21 Ocak 2025 Salı
"Aydınlık Hayallerimiz": Şehrin Ritmi, Kadının Rengi, Arzunun Politiği
30 Aralık 2024 Pazartesi
Dünyaya Yeni(den) Gelen Okurdan
Son kitabınız Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin’i okudum,
yazdıklarınızın bana
hep Ankara’yı hatırlattığını fark ettim. Oysa, Ankara bende bir yaradır.
“Bilinci kapalı kaldı bir süre,” diye devam etti. “Sonra
ameliyatlar filan… Aylarca konuşmada ve yiyecekleri yutmada zorlandı… Şimdi
iyi, yani fiziksel bir sorun yok… Konuşuyor, yürüyor… Ama…” (s. 72)
Uyanacağıma dair ümitler günbegün tükenirken, komaya
girmemin üzerinden bir ay geçmişken hayata gözlerimi yeniden açtığım, yeniden
doğduğum yer Ankara. Sonrasıysa nobran hemşireler, midemi kaldıran yemeklerle
dolu bir hastanede yatağa bağlı olarak bir başıma geçirdiğim nihayetsiz günler,
geceler. Üstelik yaşım daha altı; içi içine sığmayışın, yerinde duramayışın
hınzır çağında bir veledin yapayalnız ve hareketsiz kalışının ona ne zor geldiğini
ebeveynler ve öğretmenler rahatça tahayyül edebilir. Belki bir de Ayşe’nin
abisi.
Kimsesiz kalınca yaranın kucak açacağını ben ilk o
hastanede öğrendim. Bildiğim bütün masalları kendime anlattım. Eh tabii sonunda
bunları tekrar tekrar kendime anlatmaktan ve dinlemekten sıkıldım, bu kez
kendim hikâyeler yazmaya başladım. Gökyüzünü hapishane mahkûmları kadar bile göremiyordum.
İki elimi yumruk yapıp sıkıca gözlerime bastırırdım. O zaman rengârenk yıldızlar
dolanmaya başlardı önümde. Daha yataktan kalkamazken, dünyanın dışına adım
atmış gibi olurdum.
Aylar sonra tekrar yürümeye başlamıştım. Hastaneyle
ilgili ilk ve tek güzel anımı da o zaman sahiplendim. Verdikleri terlikler.
Laciverde çalan mavi renkteydiler. İlk gençliğimde her duygulu yeniyetme gibi
yazmaya soyunduğum ilk şiirlerden birinin adının Terlik olması o kadar da tuhaf değil hani. Sonra ayağımda
terliklerle, beni aldıkları daha büyük odaya yürüdüm. Yürümek ne güzel şeydi! Hem orada
başka çocuklar da vardı. Alışkın mıydılar benim gibi yalnızlığa? Ondan mı
konuşmuyorlardı? Hayır, sadece yeni gelenle, benle konuşmuyorlardı. Dayım bana
hediye olarak afili yeni terlikler getirdiğinde, devlet hastanesine düşmüş bu
çocuklarla arama görünmez bir sınıfsal çizgi de çizilmiş oldu. İki minnacık bez
parçası, arkadaş edinme şansımı sıfırlamıştı. Yumruklarımı daha çok bastırdım
gözlerime, daha çok hikâye düşledim.
Yıldızlar gözüm açıkken de dans etmeye başlamıştı. Bunu
babama söylediğimde hastanedeki uzun misafirliğim biter bitmez ilk iş beni bir
göz doktoruna götürdü. Gözlerim maşallah sapasağlamdı. Psikolojik olabilir,
demekle yetindi doktor. O zamanlar travma sözcüğü daha icat edilmemişti. Ama
babam, gözlerinde yıldızlarla gezen kızını psikoloğa falan götürmedi. Bunun
yerine Ankara’dan kasabamıza geri götürdü. Ben de gözlerimde yıldızlarla
yaşamaya alıştım. Önümde bu kadar çok yıldız
uçuşunca kendimi ay belledim, gece uykusunu terk eyledim. İçime yalnızca
karanlıkta ışık tutabiliyorum, bütün
sözcüklerimi yalnızca karanlıkta toplayabiliyorum. Gündüzleri bir hikâyeye
sığınmak istediğimde kapıyorum gözlerimi. Açınca onlar uçup gitmeden hemen
yazmam gerekiyor, çoğu kez yakalayamıyorum. Bakakalıyorum boşlukta süzülen
hikâyelerin ardından. Sözcükler farklı farklı yönlere savrulurken hikâyelerim
parçalanıyor. Yakında kırk sene dolacak ve ben halen hikâyelerimi bir araya
getiremediysem biraz da bundan.
