için, o konuda dilimin özel bir inceliği ve zarafeti olsun diye çok
düşünmedim.” Lafı söyleme filmi ne demek? Tepenin
Ardı, lafını söylemiyor muydu? Çok da güzel söylüyordu, hem de bu kadar
göze sokmadan, geveze olmadan.
Bu senenin favorisi üç film Kerr, Karanlık Gece, Kurak Günler
ve üçünün ortak noktası obruklar. Şu anda en az bir öğrenci Türkiye’nin
geçmişiyle yüzleşmesini Çağdaş Türk Sineması’nda obruklar üzerinden okuyan bir
makale yazıyor olmalı. Belirli dönemlerde ülke sinemaları da belirli bir konuya
odaklanıyor ama böyle aynı metaforda buluştukları nadirdir sanırım. Obruk yani
çukur deyince aklıma Dario Fo’nun sözü geliyor: “Başımız dik yürüyoruz çünkü
boğazımıza kadar boka battık.”
Ancak, son senelerde sadece izlediğim yerli
filmlere değil okuduğum yerli kitaplara da (hatta ikisi hakkında yazmıştım, bkz.
Kadastrocu, bkz. Bozlak) benzer bir tema hâkim: Gerçeğin üstünün örtülmesi, suçun
örtbas edilmesi. Faili meçhuller aydınlatılmadığı, susanlar konuşmadığı, adalet
yerini bulmadığı sürece bir yüz yıl daha aynı hikâyeyi anlatırız.
Ve faili meçhul suçların konu edinildiği bu
filmler ve kitaplar hep taşrada geçiyor. Neden kentte değil de taşrada? Kent
çok medeni de, taşra mı hep suçlu? Burada da yine başta bahsettiğim şeye
dönüyorum. Aydınlar olarak, toplumu kentli ve köylü diye ayırıp, kendimizi
kentli olarak taşralılıktan, köylülükten azade konumlamayı tercih ediyorsak
şayet, hadi ben demeyeyim de Nazım Hikmet desin: “Kabahatin çoğu senin canım
kardeşim”
NOT: Bu bir film incelemesi değil. 2022 Aralık'ta sinemadan çıktığımda kâğıda döktüğüm anlık hislerimden ibaret. Film Netflix'e geldi diye de tekrar izlemeyeceğim.
9 Mayıs 2023 Salı
Özcan Alper’le “Karanlık Gece” söyleşisinden notlar
Özcan Alper’in son filmi Karanlık Gece nihayet 28 Nisan’da vizyona giriyor. 18 Aralık 2022
tarihinde Sinematek’te izleme fırsatı yakaladığım filmden sonra yönetmenle
gerçekleştirilen söyleşiden önemli bulduğum birkaç noktayı paylaşmak istiyorum.
Ses kaydı alma/video çekme alışkanlığını halen edinemediğimden not tutuyorum,
bu nedenle cümleler yönetmenin birebir cümleleri değil, o konuşurken kâğıda
aktarabildiğim kadarından ibaret.
Kolektif kötülük, linç kültürü, olayların
üstünü örtme/olayları örtbas etme, toplumsal hafıza üzerine düşündürten bir
film Karanlık Gece. Hikâye günümüzde geçse
de filmin yüz yıllık bir hesaplaşmayı anlattığını söyleyen Alper, “Yüz yılın
Türkiye’sini anlatmak istesem nasıl anlatırdım?” fikriyle yola çıkmış.
İlk başta, olayı, mağdurun yani Ali’nin
penceresinden anlatmayı düşündüğünü ifade eden yönetmen; riskli bir tercih
yaparak tam tersinde karar kılmış ve olayı, suçun faillerinden birinin,
İshak’ın gözünden anlatmayı daha doğru bulmuş. Peki, ana karakter İshak neden
diğer köylülerden farklı? Aynı yerde, aynı tip bir ailede yetişmiş. Ne var ki,
İshak müzisyen; onu farklılaştıran şey, sanatın ona değmiş olması. Çocukluğu
bir dağ köyünde geçen ve İstanbul’da üniversiteye başlayana kadar sinemaya
gitmediğini söyleyen Alper, kamusal alanının ne kadar önemli olduğunu kendinden
bildiğini ifade ediyor. Kendisinin sinema okulunun, o zamanların TRT’si
olduğunu belirterek, dağ köyünde bir çocuğun sanatla tanışmasının ne kadar
değerli olduğunun altını çiziyor.
İşin içinde devlet
var, deyip, toplum olarak kendi üzerimize sorumluluk almaktan kaçtığımızı
söyleyen yönetmen, filmi birlikte yazdıkları yazar Murat Uyurkulak’la bu
noktaya çok dikkat etmişler. Kötülük meselesinde iyi-kötü gibi net ayırımları
savunmayan yönetmen, herkesin kendi içinde de kötülük olduğunu vurguluyor.
