21 Mayıs 2025 Çarşamba

Küba: Başka Bir Dünya Halen Mümkün mü? - 1. Bölüm


Alain De Botton’un ifade ettiği gibi, bir yer en saf haliyle anılarda var olur, deyip 2024 yazında yaptığım Küba seyahatimden hatırımda kalanları yazdım. Az ama öz yazmak, güleryüzlü bir sosyalizmle yönetilen Küba bambaşka bir yer olduğundan tabii biraz zor oldu. Hem benim en çok merak ettiğim hem de araştırmalara göre en çok merak edilen ülke olan Küba’ya, Devrim/Ulusal İsyan Günü olarak kutlanan 26 Temmuz’dan bir gün sonra adım attım. Yedi yazıda anlatacağım Küba’nın beş şehrini arşınlayabildim: Varadero, Cifuengos, Trinidad, Santa Clara ve Havana. Bu yazı dizisinin, gitmeyi düşünenler için bir mini rehber işlevi görmesini de umuyorum çünkü internette Küba ile ilgili güncel Türkçe bilgi yok.

        Kısa Tarih

Küba’nın resmi adı Küba Cumhuriyeti ve 1959’dan beri sosyalizmle yönetiliyor. Dünyanın en büyük 17. adası olan Antillerin İncisi Küba 11,3 milyon nüfusa sahip. Tarihçiler “Cuba” sözcüğünün kökeni Taíno diline dayandığına inanıyor. “Güzel memleket, bereketli toprak” demek; yalan da değil. Guanahatabey ve Taíno yerlilerinin yaşadığı topraklara 1492’de sömürgeci Kristof Kolomb ve avanesi adım atmış. Tarihçiler, yerlilerin kendilerini böyle adlandırmadığını, bu adları onlara sömürgecilerin verdiğini söylüyor. Nitekim Kolomb da buraya “Isla Juana” adını vermiş; Jane/Joan/Joanna Adası gibi bir anlamı var. Yerli halkın çoğunu feci işkencelerle katlettiklerinden günümüzde yalnızca 5000 civarında gerçek Küba yerlisi kaldığına inanılıyor; onlarla karşılaşmak da hayli zor. Bazı noktalarda Küba yerlisi olduğunu iddia edenlere rastlanıyor ama bu kişiler öz hakiki Küba yerlisi mi, yoksa turistlerin kendileriyle fotoğraf çekilip para vermesi için böyle söyleyenler mi, ayırt etmek pek mümkün değil. Küba halkının kalanıysa sömürgeci İspanyolların ve –özellikle tarlalarda çalışmaları için– köle olarak getirdiği Afrikalıların soyundan. İspanyolların etkisiyle yerleşen Katolikliğe inananların sayısı %56 civarında. Afrikalıların etkisiyle, toprak, güneş ve suyu kutsallaştıran Santeria dinine inanların sayısıysa %20 civarında; kendi tapınakları var ve burada erkeklerin yanı sıra kadınlar da rahiplik yapıyor. Geriye kalan halkınsa %23’ü ateist.

Önce İspanyol, sonra Amerikan toprağı olan Küba, 1902’de bağımsızlığını kazanmış. İspanya ve ABD’ye karşı Küba’nın bağımsızlığı için mücadeleye adadığı hayatını daha 42 yaşındayken bu yolda kaybeden şair, yazar ve gazeteci José Martí, Küba’nın ulusal kahramanı ve simgesi. Öyle ki, ülkenin kurucusu olarak görüldüğünden kendisinin Fidel ve Che’den bile daha çok saygı gördüğü söylenebilir. Batista diktatörlüğü zamanında halkı yoksulluktan kırılan Küba, Amerikalı zenginlerin zevküsefa merkezi olmuş; bunun bir nedeni de Amerika’da o dönem uygulanan içki yasağı yüzünden Amerikalıların içip eğlenmeye Küba’ya gelmesi. Batista’yı devirmek için Fidel Castro ve 165 arkadaşı 26 Temmuz 1953’te Santiago’daki Moncada Kışlası’na baskın düzenlemiş ama başarısız olup tutuklanmış. Fidel yargılanırken de tarihe geçen o meşhur cümleyle biten savunmasını yapmış: “Sayın yargıç siz beni mahkûm edin! Tarih beni haklı çıkaracaktır!” 1955’te Meksika’ya geçip bu olaya atfen 26 Temmuz Hareketi adlı örgütü kurmuş. 1956’da Küba’ya dönüp Sierra Maestra Dağları’nda Batista’nın kuvvetleriyle savaşmış. 1959’da Santa Clara şehrinin düşmesiyle birlikte Batista ülkeden kaçmış. Devrimde Fidel kadar etkili öbür iki isimse Ernesto Che Guevara ile Camilo Cienfuegos. Fidel’in başbakan olmasıyla birlikte Amerikalılara ait olan evler ve araçlar başta olmak üzere her şey kamulaştırılarak halka verilmiş. Sonrasında da başta ABD olmak üzere Batı’nın Küba’ya ambargosu başlamış.