Sonraki senelerde sadece sınav, iş, düğün gibi zoraki
nedenlerle günübirlik ayak bastım Ankara’ya. Koskoca ülkenin başkenti gönlümde
bir hayalet şehir. Bütün bunların sizinle ne alakası var derseniz, ben sanki
Ankara’yı sadece sizin kitaplarınızda sevebiliyorum. Seneler sonra
yıldızlarımla birlikte bir gece okumaya başladığım ilk kitabınız, ne ironi ki, intihar
eden bir kızı konu ediniyordu. O benim gibi dünyaya yeniden gelememişti.
Hikâye çıkarmak için insanın kuytularına elinizi sokup oraları iyice bir karıştırıyor
olmalısınız. Biz okurlar da ana sahnenin dışındaki sıradan insanların ruhlarına
giriş bileti alıyor olmalıyız kitaplarınızı alırken. Belki de kaderimiz
adımızda gizli. Bıçakçı soyadı ne sert ama yazdıkları yumuşak ve nahif mi,
yoksa içimizi böyle deşebildiğine göre keskin mi? Basit sözcüklerin yakıcı
olabileceğini ben sizden öğrendim. Size aforizma yazarı
dendiğini duymanın sizi eğlendirdiğini düşündüm. Acaba onlara bir nebze olsun
hak verdiniz mi, yoksa bu aceleci çağın bir-iki cümleye indirgenmiş ifadelerden
anlam çıkarma ustalarından olduklarını mı düşündünüz benim gibi? Bana öyle
geliyor ki her cümleniz birbirine teyelli; birini koparırsanız, metin düşüp
paramparça olur. Bu yüzden cümlelerinizi ancak birlikte okunduğunda anlamı bize
sunacak şekilde kurmuş gibisiniz.
“Yaşadıklarımı birbirine teyelleme çabası,” demişsiniz siz de (s. 9).
Halis Bey bu yüzden ansiklopedi yazıyormuş demek. Hikâyelerimi ilk paylaştığım
blog’umun adı Teyel idi. Hayatla
bağım o kadar ince, geçici, her an kopabilir ama işte beni hayata bağlayan da o
teyel, yani hikâyeler. Ne tesadüf ki, sizden okuduğum ikinci kitap olan Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’den bir cümleyle açılıyordu blog’um: “Yere
çakılana kadar kanatlarımın olduğuna inanacağım.”
Çalakalemliğin verdiği ruhsuzlukla yazanları saymazsak,
bir hikâyeyi kâğıda dökmenin ne zor olduğunu biliyorum. Ama siz bunu kendiliğinden,
doğal bir şekilde yapıyormuşunuz gibi hissettiriyorsunuz. Bir yaprağın ağaçtan
düşüp rüzgârda yol alması gibi. Yok, hayır, kirli bir dünyadan sesleniyorsunuz,
sizin de pembe panjurlarınız yok. American
Beauty filminin son sahnesi gibi daha çok; rüzgârda savrulan bir yapraktan
ziyade rüzgârda savrulan bir poşet. “Bu ne pislik” deyip geçeceğimiz bir
ayrıntıyı şiirselleştiriyorsunuz. Sanki hikâye yazmıyor da etiyle kemiğiyle
hikâyeden ibaret bir bedeni dipdiri karşımıza dikiyorsunuz. Hikâye bazen düşüyor
kalkıyor, bazen acısı sızlıyor, bazen de burukça tebessüm ediyor. Hikâyenin
kalbi atıyor. Duyuyorum.
Sadece Filmlerde
Ağlayabilen Adamla birlikte, evimin duvarında asılı resimlerin başköşesindeki
bir Venedik tablosunun önünde duruyorduk. Bu resme bakınca gözüm ilkin şu küçük
kara köpeğe ilişiyor, dedi. Bense vaktiyle büyük bir heyecanla aldığım o
tabloda küçük kara bir köpek olduğunu unutmuştum – hem de küçük kara bir köpek
dostum olmasını delice arzu ederken. Üstelik o resmi de hayran hayran daha dün seyretmiştim.
Ama hep arka kısmındaki karmaşaya dalıyordum. Sadece Filmlerde Ağlayabilen Adama, uzaklara
bakarken en yakındaki basit güzellikleri kaçırmışım, dedim. O günün akşamında kitabınıza
döndüğümde sıra “Güzellik” bölümüne gelmişti. Bölüm bitince, birinin beni izleyip
izlemediğini kontrol etmek istercesine, uzandığım koltuktan etrafıma bakındım
gayriihtiyari. Truman Show’da mıyım? Sanki
gündüzki resim sohbetinden sonra “Resim ile aranızda özel bir şey kalmamış,” cümlesini
benim için yazmıştınız. Birbirini hiç tanımayan insanların ruhen akraba olabileceğini
ben sizden öğrendim. (s. 77)
“Güzellik”ten sonra “Boşluk”
bölümüne döndüm yine, orayı döne döne okuyordum zaten. Aralarda boşluk bırakıyordum.