Sanatın da, kötülüğü bastırmaya yardımcı olduğunu ifade ediyor. İshak’ın
yolunun müzikle kesişmiş olması bu açıdan önemli. Çekiç Ali’yle, bozlak, yörük
geleneğinden, kültüründen gelen bir müzikle büyüyen birinin vicdanın da
gelişeceğine inanıyor: “Bu adam Neşet Ertaş dinliyorsa gerçekten içli içli,
yine de bir yerde bu adamın vicdanen dönebileceğini hissediyorsunuz.”
Filmlerin çok
izlenmesinin o kadar önemli olmadığını, filmlerin bir şekilde yolunu bulduğunu
söyledikten sonra, İstanbul, Ankara, İzmir dışındaki şehirlerde ilk filminden
beri dolaşma nedenini açıklıyor: “Çocukların ve gençlerin sanatla tanışma
meselesi Türkiye gibi bir coğrafyada inanılmaz önemli. Bu bir ekmek hakkı
kadar, barınma hakkı kadar önemli. Hatta şunu diyorum kültür de bir insan hakkı
olmalı. Bir edebiyatçıyla, bir müzisyenle, bir tiyatrocuyla karşılaşması
onların hayatında bambaşka bir pencere açabiliyor. İshak da müzikle
tanışabildiği için diğerlerinden ayrılabiliyor.” Irkçılığa, özgüven eksikliği
ve haset duygusunun hâkim olduğu bir coğrafyada İshak’ın yetenekli oluşuyla
farklılaşabildiğini ekliyor. Hatta film için düşünülen ilk isim de
“Akordiyoncu”ymuş.
Yönetmen erkeklik,
erillik, taşra gibi konuları ele alabileceği bir yerde büyümüş ama kendisi
köşeden izlemiş. “Hikâyeyi benden daha iyi anlatabilecek biri varsa yardım
isterim,” diyen Alper, yazar Uyurkulak’a senaryoyu gönderdikten sonra
Uyurkulak’ın kendisine, filmlerinde toplam iki küfür var, bu filmde rahat rahat
küfür edebilecek miyiz, dediğini gülerek aktarıyor.
Filmin sonunda umut
olmamasına istinaden, sanat eserinin umut yaratmasından ziyade gerçekle yüz
yüze getirip başka türlü bir düşünmenin kapısını açmasını daha umut verici
bulduğunu söylüyor. “İnsanlar karanlık şeyler yaşadığından eserden umut
bekliyor. Üstü örtülen meselenin açık edilip tartışılması daha büyük bir umut.
Siyasal kamplar üzerinden umut yaratmak gerçekçi gelmiyor.” Başka bir soruya
verdiği yanıtta da yine aynı noktayı vurguluyor: “Hakikat arayışı, umuttan daha
önemli. Vatansız hissettiğimiz için sanatçı oluyoruz. Solun kendisi milliyetçi
olmasaydı, Türkiye’de bu kadar rahat kötülük hikâyeleri dinlemezdik.”
Yönetmen, Taner Birsel’in canlandırdığı, oğlunu arayan baba karakterinin aslında daha fazla sahnesinin yer almasını arzu ediyormuş. Bence bu, yas tutamamakla ilgili bir yan hikâye olduğundan belki de ayrı bir filmin konusu olabilir.
Filmde
manzaralarıyla göz dolduran doğa ise rastgele bir fon değil; orman mühendisi
Ali’nin çevre bilincini de ortaya koyan bir mekân. Alper, insanın kendisi
doğanın bir parçası değil efendisi olarak görmesini eleştiriyor ve insanın yok
olmasının belki doğanın kurtuluşu için çözüm olduğunu ekliyor. On ağaç için
gerçekleştirilen Gezi Eylemi’nin toplumsal ve felsefi olarak çok büyük bir şey
olduğunu belirtiyor.
Emin Alper’in Kurak Günler filmiyle benzerliğe ilişkin
sorusunu şöyle yanıtlıyor yönetmen: “Ülkedeki gerçeklik bizi böyle bir
benzerliğe sürüklemiş. Demek ki biz büyük senarist değilmişiz, AKP senaristmiş.”
*Sürprizbozan*
Filmde göze çarpan bir kitap var; bu, Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ı. Filmde öldürülen karakterin adının Ali olarak
seçilmesinin nedeni, Sabahattin Ali’ye gönderme yapmak. Malum Sabahattin Ali de
karakolda işkence görmüş ve kafası parçalanarak öldürülmüştü. Filmde yazara yapılan
tek gönderme bu değil. Ali’nin öldürüldükten sonra atıldığı obruğun adı da
“Kuyucaklı Obruğu”. Sabahattin Ali, hem Murat Uyurkulak’ın hem de Özcan
Alper’in en sevdiği yazarlardanmış.