    Sosyal ve Ekonomik Durum

Fidel yönetiminde başlayan okuma-yazma seferberliği boyunca en az 16 yaşında olup hâlihazırda okuma-yazma bilenler ülkenin dört bir yanındaki kırsal bölgelere gönderilmiş ve devrimden önce ülke genelinde %40’ı geçmeyen okuma-yazma oranı sadece 1 senede %90’ın üzerine çıkarılmış. Şu anda %99,8. Biraz Türkiye’deki Köy Enstitüleri’ni hatırlatmıyor mu? Küba’da devlet bütçesinin %10’u eğitime ayrılıyor ve her 12 öğrenciye 1 öğretmen düşüyormuş. Ülkemizde milyarlar dökülen özel okullardan bile daha iyi bir rakam bu. Formalar da yine devletten.

Küba ekonomisi sadece şekerle ayakta kalamayınca, komünist Sovyetler ile Çin’den destek almaya başlamış – hatta Che’nin devrimi yaymak amacıyla ülkeyi terk etmesi biraz da Sovyetler’le uyuşamamasından kaynaklanıyor. Ne var ki, Sovyetler’in yıkılmasıyla birlikte Küba’da ekonomik kriz başlamış, devlet insanlara gerektiği kadar gıda yardımı yapamayınca insanlar da vücut ağırlığını ortalama %30 kaybetmiş. Venezuela devlet başkanı Chavez’in destek vermesiyle Küba toparlamaya başlamış. İki ülke arasındaki ilişkiler halen çok iyi.


Bu arada Fidel, dünyada en çok suikast girişimine uğrayan lider: 638 kez. Hatta bu konuda çekilmiş bir belgesel bile var: 638 Ways to Kill Castro (2006). Patlayıcı puro, patlayıcı deniz kabuğu, zehirli dondurma, et yiyen dalgıç kıyafeti, kalem şeklinde LSD dolu şırınga vs. Küçücük bir adanın, halkın desteğiyle kapitalizmden uzak yaşaması başta ABD olmak üzere Batı’ya nasıl bir korku salmışsa. Öğüten bir çarkın dişlisi olmayı kabul etmek yerine zor şartlarda umut yaratmanın bir bedeli var.

“Başka bir dünya mümkün” diyenlerin umudunu yeşerten Küba’da devlet –idealde her ülkede olması gerektiği gibi– halkın temel ihtiyaçlarını ücretsiz olarak karşılıyor: Ekmek, süt, yumurta, pirinç ve etin yanı sıra sağlık, eğitim, barınma hizmetleri ücretsiz; ulaşım da o kadar ucuz ki neredeyse ücretsiz. Sıcak memlekette ısınma/yakacak ihtiyacı zaten yok. Sanat da bir hak olarak görüldüğünden sanatsal etkinlikler Kübalılar için ya ücretsiz ya cüzi bir ücret karşılığında sağlanıyor. Tabii, oturduğunuz ev, kullandığınız araba, işlettiğiniz dükkân, yaptığınız üretimin bir kısmı (sanırım üçte biri) devlete ait ve bu durumdan rahatsız olanlar da yok değil (sanırım puro söz konusu olduğunda devlet tütün yapraklarının %90’ını alıyor mesela).

Ancak, adımını attığınız andan itibaren kendini her köşede hissettiren bir gerçek varsa o da, Küba’nın yoksulluğu. Aslında “yoksul” sıfatını kullanmaktan biraz imtina ediyorum. Mesela, ekonominin giderek daha da bozulduğu Türkiye’de iki kişinin de çalıştığı bir aile, bırakın ev almayı, kira ödemekte zorlanıyor; devlet hastanelerinde randevu ve hizmet almak zor, ulaşım özellikle büyük şehirlerde pahalı, okuma-yazma oranı daha düşük ve eğitimin niteliği giderek düşüyor. O zaman kim yoksul kim zengin? Evimiz yok ama borç harç yeni model bir akıllı telefon alabiliyoruz, zenginlik bu mu? Parıltılı bir dünyada güvensizlik ve geleceksizlik gibi daha çok.

Küba’nın yoksulluğunun ardındaysa Batı’nın uyguladığı ambargo yatıyor. Özellikle enerji ve hammadde alanlarında Küba’nın ithalat ve ihracat yapmasına başta ABD engel oluyor, bu yüzden sık sık elektrik kesintileri yaşanıyor. ABD’nin dibinde küçücük bir ülke olmasına rağmen ABD’ye tek başına kafa tutmuş, senelerce kendi kendine yetmek için çabalamış bir ülke burası. “Devrimi yaptık, artık evimize gidebilir miyiz?” diyenlere Che’nin yanıtını hatırlatmak lazım: “Sadece savaşı kazandık, devrim şimdi başlıyor.” Nitekim unutulmaya yüz tutan Havanalı müzisyenlerin hikâyesini anlatan Bueno Vista Social Club (1999) belgeselinde de “Devrim Sonsuzdur” tabelası asılı görünür.

Ne var ki, Fidel’in ölümünden sonra ABD ve Batı ile ilişkilerde başlayan yumuşama artarak devam ediyor. Hatta ABD’nin arka bahçelerinden Kanada şu anda Küba’ya petrol çıkarmak için yatırım yapmış; işletmelerini bizzat kendi gözlerimle gördüm. Anlatılanlara göre, belki beş belki on sene sonra Küba artık, bildiğimiz Küba olmayacak. Nitekim gelmeden önce burasıyla ilgili izlediklerim ve okuduklarımdan farklı bir Küba buldum. Öncelikle, insanlar anlatıldığı kadar mutlu mu, yoksa bu da turist çekmek için yaratılmış bir imaj mı, şüpheliyim. Yeni model cep telefonları ile lüks araçların da böyle yaygın olmasına şaşırdım.