Artık değil. Boşluk bırakmadan yazıyorum. BoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşlukBoşluk
Halis Bey’in “avuntular ansiklopedisi”nin bir benzeri benimki
de – tabii “şiddetin, yoksulluğun, yabancılaşmanın alıp götürdüğü onca
şeye rağmen insanın elinde hâlâ insanca bir şeyler kaldığı için yine bir
anlığına sevinen” biri olarak kalmak için üstün çaba sarf ediyorum bugünlerde.
Umudun hem kendini bu kadar yakın hissettiren hem de elde tutması güç bir şey
olmasına şaşıyorum. Umut resimdeki küçük kara köpek gibi. (s. 94)
Halis Bey’e yazdırdığınız ansiklopedi bana Oğuz Atay’ın
Tutunamayanlar Ansiklopedisi’ni anıştırdı. Aklınızdan hiç geçmemişse bile ben
yıldızlarımla birlikte öyle bir köprü kurdum bu iki kitap arasında. Ve öyle bir
köprü ki, yaşam ile ölüm arasına teyellenmiş. İnceldiği yerden kopsun
diyebilecek kadar anlam arayışını başına bela edip sonradan anlamı tamamen yitirmiş,
hayatla bağı hafiflemiş olanlar için. Öte yandan da sadece onların geçmeyi
becerebileceği bir köprü. Onlar dayanılmaz bir dünyada incelikleri iş edinmiş
çünkü. Nasıl tutacaklarını bilmeleri tutunamadıklarından. Öbürlerinin yoluysa
zaten o köprüye düşmeyecek.
Sanılmasın ki “kendini önemsemenin paslı tadı” ağzıma
dolduğundan. Ben herhangi birinden fazlası olmadığımı bu sene öğrendim – hayır,
bu kez sizden değil. Demek ki, ben gerçek anlamda öğrenmeye bu sene başlamışım.
Ayşe gibi. “Sıradan biri olarak görünmeye kimsenin tahammül edemediğini”
bildiğim halde, aynayı kendime çevirmem biraz uzun sürdü. Dünyaya yeni(den) gelişimin,
ikinci kez yaşam üflenen bedenimi anneminkiyle takas ettiğim fikrinin yarattığı
suçluluğun, onulmaz fiziksel ağrılara dayanabilsem de manevi ağrıların girdabında
savrula savrula bozulan dengemin yarattığı eğretiliğin beni biricik kılmadığını
anlamam çok uzun sürdü. Belki de ansiklopedinin suçluluk veya utanç maddesini
bana yazdırmalıydı Halis Bey. (s. 119)
Hep aynı şeyleri yazıyormuşsunuz, eskisi kadar iyi
yazmıyormuşsunuz, öyle diyorlar. Umurumda değil dedikleri. İyi ki yazmışsınız
da köprüyü tekrar bir sallamışsınız. Böylece gözlerimdeki yıldızlar yeniden ama
daha hızlı dönmeye başladı ve bakın ben yine kaleme sarıldım. Hadi diyorum
kendime, hadi yaz. Yaran yeşeriyor bak, çiçek açacak.
15 Aralık 2024 Pazar
"Emilia Pérez": Türler Arası Çılgın Bir Seyir
Yeraltı Peygamberi (Un Prophète, 2009) filmiyle kalpleri çalan Fransız yönetmen Jacques Audiard’nın ses getiren son filmi Emilia Pérez (2024) Meksika’da üç kadının hikâyesini baş döndürücü bir tarzla anlatıyor. Rita, karısını öldürüp intihar süsü veren bir erkeği içi rahat etmese de işi gereği savunup temize çıkaran bir avukatken, bir mafya patronu da onu kendisine yardım etmeye zorlar. Böylece ikisinin de günahlarının kefaretini ödemeye çalışacağı yeni bir hikâye başlar.
İncelemenin tamamı Bir Dünya Film sitesinde.
26 Kasım 2024 Salı
Sömürgeci Kibrin Aynasında "Koloni"
İrlandalı yazar Audrey Magee’nin kaleme aldığı, Niran Elçi’nin Türkçeye çevirdiği ve Delidolu’nun yayımladığı Koloni romanı hakkındaki yazım K24'te.