İnsanı kötülükten
kurtaracak şeyin vicdan duygusu olduğunu belirten yönetmen, filmi, bir esnafın
camına kartopu attığı gerekçesiyle öldürülen Nuh Köklü’ye ithaf etmiş. Yönetmen
burada kötülüğün sıradanlığına dikkat çekerek, Nuh Köklü’nün cenazesinin olduğu
gün, olay yerindeki fırının açık olduğunu ve insanların hiçbir şey olmamış gibi
ekmek almak için oraya gittiğini ifade ediyor. Yönetmen, politik değil gündelik
vicdan muhasebesini daha çok önemsediğine dikkat çekiyor. Tıpkı filmde olduğu
gibi gerçek hayatta da, “Katiller yakalanmıyor. Demek ki katillerin yakalanması
için daha çok uğraşmalıyız.”
*Bu yazı ilk olarak 26 Nisan 2023'te Parşömen Edebiyat'ta yayımlanmıştır.
3 Nisan 2023 Pazartesi
"Asi" üzerine iki çift lakırtı
Film IŞİD'in nasıl çocukların
beynini yıkadığını, kadınlara mal muamelesi yaptığını, sigarayı yasaklayıp
uyuşturucu bulundurduklarını, işkenceden zevk aldıklarını gösterdiği gibi
Avrupa'nın, mukim Müslüman çocukların Suriye'ye gitmesini engellemeye pek
uğraşmadığını da göstererek Avrupa’yı da eleştiriyor. Belçikalı
Müslüman yönetmenler Adil El Arbi ve Bilall Fallah iyi bildikleri bir dünyadan
sesleniyor bize. Verdikleri röportaja göre, kendi tanıdıkları da geçmiş bu
yoldan. IŞİD’e katılması için beyni yıkanan çocuklara gerçekte olan biteni
göstermek de istemişler. Filmde tanıdık bir ad da kulağa çalındı: Erdogan.
Cannes’ın en karanlık sayılabilecek filmi Asi ülkemizde gündeme gelemedi. Bu ara
bizim karanlığımız bize yettiğinden belki. Film beni çok heyecanlandırmıştı,
umarım nete düşer ve daha çok kişiye ulaşır.
Asi
filmi aklıma Hilafet (Kalifat, 2020)
adlı 8 bölümlük mini diziyi getirdi. Asi,
erkek çocukların; Hilafet’se genç
kızların nasıl kandırıldığına odaklanıyor. Hilafet,
çocukların psikolojisini ve motivasyonunu vermede Asi gibi başarılı değil, yine de çarpıcı. İyi bir ebeveyn
olmanın ne zor, çocukla doğru iletişimin ne önemli olduğunu düşündürtmüştü
dizi. Çocuk akıllı, derslerinde başarılı, açık fikirli bir ailede yetişmiş olsa
bile bu tuzağa düşebiliyor. Ne aptallar, nasıl inanıyorlar diye düşünmemeli,
çünkü onlar daha çocuk.
"Aİ" üzerine iki çift lakırtı
Robert Bresson’un Rastgele Balthazar’ından (1966) esinle Jerzy
Skolimowski’nin çektiği Aİ (EO, 2022) sömürü ve zulüm dolu medeniyette oradan
oraya sürüklenen bir eşeğin hikâyesi. 84 yaşındaki yönetmenin yenilikçi eseri,
bizi öbür canlılara karşı duyarlı olmaya çağırıyor. Başarıyor mu?
Şiddeti doğrudan göstermemesi anlaşılır ama hayvanlara yönelik zulmü
ucundan gösterince mezbaha, kürk endüstrisi vb. konularda video bile izlememiş
biri ne kadar empati kurabilir? Kameranın hayvanın bakış açısında konumlandırılması,
empatiye çağıran bir film için yerinde bir tercih, yine de hayvan gibi hissedip
düşünmeyi tek başına sağlayamıyor tabii.
Filmde baskın renk kırmızı, kana gönderme olmalı. Finalde, normal (!)
şartlarda eti tüketilmeyen eşek de ineklerle birlikte mezbahanın yolunu
tutarken film şunu diyor: Yediğiniz veya yemediğiniz bütün hayvanlar aynı.
Evdeki kedi ile tabaktaki kuzunun farkı yok. Fark, bakışımızda.
Polonya’nın Oscar adayı olmuş, Cannes’da Jüri Özel Ödülü almış Aİ.
Günah çıkarma, vicdan rahatlatma için bu biraz da. Mesela adayı belirledikten,
ödülü verdikten sonra et yemeyi veya hayvan sömürüsü ürün kullanmayı bırakayım
demişler midir? Neyse ki çekim sırasında ekipten bazıları et yemeyi bırakmış.