1968’teki bir konuşmasında Fidel, Küba’daki tüm özel işletmeleri yasaklama kararını açıklarken kapitalizmin, asalaklığın ve insan sömürüsünün kökten yok edilmesi gerektiğini söylediğinde büyük alkış kopmuş. Çünkü kapitalistler başkalarının çalışması üzerinden hayatını sürdürüyor ve insanı insana düşman ediyor, oysa Fidel dayanışmaya inanıyordu. Ne var ki, Küba’da Komünist Parti artık özel işletmelere izin veriyor.

Küba’nın başlıca geçim kaynakları sırasıyla turizm, puro, şeker kamışı ve rom. Pandemi döneminde, teknolojik imkânları olmadığı halde tıpta oldukça ileride olan Küba, halkına kendi ürettiği aşıyı uygulamış ve ülkede korona kaynaklı ölüm oranı çok düşük olmuş – elbette bunda Küba’nın Batılılarla temasının sınırlı olmasının da etkisi vardır. Ancak, bu aşıyı kendi ülkesinin dışında satmasına izin verilmemiş. Bu dönemde ülkeye turist akışı kesildiğinden Küba iyice yoksullaşmış. Devletten en yüksek maaşı doktorlar alıyor fakat meslek gruplarının kazançları arasında büyük farklar yok; ne yazık ki rakamlar oldukça düşük. Pandeminin ülkenin birincil gelir kaynağı turizmi feci şekilde baltalaması nedeniyle 2020’den bu yana devlet, halkın temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyor ve insanlar yiyecek almak için uzun kuyruklarda bekliyor.

2021’den beri Kübalılar en fazla 100 kişilik olmak üzere küçük ve orta ölçekli işletmeler açabiliyor. Üretkenlik artmış mı, artmış. Ama beraberinde eşitsizlik de artmış. Devlet için çalışırken ayda 900 peso kazanan bir kişinin kazancı özel işletmede 15.000 pesoyu bulabiliyor. Ancak, doktorların, avukatların ve mimarların devlet için çalışması zorunlu ve kendi işyerlerini açmaları yasak. Bu da ortaya şöyle tuhaf bir durum çıkarmış: Doktorluk gibi daha fazla nitelik gerektiren işler daha az kazanç getirirken, barmenlik gibi daha az nitelik gerektiren işler daha fazla kazanç getiriyor. Hatta şöyle diyorlar: Küba’da kalp krizi geçirecekseniz barda geçirin, çünkü doktorların çoğu ikinci iş olarak barmenlik, garsonluk yapıyor.

Daha çok kazanmak için, devlette çalışmayı bırakıp tamamen özel sektöre geçenler olduğu gibi, ülkeyi terk edenler de var. Maalesef beyin göçü fazla, hem de istikamet pek ters: ABD. 2022’de ülkenin %2’si ABD’ye göç etmiş. Bunun nedeni sadece pandemi değil, ABD’nin de ambargoyu sıkılaştırmış olması. Düşmanı yara almış, bir de o vurmasın mı? Kıtlığın baş gösterdiği ülkede doktorlar kapağı başka ülkelere atmaya çalışınca, ülkenin meşhur tıbbı büyük bir darbe almış. Hal böyle olunca devlet, tıp alanında çalışan herkesin maaşına epey zam yapmış. Önceden 50 dolar olarak telaffuz edilen doktor maaşı şu anda 140 doları bulabiliyor. Bu arada, Küba harika doktorlar yetiştirse de sağlık hizmetleri, imkânsızlıklar nedeniyle biraz sorunluymuş. Bunun nedenleri arasında, yine ambargo kaynaklı olan altyapı ve ilaç eksikliği gösteriliyor.

Öte yandan, devrimin bazı konularda çağa uygun bir şekilde devam ettiğine inananlar da var. Örneğin, 2022 yılında yapılan referandumla birlikte eşcinsel evlilik ve eşcinsel çiftlerin evlat edinmesi yasallaşmış. Bundan yaklaşık 30 sene önce çıkan Çilek ve Çikolata (Fresa ya Chocolate, 1993) filmini de dönemini aşan cesaretinden dolayı kutlayıp anmalı: 70’lerde Fidel’den desteğini çeken, serbest piyasayı savunan ve sol karşıtı bir tutum edindiğinden Küba genelinde pek sevilmeyen Perulu yazar Mario Vargas Llosa’yı okumaktan çekinmeyen Kübalı eşcinsel bir erkek ile Che’nin yolundan gitmek isteyen Kübalı devrimci heteroseksüel bir erkeğin dostluğunun hikâyesi. Bu filmin onaylanıp Küba televizyonlarında yayınlanabilmesi için 14 yıl geçmesi gerekmiş. 2010’daki bir röportajda eşcinsellerle ilgili yöneltilen soruları Fidel, çok fazla sorunla boğuştukları için eşcinsellere yönelik geleneksel ayrımcılıkla ilgilenemedikleri mealinde yanıtlamış ve tüm sorumluluğu üstlenmiş.