Roman, 1979 yılında tam bağımsızlık için mücadele eden İrlanda ile İngiltere arasındaki çatışmalardan uzaktaki ama bu çatışmaların gölgesindeki on iki haneli bir İrlanda adasına resim yapmaya gelen İngiliz bir ressamla, İngilizce yüzünden yok olmakta olan İrlanda dili Galceyi araştırmaya gelen Fransız bir dilbilimcinin atışmaları ve Adalılarla ilişkileri üzerinden sömürgecilik ve bununla bağlantılı olarak aidiyet ve kimlik üzerine düşündüren capcanlı bir hikâye anlatıyor.
4 Ekim 2024 Cuma
"Beşinci Mühür": Vicdanın Sözü ve Eylemi Bir mi?
Beşinci Mühür (Az Ötödik Pecsét, 1976) filmine dair incelemem bir dünya film adresinde.
Macaristan’ın en iyi yönetmenlerinden Zoltán Fábri’nin filmini, bol ödüllü Macar yazar Ferenc Santa aynı adlı romanından uyarlayıp senaryolaştırmış.
Film II. Dünya Savaşı sırasında Budapeşte’de bir meyhanede bir saatçi, bir kitapçı, bir marangoz ve meyhanecinin sohbetiyle açılır; sonradan onlara asıl mesleği fotoğrafçılık olan bir asker de katılır. Ve bir soru üzerine tartışırlar. Öldükten sonra sadece şu iki kişiden biri olarak yeniden doğma şansınız olsa hangisini seçerdiniz: Kendisi ve gözü önünde sevdikleri işkence gören bir köle mi, yoksa işkence eden bir kral mı? Yani, sürekli acı veren mi, sürekli acı çeken mi? Seçimleri, kaderleri olacaktır.
Yaşamak için (masuma) kötülük yapabilir misiniz? Savaş, zulüm, şiddet, kötülük, iyilik, vicdan ve empati üzerine sorgulamaya iten bu felsefi filmi Onat Kutlar da olağanüstü bulmuş.
Filmdeki sürprizleri yazıda açık ettiğimden, filmi izledikten sonra yazıyı okursanız daha iyi olur.
11 Eylül 2024 Çarşamba
"Kara Kaplı"
*Yazı, kitapla ilgili bazı sürprizleri açık etmektedir.
Hep Aynı Sabaha
Uyandım (2016) ve Muzaffer İzgü Öykü Ödülü’nü alan Bozma Kızın Moralini (2018) adlı öykü kitaplarından sonra yazar
Semra Bülgin’in Kara Kaplı adlı öykü
kitabı Ekim 2021’de Sel Yayıncılık etiketiyle raflarda yerini aldı. Bu yazı ise
kitabı, kadın ve çocuk karakterler üzerinden ele almayı amaçlıyor.
Kitapta yer alan dokuz öykünün ilk bakışta sıradan gibi duran
adları, öykünün meselesini açık etmiyor ve ancak öyküyü okuyup bitirdikten
sonra okurun zihnindeki anlam kümesinde yerini buluyor. Benzer bir şekilde,
çoğu karakter ile adının arasındaki dikkat çekici uyum da özenli bir seçimin
söz konusu olduğunu düşündürüyor.
Açılışı yapan ilk öykünün “Adımı Çaldılar” şeklindeki
göndermesi de bunu destekler nitelikte. Bu ters köşe yapan türden “kadın”
öyküsü, kitaba hâkim tonun da bir göstergesi. Son zamanlarda sosyal medyadaki
çoğu feminist hareketin sıkça başvurduğu “Kadın kadının yurdudur” sloganına şerh
düşen bir hikâye bu: Evin içindeki kadınlar ile ev içlerini sıkıntılı bulan,
evin dışından bir kadının karşılaşması denebilecek hikâyede hemen hemen tüm
kadınlar Suzan’a düşman. Bunun nedeni, Suzan’ın genel normlara uygun olmayışı nedeniyle
“ahlaksız” görülmesi mi, yoksa diğerleri gibi mutsuz bir evliliğe kendisini
hapsetmeden ve kocasını elinde tutmak gibi bir görevin altına girmeden gönlünce
hareket edebilmesi mi? “Şehirdeki pek çok kadın gibi onun da beni yaşamdan
alamadıklarının borçlusu saydığı aşikâr,” (s. 10).