*Küba yazı dizisinin devamında sırasıyla yer verilecek konular: Turizm, Gezmek, İletişim, Arabalar, Ulaşım, Mimari, Doğa, Yiyecek, İçecek, Puro, Hediyelik, Havaalanı, İnternet, Spor, Che, Santa Clara, Havana, Varadero, Cifuengos, Trinidad.

**Küba yazı dizisinin 2. Bölümü için bkz. https://erikhirsizi.blogspot.com/2025/05/kuba-baska-bir-dunya-halen-mumkun-mu-2.html

***Küba yazı dizisinin 3. Bölümü için bkz. https://erikhirsizi.blogspot.com/2025/06/kuba-baska-bir-dunya-halen-mumkun-mu-3.html

****Yazıda kullanılan bütün fotoğraflar bana aittir. Üstlerine tıklayarak fotoğrafları daha büyük ve daha net görüntüleyebilirsiniz.

27 Şubat 2025 Perşembe

Balkanlardan Gelen Soğuk Hava Dalgası

 



Goran Voynoviç’in Vatanım Yugoslavya[1] kitabını okurken karşıma şöyle bir deyim çıkmıştı: “Türk mezarlığının yanından geçer gibi geçti” (sayfa 11). Çevirmen notunda belirtilene göre bu deyim Sırpçada “selamsız sabahsız geçip gitmek” anlamına geliyor.

İstanbul’un önde gelen liselerinden birinde çalışan bir öğretmen arkadaşımın bana aktardığı bir olayı anımsattı. Bir gün öğrencilerine, “Türk”leri tanımlamak için hangi sıfatları kullanırdınız diye sormuş ve beyin fırtınası sonucunda ortaya çıkanların çoğu olumsuz nitelikte tabirler olmuş.

Sosyal medyada karşıma çıkan bir videodaysa,[2] 1958 senesinde Amerika’nın Öğrenci Değişim Programı’ndaki öğrenciler önyargı üzerine koşuyor. İzlanda’dan bir çocuk şöyle diyor:

“Çocukken şöyle dua ederdim. ‘Tanrım beni Türklerden koru. Ve yaramazlık yaptığımda annem ‘Türkler gelip seni alacak’ derdi.”

Yunanistan’dan bir çocuksa şöyle diyor:

“Türklerle ilgili fikirlerimiz halen aynı. Bugün bile birisi yemeğini kaba bir şekilde yediğinde genellikle ‘Sen Türk müsün?’ deriz.”

Türkiye’yi temsil eden Önder Güler adlı çocuğun yanıtından bir bölümse şöyle:

“Biz Türkler, diğer ülkelerin Osmanlı İmparatorluğu ile Modern Türkiye arasındaki farkı diğer ülkelerin görmelerini çok istiyoruz.”

Osmanlı İmparatorluğu’ndan yadigâr bir kana susamış “Türk” imajıyla ilk olarak kendisini göstermiş bir Türk karşıtlığı/Türkofobi olduğu malum. Oysa, Osmanlı’nın gözünde de Türkler köylüydü, kabaydı, cahildi. Kafası çalışmadığından anca askerlik yapabilirlerdi. Farklı ülkelerin Türkleri nasıl gördüğü ve geçmişteki Türk imajının çağdaş dünyada değişip değişmediği, değiştiyse ne kadar ve ne yönde değiştiği ayrı ve uzun bir araştırma konusu. Benim merakımı celbedense farklı dillerde “Türk” sözcüğünün kullanıldığı deyişler. Kendi dilimiz Türkçeden başlayalım. Bildiğim kadarıyla, böyle tek bir deyim var; o da tabii ki tarih boyunca Türklerin pek övünegeldiği savaşçılığıyla ilgili.

            Türk karır, kılıcı karımaz: Türk ihtiyarlığında bile genç gibi kılıç kullanır.

Bir zamanlar Avrupa’da dehşet rüzgârları estiren Türklerin, Avrupa dillerindeki deyimlerde nasıl yer aldığına bir bakalım.


Bulgarca

Турска работа (Turska rabota)
Türk işi: Gelişigüzel yapılmış iş

Седене по турски (Sedene po turski)
Türk gibi oturmak: Bağdaş kurmak

Türk'ün ayağının bastığı yerde ot bile büyümez.


Çekçe

Turecké hospodaření
Türk ekonomisi: Ekonominin çok kötü durumda olması

Poturčenec horší Turka
Türk özentisi Türk’ten daha kötüdür: Çok zalim olmak (Türk özentisi mi, yoksa sonradan Türk olan mı, demek istiyor, emin olamadım.)


Danca

Tyrkertro
Türk inancı: Bir şeye inatla aşırı inanmak


Felemenkçe

Roken als een Turk
Türk gibi sigara içmek: Çok sigara içmek

Rijden als een turk
Türk gibi araba sürmek: Berbat/tehlikeli bir şekilde araba kullanmak

Hij is aan de Turken overgeleverd
Türklerin insafına kaldı: Mağdur oldu/kendisine kötü davranıldı

Eruit zien als een Turk
Türk gibi görünmek: Pis görünmek


Fince

Kiroilee kuin Turkkilainen
Türk gibi küfür etmek: Ağzı çok bozuk olmak


Fransızca

Tête de turc
Türk kafası: Günah keçisi

Traiter quelqu’un de Turc à Maure
Birine Türk veya Mağribi gibi davranmak: Birine zalim ve acımasız bir şekilde davranmak

Fort comme un turc
Türk gibi güçlü: Çok güçlü

C'est un vrai turc
Gerçek bir Türk: Zalim


Hırvatça

Prolaziš pored (nečega) kao pored turskog groblja
Türk mezarlığının yanından geçer gibi geçmek: Selamsız sabahsız geçip gitmek

Pušiti ko Turčin
Türk gibi sigara içmek: Çok sigara içmek


İngilizce

A young Turk
Genç bir Türk: Kurulu düzene karşı radikal değişiklik isteyen genç biri

Turn Turk
Türkleşmek: Umutsuzca inatçı olmak; dönek olmak (Shakespeare)

Out-paramour the Turk
Gönül ilişkilerinde Türklere taş çıkarmak, Türklerden bile çok sevgilisi, metresi olmak


İspanyolca

Celoso como un turco
Türk gibi kıskanç: Çok kıskanç olmak

La cabeza de turco
Türk kafası: Günah keçisi


İsveççe

Att ta en Turkdusch
Türk duşu almak: Gerçekten duş almak yerine deodorant/parfüm banyosu yapmak


İtalyanca

Fumare come turchi
Türk gibi sigara içmek: Çok sigara içmek

Bestemmiare come un turco
Türk gibi lanet okumak: Tanrıya küfretmek

Puzza come un Turco
Türk gibi kokmak: Pis kokmak


Lehçe

Goły jak święty turecki
Bir Türk azizi gibi çıplak: Beş parasız olmak

Siedzieć jak na tureckim kazaniu
Türkçe dersi dinliyormuş gibi oturmak: Dinlemek ama hiçbir şey anlamamak (Polonyalılar, Türkçeyi çok zor anlıyormuş)

Siedzieć po turecku
Türk gibi oturmak: Bağdaş kurmak

Zawojowany Turek
Türk fethi: Sebepsiz yere çatışma çıkarmak


Macarca

Török átok
Türk laneti: Kötü komşu

Elkapni a turk
Bir Türk yakalamak: Uzun süre başınızı ağrıtacak beklenmedik bir sorunla karşılaşmak


Norveççe

Sint som en turk
Türk gibi kızgın: Çok kızgın


Rumence

Ești turc?
Türk müsün?: Aptal mısın?

Ești turc
Türksün: En basit şeyleri bile anlamıyorsun

A fuma ca un turc
Türk gibi sigara içmek: Çok sigara içmek

A sta turcește
Türk gibi oturmak: Bağdaş kurmak

Doar nu dau turcii
Türkler saldırmıyor: Acelesi yok

Horoz asla yumurtlamaz, Türk asla insan olmaz.


Sırpça

İnsanlar inşa eder, Türkler yıkar.


Slovence

Kaditi kot Turek
Türk gibi sigara içmek: Çok sigara içmek

Zbit kot turška fana
Türk bayrağı gibi yorgun: Çok yorgun


Yunanca

Καπνίζει σαν τούρκος
Türk gibi sigara içmek: Çok sigara içmek

εγινε Τουρκος / με εκανε Τουρκο
Türk olmak / Birini Türk yapmak: Kızmak / birini kızdırmak

Θες ν’ ακούσεις κάνα τούρκικο τώρα
Şimdi biraz Türkçe dinlemek ister misin?: Küfür etmemi mi istiyorsun?

Türk barıştan bahsettiğinde kendinizi savaşa hazırlayın.


Şampiyonluk Türklerin çok sigara içişinde; Avrupa’da otuzdan fazla ülke gezdim ve bu söylediklerinde çok haklılar (bir ihtimal Hırvatlar, sigara içmede Türklere yetişebilir, o da belki). Bulgarların da aşırı sigara içtiği söylenir ama henüz oraya gitmediğimden bu bilgiyi yerinde doğrulama şansım olmadı. Ancak, Hollandalılar bize biraz haksızlık etmiş, çünkü kimse Makedonlar kadar kötü araba kullanamaz. Makedonya’yı ziyaret edecek olanlara benden söylemesi.

Bu arada, üzülmeye gerek yok. Birçok Avrupa dilinde farklı ülkeler/milliyetler için de benzer tatta olumsuz deyimler mevcut.

İnternette bulabildiğim bilgilere güvenmek zorunda kaldığımdan, şayet yanlış ifade ettiğim veya yanlış yazdığım bir deyime denk gelirseniz lütfen uyarın ki düzelteyim. Ve elbette liste, genişletilmeye müsait. Önerilerinizi bekliyorum.



[1] Goran Voynoviç, Vatanım Yugoslavya (çev. Muharrem Rahte), Kutu Yayınları, İstanbul, 2002.

[2] https://twitter.com/Strepsiades_/status/1758818152815714569

21 Ocak 2025 Salı

"Aydınlık Hayallerimiz": Şehrin Ritmi, Kadının Rengi, Arzunun Politiği

 


Hintli yönetmen Payal Kapadia’nın ilk kurmaca filmi olan Aydınlık Hayallerimiz otuz yıldır Cannes’da yarışan ilk Hint filmi ve 2024 Cannes Büyük Ödülü’nü alarak dikkatleri üzerine çekti. Sinema deneyiminin kendisini büyüleyici bulsam da her filmin aynı şekilde büyüleyici olduğuna inanmıyorum. Ancak, renk ve ışık kullanımıyla bir rüyadaymış hissi veren bu film, büyüleyici sıfatını sonuna kadar hak ediyor. Üç emekçi kadının Mumbai şehriyle sarmaş dolaş hikâyesine yine bir kadın yönetmen şefkatli dokunuşuyla hayat verirken hikâyeyi politik açıdan da ince ince işliyor.