Ahlak demişken; kendisini diğer kadınlarla kıyaslayan,
birbirlerine habis bir merak duyan, kendi hemcinsi için “o kız, yakacak oğlanın
başını” ve “hevesini alsın oğlan, bırakır nasıl olsa” (s. 15) diyerek genç bir
kadının değil de erkeğin yanında yer almayı tercih eden, bir erkekteki tavır
değişikliğinin müsebbibi olarak erkeği değil başka bir kadını gören ve daha
yaşlıca bir kadınla “bu yaşında ne işine yarayacaksa” (s. 16) diye dalga geçen
kadınlar ne kadar ahlaklı ve bu kadınlar mı birbirinin yurdu olacak? Öyküde bir
noktada Suzan’a, Metin’le ilgili ne yapacağı konusunda fikir değiştirten tam da
bu.
“Adımı Çaldılar”
öyküsünün adının sırrı, öykünün ikliminde saklı. Karda kışta ağdacı Gülten’e
giden Suzan, başka bir kadına inat olsun diye onun tam karşısına otururken
“Sobaya yakın olayım, üşüdüm biraz,” diyor (s. 13). Diğer kadın da inadına
“Kötü koktu burası Gülten, biraz cam açsan,” diyor (s. 14). Sıcak ile soğuk
üzerinden adeta zıt kutupların bir çarpışmasına dönüyor buğular içindeki ortam ve
intikam çanları çalıyor sonunda. Suzan bütün hikâye boyunca adından ziyade
“orospu” olarak anılıyor. “Suzan” adıysa ilk anlamıyla “yakan, yakıcı”; ikinci
anlamıyla “ateşli, coşkulu” demek. Öykü de, adının çalınmasına bu mealde başka
bir boyut katan bir sonla kapanıyor.
Bülgin, iğneyi de çuvaldızı da eksik etmeyen ve kendi
anlatıcısıyla dalga geçebilen bir tavırla, kadınlık hallerini politik doğrucu
bir kanala sapmadan doğal bir rahatlıkla kaleme alırken, erkeklik hallerini de
ince gözlemlerle beslediği ifadelerle yeriyor. Kentlilerin ilişkilerine
yoğunlaştığı öykülerinde, kadınların erkeklerle olumsuz deneyimlerini ele alışı
içeriden ama tarafsız. “Konuşmadan Anlaşırız” ve “Bir İhtimal” adlı öykülerde,
başka bir kadınla yaşanan/yaşanmış ilişki aksi yönde bir hareketi telkin
etmesine rağmen anlatıcı kadın, söz konusu erkekle ilişkiye girmekten
kaçınmıyor. Bu iki öyküde dikkat çeken; söz konusu erkek, kadına yönelik
duygusuz tavrını açık ettikten sonra bile, kadının o erkeğin peşini bırakmak
istemeyen, onunla birlikte olma ihtimaline bel bağlayabilen ve romantizmden
ziyade bir zaaf, bir takıntı izlenimi uyandıran hissiyatı.
“Aslında gerçeği duymak istemiyordum. İçimde tek bir şeyin
korkusu vardı. O odadan çıkacağımızın ve bir daha Ozan’ı göremeyeceğimin
korkusu. Telaşla söylenecek bir yalana, onun için önemli olduğumu gösterecek
bir çabaya razıydım,” (“Konuşmadan Anlaşırız”, s. 45).
“Bazen öyle derin bir suçluluk, öyle büyük bir utanç
duyuyorum ki bütün taleplerimden vazgeçip bu savaşı sonlandırmak istiyorum. Bahane!
Direncimi zayıflatan içimden söküp atamadığım ümit. Yeniden Selim’le birlikte
olma ümidi: Onun istediği kadar ve onun istediği zamanda. Başından beri olduğu
gibi,” (“Bir İhtimal”, s. 58).
Bu iki öyküde kadın-erkek ilişkilerine yönelik bu tür bir
perspektif; erkeğin istediğini aldıktan sonra kadını yarı yolda bırakmaktan
çekinmemesini konu edinen salt erkek düşmanı ancak pasif sayılabilecek bir
yaklaşım yerine, eleştiri oklarını kadından da esirgemeyerek hatayı iki cinse paylaştıran
ve kadının da bir durup kendi içine bakarak kendini değiştirme gücü taşıyan bir
eyleme geçmesini salık vermesi şeklinde ele alınabilir.
İlk öykü “Adımı Çaldılar” ile son öykü “Kapıların Ardında” birbirini
bütünleyen hikâyeleri iki farklı bakış açısından anlatıyor: ilkinde çocuksuz
Suzan’ın, öbüründe bir çocuğun ağzından. Böylece, kırgın ve bölünmüş yaşamların
yakası iyi öyküde bir araya gelerek, evin dışı ile evin içi, gerçek bir ev
resmini tamamlıyor. İlk öyküde Suzan’ın sert ve gerçekçi bakış açısı kadar
bildiğimiz bir “ev” kavramı söz konusuyken, son öyküde bir kız çocuğunun
gözünden daha ayrıntılı ve fakat nahif bir anlatımla “ev” ortaya seriliyor. Suzan
içten içe kendisine ait olması gerektiğine inanarak gıpta ettiği normal bir ev
hayatının bir kadın için mutluluk dolu olmadığını tahmin ediyor aslında. Ne var
ki, asıl son öykü, ev içi mutsuzluktan en çok mustarip olanların, ebeveynler
değil çocuklar olduğuna dikkat çekiyor. Ekseriyetle ayrılık, boşanma ve aldatma
temalarının ön plana çıktığı öykülerin bu son öyküyle okura son sözü de sanki
bu. Öykülerin bir kısmında yer alan çocuk karakterler, bu sert soluklu
sayılabilecek öykülere, bir şefkat molası gibi görünen ama öyküleri daha da
derinleştiren kesikler atıyor. Öyküler arasında dolaşan kediler ve köpekler ise
insan ilişkilerinin ötesinde bir masumiyet arayışı gibi. Nitekim kitabın belki
de en ümitvar öyküsü “Eksi Bakiye” de bir hayvan meselesi.
“Adımı Çaldılar”daki görece sıradışı karakterin bile
saklayamadığı çocuk hasreti “Sonsuz”da bir yan konu olmaktan çıkıp öykünün ana
konu koltuğuna oturuyor. Çocuklar, kadınların sahip olamayışıyla, yani
yokluklarıyla var. Anne olamayan bu kadınların hikâyeleri, bedenlerine yönelik ciddi
birer zayiatla sonlanarak adeta bu eksikle var olamayacaklarını imliyor: Kışkırtıcı
bedeniyle tüm erkekleri kapısına dizen Suzan da olsa, kocasının çok “kadın” bulduğu,
kusursuz gördüğü Şükran da olsa –yani güzelliklerine rağmen– bu böyle. Ve
toplumda ayrıksı bir portre çizen Suzan da olsa, evinin kadını olan Şükran da
olsa –yani toplumsal konumlarından bağımsız olarak– bu böyle. Kitaptaki başka
kimi öykü de kadınların ruh halini suçluluk ve utanç gibi kendi içinde baş
edilmesi güç duygularla vererek kadının varoluşunu, kendine yönelik bakışına
bağlıyor gibi görünüyor. “Sonsuz”da bizzat Şükran kendisini eksik ve bu yüzden
kusurlu sayıyor, başkalarının gözünde
kendisini acınası buluyor (öykünün başında da bu tip kişilerin “yaşamayı” hak
etmediğini ima etmişti). Ne var ki, yazarın tam kararında sunduğu yerinde tespitler,
satır aralarına gizlenen toplumsal kodların kadının üzerindeki esas baskı
araçları olduğunu gösteriyor.
Bülgin hem kadını bir birey olarak topluma hâkim bakış
açısından azade konumlandırmıyor, hem öbür kadınların (farklı olan) kadını eksikleştirerek
ötekileştirmesine dikkat çekiyor, hem de bu iki bakış açısını da yedirdiği
genel resimde sistemin ezici ve yıkıcı tavrına karşılık kadının ne kendi
hemcinsine yurt olabilen ne karşı cinsle onu yok etmeden veya yüceltmeden
barışabilen çözümsüz duruşuna işaret ediyor gibi. Bu çözümsüzlük, onu kalıplara
asıl sıkıştıran şey diyor belki de. Yazarın tutumuna Çimen Günay-Erkol’un Tezer
Özlü için kullandığı şu ifade ışık tutabilir: “[…] onu biçimlendiren sistemin
‘erkek egemen’liğinin karşısına ötekiliğini bir ‘kadınlık’ övgüsüne
dönüştürerek çıkmaz; sesini, kadınlığı olumlu, eşitlikçi ve barışçıl bir
alternatif olarak sunarak yükseltmez.” Ve Günay-Erkol, kadınların da sisteme
desteği olduğunu vurgular.[1]
Yazarın, çocuklu kadınları, yani anneleri odağına alan öykülerinde
ise çocuklar, daha doğrusu kız çocukları anneleriyle ilişkileri üzerinden var
oluyor ve öyküde anlatıcı konumuna geçiyor. “Baharlar Soldu”da Betül, annesinin
ölümüyle yüzleşmeye çalışırken annesini, vazgeçmek zorunda kaldıklarının müsebbibi
olarak anıyor. Vazgeçtiklerinden biri de bir kedi. Mezarlıktaki kedi adeta
annesi yüzünden ertelediklerinin bir metaforuna dönüşüyor. Ve annesiyle
vedalaşmak yerine kedinin, yani annesi varken yaşayamadıklarının, belki de yeni
“baharların” peşine düşüyor. Anne-kız ilişkisinde her şey bu kadar siyah-beyaz
mı, yoksa iki tarafa da pay biçen bir yanlış mı var? “Daha pek çok şeyden
vazgeçtim […]. Bunların hiçbirini doğrudan söylemediği halde kendiliğimden
anlayarak kendimden,” (s. 50). Sadece bu cümleden bile anlaşılacağı üzere, anne
ile kızı arasında iletişimsizlik söz konusu.