Yazının tamamına Bir Dünya Film sitesinden ulaşabilirsiniz.


30 Aralık 2024 Pazartesi

Dünyaya Yeni(den) Gelen Okurdan


Son kitabınız Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin’i okudum, yazdıklarınızın bana hep Ankara’yı hatırlattığını fark ettim. Oysa, Ankara bende bir yaradır.

“Bilinci kapalı kaldı bir süre,” diye devam etti. “Sonra ameliyatlar filan… Aylarca konuşmada ve yiyecekleri yutmada zorlandı… Şimdi iyi, yani fiziksel bir sorun yok… Konuşuyor, yürüyor… Ama…” (s. 72)

Uyanacağıma dair ümitler günbegün tükenirken, komaya girmemin üzerinden bir ay geçmişken hayata gözlerimi yeniden açtığım, yeniden doğduğum yer Ankara. Sonrasıysa nobran hemşireler, midemi kaldıran yemeklerle dolu bir hastanede yatağa bağlı olarak bir başıma geçirdiğim nihayetsiz günler, geceler. Üstelik yaşım daha altı; içi içine sığmayışın, yerinde duramayışın hınzır çağında bir veledin yapayalnız ve hareketsiz kalışının ona ne zor geldiğini ebeveynler ve öğretmenler rahatça tahayyül edebilir. Belki bir de Ayşe’nin abisi.

Kimsesiz kalınca yaranın kucak açacağını ben ilk o hastanede öğrendim. Bildiğim bütün masalları kendime anlattım. Eh tabii sonunda bunları tekrar tekrar kendime anlatmaktan ve dinlemekten sıkıldım, bu kez kendim hikâyeler yazmaya başladım. Gökyüzünü hapishane mahkûmları kadar bile göremiyordum. İki elimi yumruk yapıp sıkıca gözlerime bastırırdım. O zaman rengârenk yıldızlar dolanmaya başlardı önümde. Daha yataktan kalkamazken, dünyanın dışına adım atmış gibi olurdum.

Aylar sonra tekrar yürümeye başlamıştım. Hastaneyle ilgili ilk ve tek güzel anımı da o zaman sahiplendim. Verdikleri terlikler. Laciverde çalan mavi renkteydiler. İlk gençliğimde her duygulu yeniyetme gibi yazmaya soyunduğum ilk şiirlerden birinin adının Terlik olması o kadar da tuhaf değil hani. Sonra ayağımda terliklerle, beni aldıkları daha büyük odaya yürüdüm. Yürümek ne güzel şeydi! Hem orada başka çocuklar da vardı. Alışkın mıydılar benim gibi yalnızlığa? Ondan mı konuşmuyorlardı? Hayır, sadece yeni gelenle, benle konuşmuyorlardı. Dayım bana hediye olarak afili yeni terlikler getirdiğinde, devlet hastanesine düşmüş bu çocuklarla arama görünmez bir sınıfsal çizgi de çizilmiş oldu. İki minnacık bez parçası, arkadaş edinme şansımı sıfırlamıştı. Yumruklarımı daha çok bastırdım gözlerime, daha çok hikâye düşledim.

Yıldızlar gözüm açıkken de dans etmeye başlamıştı. Bunu babama söylediğimde hastanedeki uzun misafirliğim biter bitmez ilk iş beni bir göz doktoruna götürdü. Gözlerim maşallah sapasağlamdı. Psikolojik olabilir, demekle yetindi doktor. O zamanlar travma sözcüğü daha icat edilmemişti. Ama babam, gözlerinde yıldızlarla gezen kızını psikoloğa falan götürmedi. Bunun yerine Ankara’dan kasabamıza geri götürdü. Ben de gözlerimde yıldızlarla yaşamaya alıştım. Önümde bu kadar çok yıldız uçuşunca kendimi ay belledim, gece uykusunu terk eyledim. İçime yalnızca karanlıkta ışık tutabiliyorum, bütün sözcüklerimi yalnızca karanlıkta toplayabiliyorum. Gündüzleri bir hikâyeye sığınmak istediğimde kapıyorum gözlerimi. Açınca onlar uçup gitmeden hemen yazmam gerekiyor, çoğu kez yakalayamıyorum. Bakakalıyorum boşlukta süzülen hikâyelerin ardından. Sözcükler farklı farklı yönlere savrulurken hikâyelerim parçalanıyor. Yakında kırk sene dolacak ve ben halen hikâyelerimi bir araya getiremediysem biraz da bundan.

Sonraki senelerde sadece sınav, iş, düğün gibi zoraki nedenlerle günübirlik ayak bastım Ankara’ya. Koskoca ülkenin başkenti gönlümde bir hayalet şehir. Bütün bunların sizinle ne alakası var derseniz, ben sanki Ankara’yı sadece sizin kitaplarınızda sevebiliyorum. Seneler sonra yıldızlarımla birlikte bir gece okumaya başladığım ilk kitabınız, ne ironi ki, intihar eden bir kızı konu ediniyordu. O benim gibi dünyaya yeniden gelememişti.

Hikâye çıkarmak için insanın kuytularına elinizi sokup oraları iyice bir karıştırıyor olmalısınız. Biz okurlar da ana sahnenin dışındaki sıradan insanların ruhlarına giriş bileti alıyor olmalıyız kitaplarınızı alırken. Belki de kaderimiz adımızda gizli. Bıçakçı soyadı ne sert ama yazdıkları yumuşak ve nahif mi, yoksa içimizi böyle deşebildiğine göre keskin mi? Basit sözcüklerin yakıcı olabileceğini ben sizden öğrendim. Size aforizma yazarı dendiğini duymanın sizi eğlendirdiğini düşündüm. Acaba onlara bir nebze olsun hak verdiniz mi, yoksa bu aceleci çağın bir-iki cümleye indirgenmiş ifadelerden anlam çıkarma ustalarından olduklarını mı düşündünüz benim gibi? Bana öyle geliyor ki her cümleniz birbirine teyelli; birini koparırsanız, metin düşüp paramparça olur. Bu yüzden cümlelerinizi ancak birlikte okunduğunda anlamı bize sunacak şekilde kurmuş gibisiniz.

“Yaşadıklarımı birbirine teyelleme çabası,” demişsiniz siz de (s. 9). Halis Bey bu yüzden ansiklopedi yazıyormuş demek. Hikâyelerimi ilk paylaştığım blog’umun adı Teyel idi. Hayatla bağım o kadar ince, geçici, her an kopabilir ama işte beni hayata bağlayan da o teyel, yani hikâyeler. Ne tesadüf ki, sizden okuduğum ikinci kitap olan Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’den bir cümleyle açılıyordu blog’um:Yere çakılana kadar kanatlarımın olduğuna inanacağım.”

Çalakalemliğin verdiği ruhsuzlukla yazanları saymazsak, bir hikâyeyi kâğıda dökmenin ne zor olduğunu biliyorum. Ama siz bunu kendiliğinden, doğal bir şekilde yapıyormuşunuz gibi hissettiriyorsunuz. Bir yaprağın ağaçtan düşüp rüzgârda yol alması gibi. Yok, hayır, kirli bir dünyadan sesleniyorsunuz, sizin de pembe panjurlarınız yok. American Beauty filminin son sahnesi gibi daha çok; rüzgârda savrulan bir yapraktan ziyade rüzgârda savrulan bir poşet. “Bu ne pislik” deyip geçeceğimiz bir ayrıntıyı şiirselleştiriyorsunuz. Sanki hikâye yazmıyor da etiyle kemiğiyle hikâyeden ibaret bir bedeni dipdiri karşımıza dikiyorsunuz. Hikâye bazen düşüyor kalkıyor, bazen acısı sızlıyor, bazen de burukça tebessüm ediyor. Hikâyenin kalbi atıyor. Duyuyorum.

Sadece Filmlerde Ağlayabilen Adamla birlikte, evimin duvarında asılı resimlerin başköşesindeki bir Venedik tablosunun önünde duruyorduk. Bu resme bakınca gözüm ilkin şu küçük kara köpeğe ilişiyor, dedi. Bense vaktiyle büyük bir heyecanla aldığım o tabloda küçük kara bir köpek olduğunu unutmuştum – hem de küçük kara bir köpek dostum olmasını delice arzu ederken. Üstelik o resmi de hayran hayran daha dün seyretmiştim. Ama hep arka kısmındaki karmaşaya dalıyordum. Sadece Filmlerde Ağlayabilen Adama, uzaklara bakarken en yakındaki basit güzellikleri kaçırmışım, dedim. O günün akşamında kitabınıza döndüğümde sıra “Güzellik” bölümüne gelmişti. Bölüm bitince, birinin beni izleyip izlemediğini kontrol etmek istercesine, uzandığım koltuktan etrafıma bakındım gayriihtiyari. Truman Show’da mıyım? Sanki gündüzki resim sohbetinden sonra “Resim ile aranızda özel bir şey kalmamış,” cümlesini benim için yazmıştınız. Birbirini hiç tanımayan insanların ruhen akraba olabileceğini ben sizden öğrendim. (s. 77)

“Güzellik”ten sonra “Boşluk” bölümüne döndüm yine, orayı döne döne okuyordum zaten. Aralarda boşluk bırakıyordum. Artık değil. Boşluk bırakmadan yazıyorum. BoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşluk

Halis Bey’in “avuntular ansiklopedisi”nin bir benzeri benimki de – tabii “şiddetin, yoksulluğun, yabancılaşmanın alıp götürdüğü onca şeye rağmen insanın elinde hâlâ insanca bir şeyler kaldığı için yine bir anlığına sevinen” biri olarak kalmak için üstün çaba sarf ediyorum bugünlerde. Umudun hem kendini bu kadar yakın hissettiren hem de elde tutması güç bir şey olmasına şaşıyorum. Umut resimdeki küçük kara köpek gibi. (s. 94)

Halis Bey’e yazdırdığınız ansiklopedi bana Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar Ansiklopedisi’ni anıştırdı. Aklınızdan hiç geçmemişse bile ben yıldızlarımla birlikte öyle bir köprü kurdum bu iki kitap arasında. Ve öyle bir köprü ki, yaşam ile ölüm arasına teyellenmiş. İnceldiği yerden kopsun diyebilecek kadar anlam arayışını başına bela edip sonradan anlamı tamamen yitirmiş, hayatla bağı hafiflemiş olanlar için. Öte yandan da sadece onların geçmeyi becerebileceği bir köprü. Onlar dayanılmaz bir dünyada incelikleri iş edinmiş çünkü. Nasıl tutacaklarını bilmeleri tutunamadıklarından. Öbürlerinin yoluysa zaten o köprüye düşmeyecek.