“Boş Yere”, özünde bir anne-çocuk hikâyesi olmasa da,
“Kendimi bildim bileli anneme benzememek için uğraşıyorum,” cümlesiyle açılıyor
(s. 87). “Sonsuz” ve “Baharlar Soldu”da arzu edilmeyen nitelikteki merhamet duygusu
burada da okurun karşısına çıkıyor; annesinin yoksul, acıklı, merhamet dilenen
hikâyesini devralmak istemiyor anlatıcı. Annesinin, babasıyla tanışmasıyla elde
ettiği mutlu hayat vaadinin hayal kırıklığına dönüşmesi de bu hikâyenin önemli
bir kısmı. Yeşim, annesinin aksine, sadece özel değil iş hayatında da güçlü bir
kadın. Gelgelelim bu, annesinin başına gelenin, onun da başına gelmesini
engelleyemiyor. Ve Yeşim’in aynı duruma verdiği tepkiyi de, yine annesinin
duruşu belirliyor ve annesinin vaktiyle vermediği tepkiyi vermeyi seçiyor.
“Kapıların Ardında” öyküsü de annesiyle birlikte pazara
giden kız çocuğu imgesiyle açılıyor. Çocuk; annesinin sırf bir kadını sevmediği
için o kadına “orospu” dediğini ve annesinin kendisinden beklediği üzere o
kadını sevmiyor gibi davrandığını; annesinin ona başka bir kadını da “orospu”
diye tanıttığını ve kendisinin de –elbette önce annesi tarafından olduğu tahmin
edilebileceği üzere toplumca belletilen şekilde– kıyafeti nedeniyle o kadının “orospu”
oluşunu onayladığını, annesinin kendilerinden farklı bir yaşam tarzına sahip
olan ve hizmet görevini erkeklerin de üstlenebildiği evlerin kadınlarını da “orospu”
diye adlandırdığını bildiriyor. Bir annenin, küçük yaştaki kızına aktardığı
bilgiler, başka kadınları namus üzerinden kodlayan ifadelerden ibaret. Ne var
ki aynı anne, çocuğunun neyle vakit geçirdiğinin farkında bile değil ve ona
yersiz tembihlerde bulunabiliyor. Çocuğun, annesinden bahsederken diğer söyledikleri
de çok iç açıcı değil: annesinin en acıtan yeri bularak kendisini çimdiklemesi,
başka kadınları yerip duran annesi yeni bir kılık deneyince babasının onunla
deliymiş gibi dalga geçtiğinden annesinin acınası duruma düşmesi, annesinin
köpek beslemesine izin vermemesi, annesinin mutsuz olması. Çocuk “Anneler
kızları yanlarında olmazsa çok üzülürmüş, ağlarmış. Amcam dediğine göre
doğrudur,” (s. 105) diyor. Sevip saydığı amcası bunu dememiş olsa belli ki buna
inanmayacak, çünkü annesi onda böyle sevgi dolu bir izlenim bırakmamış. Nitekim
çocuk da, olan ama aslında olmayan bir anne figürüne yanıtını, okumakta olduğu Küçük Kadınlar romanına özenerek veriyor:
“Keşke ben de annemi saçlarımı kesecek kadar sevsem,” (s. 103). Anne çocuğu o
kadar sevmeyince, çocuk da anneyi o kadar sevmiyor. Ancak annenin çocuğu
üzerindeki etkisi bununla da kalmıyor ve çocuk şöyle diyor: “Belki de anne
olmak böyle bir şeydir. Kararlıyım, ben anne olmayacağım,” (s. 108). Yine de
öykünün sonunda çocuk, masumiyeti baskın çıkarırcasına, kendisini ve abisini
umursamayan ve tek derdi arasını kocasıyla iyi tutmakmış gibi duran annesinin
fıkır fıkır güldüğünü duyunca seviniveriyor. Bu öyküdeki baba karakterinin de hiç
sempatik olmadığını ancak ona daha ziyade oğluyla olumsuz ilişkisi üzerinden
yer verildiğini de belirtmeli.