Sanılmasın ki “kendini önemsemenin paslı tadı” ağzıma dolduğundan. Ben herhangi birinden fazlası olmadığımı bu sene öğrendim – hayır, bu kez sizden değil. Demek ki, ben gerçek anlamda öğrenmeye bu sene başlamışım. Ayşe gibi. “Sıradan biri olarak görünmeye kimsenin tahammül edemediğini” bildiğim halde, aynayı kendime çevirmem biraz uzun sürdü. Dünyaya yeni(den) gelişimin, ikinci kez yaşam üflenen bedenimi anneminkiyle takas ettiğim fikrinin yarattığı suçluluğun, onulmaz fiziksel ağrılara dayanabilsem de manevi ağrıların girdabında savrula savrula bozulan dengemin yarattığı eğretiliğin beni biricik kılmadığını anlamam çok uzun sürdü. Belki de ansiklopedinin suçluluk veya utanç maddesini bana yazdırmalıydı Halis Bey. (s. 119)

Hep aynı şeyleri yazıyormuşsunuz, eskisi kadar iyi yazmıyormuşsunuz, öyle diyorlar. Umurumda değil dedikleri. İyi ki yazmışsınız da köprüyü tekrar bir sallamışsınız. Böylece gözlerimdeki yıldızlar yeniden ama daha hızlı dönmeye başladı ve bakın ben yine kaleme sarıldım. Hadi diyorum kendime, hadi yaz. Yaran yeşeriyor bak, çiçek açacak.


15 Aralık 2024 Pazar

"Emilia Pérez": Türler Arası Çılgın Bir Seyir



Yeraltı Peygamberi (Un Prophète, 2009) filmiyle kalpleri çalan Fransız yönetmen Jacques Audiard’nın ses getiren son filmi Emilia Pérez (2024) Meksika’da üç kadının hikâyesini baş döndürücü bir tarzla anlatıyor. Rita, karısını öldürüp intihar süsü veren bir erkeği içi rahat etmese de işi gereği savunup temize çıkaran bir avukatken, bir mafya patronu da onu kendisine yardım etmeye zorlar. Böylece ikisinin de günahlarının kefaretini ödemeye çalışacağı yeni bir hikâye başlar.

İncelemenin tamamı Bir Dünya Film sitesinde. 


26 Kasım 2024 Salı

Sömürgeci Kibrin Aynasında "Koloni"


İrlandalı yazar Audrey Magee’nin kaleme aldığı, Niran Elçi’nin Türkçeye çevirdiği ve Delidolu’nun yayımladığı Koloni romanı hakkındaki yazım K24'te.

Roman, 1979 yılında tam bağımsızlık için mücadele eden İrlanda ile İngiltere arasındaki çatışmalardan uzaktaki ama bu çatışmaların gölgesindeki on iki haneli bir İrlanda adasına resim yapmaya gelen İngiliz bir ressamla, İngilizce yüzünden yok olmakta olan İrlanda dili Galceyi araştırmaya gelen Fransız bir dilbilimcinin atışmaları ve Adalılarla ilişkileri üzerinden sömürgecilik ve bununla bağlantılı olarak aidiyet ve kimlik üzerine düşündüren capcanlı bir hikâye anlatıyor. 


4 Ekim 2024 Cuma

"Beşinci Mühür": Vicdanın Sözü ve Eylemi Bir mi?


Beşinci Mühür (Az Ötödik Pecsét, 1976) filmine dair incelemem bir dünya film adresinde.

Macaristan’ın en iyi yönetmenlerinden Zoltán Fábri’nin filmini, bol ödüllü Macar yazar Ferenc Santa aynı adlı romanından uyarlayıp senaryolaştırmış.

Film II. Dünya Savaşı sırasında Budapeşte’de bir meyhanede bir saatçi, bir kitapçı, bir marangoz ve meyhanecinin sohbetiyle açılır; sonradan onlara asıl mesleği fotoğrafçılık olan bir asker de katılır. Ve bir soru üzerine tartışırlar. Öldükten sonra sadece şu iki kişiden biri olarak yeniden doğma şansınız olsa hangisini seçerdiniz: Kendisi ve gözü önünde sevdikleri işkence gören bir köle mi, yoksa işkence eden bir kral mı? Yani, sürekli acı veren mi, sürekli acı çeken mi? Seçimleri, kaderleri olacaktır.

Yaşamak için (masuma) kötülük yapabilir misiniz? Savaş, zulüm, şiddet, kötülük, iyilik, vicdan ve empati üzerine sorgulamaya iten bu felsefi filmi Onat Kutlar da olağanüstü bulmuş.

Filmdeki sürprizleri yazıda açık ettiğimden, filmi izledikten sonra yazıyı okursanız daha iyi olur.