Yazarın, derme çatma bir makam gibi çizdiği annelik, kadınlara yönelik bir itham değil. Harcı; korkuyla, yoklukla, utançla ve suçlulukla karılmış, kendi içlerindeki evlere ne yerleşebilen ne de sığabilen, onları ne yıkabilen ne de onarabilen kadınlardan bahsediyor yazar Semra Bülgin. Çok iyi tanıdığımız, kendimizden veya çevremizden bildiğimiz kadınlar. Mırıltı şeklinde çıkan sesleri çığlığa dönüşürken kadınların kendi iç dünyası ile dış dünya arasındaki uzaklıkla çatışmanın hamurunu yoğuran bu öyküler; birikmiş, ağırlaşmış ve taşınması güçleşmiş yükleri boşaltır gibi. Kara Kaplı, okuru kara kaplı defteri açmaya çağırıyor.
[1]Çimen
Günay-Erkol, Yaralı Erkeklikler,
İletişim Yayınları, İstanbul, 2021.
*Bu yazı ilk olarak Varlık dergisinin 2022 Şubat sayısında yayımlanmıştır.
Ay Işığı Altında Yola Düşmüş İki Yabancı
*Yazı, kitapla ilgili bazı sürprizleri açık etmektedir.
Akın Aksu, Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı filminin ortak senaristi olarak adını duyurmuştu. Bunu
Şubat 2019’da yayımlanan Bir Taşra Köpeği[1]
adlı romanı izledi. Aksu’nun son romanı Ay
Işığı[2]
yine Doğan Kitap etiketiyle Mart ayında raflarda yerini aldı. Bir Taşra Köpeği’nde ana karaktere farklı profillerde birçok karakter
eşlik ederken, Ay Işığı ise biri Öğretmen
diğeri Müdür olmak üzere iki karakter arasında geçiyor ve onların birlikte
çıktığı bir yolculuğu konu ediniyor. İki romanın ortak yanıysa, ağırlıklı
olarak diyaloglardan oluşması.
Üslup
Bir Taşra Köpeği
mekân ve zaman açısından da çeşitlilik arz ederken, Ay Işığı’nın büyük bölümü tek mekânda –bir arabada– ve tek gecede
geçiyor. Tek mekân filmlerinde izleyicinin ilgisini ayakta tutmak nasıl zorsa,
bu roman da benzer bir risk taşıyor. Ne var ki, Aksu atmosfer yaratırken, ayrıntıları
kullanma şeklinden güç alıyor. Gözlem yeteneğini ortaya koyan bu tarzla, söz
oyunlarına veya benzetmelere değil nokta atışı betimlemelere başvurarak, okurun
zihninde bir film sahnesi oluşturuyor. Ceylan’ın onunla çalışmasına şaşmamalı.
Bir Taşra Köpeği’nde
aforizmaya göz kırpan cümleler yer yer bulunsa da, Ay Işığı bu tip cümlelerden görece arındırılmış bir yalınlık
taşıyor. Yazar yine konuşma dili kullanmasına rağmen okurdan, gündelik
hayattaki sıradan tepkilere dair bir alt metin okuması talep ediyor. İlk başta
romanın basit bir yolculuktan ötesini anlatmadığı düşünülebilir; gelgelelim,
özünde kapalı bir metin söz konusu. Eser tam da bu yapısı nedeniyle,
meselesini, alıntı yapılabilecek veya altı çizilebilecek cümlelerle doğrudan
sunmuyor; bunun yerine, herhangi bir cümleyi metnin genelinden ayrı tutmadan, bütüne
dair bir okuma gerektiriyor. Sanki anca Öğretmen ile Müdür yolculuklarını
tamamlayıp hedeflerine vardığında, okur da romanın ne dediğine tam anlamıyla vâkıf
olabiliyor. Belirsizliğiyle bu yolculuk, hayatı mı temsil ediyor?
Karakterler
Bir Taşra Köpeği’nde
toplumun farklı kesimlerinden karakterler varoluş, tarih, tanrı, devrim, adalet
gibi birçok kavramı tartışırken, Ay Işığı
sadece varoluşa dair iki kişilik bir sohbet. İlk romandaki sosyolojik
perspektif, burada yerini felsefi olana bırakıyor. İki romanda da karakterler,
isimleriyle değil meslekleriyle ön plana çıkıyor. Bu, hem taşranın ruhunu hem
de insanlar (erkekler) arasındaki hiyerarşiyi yansıtması açısından, yerinde bir
tercih olduğu izlenimini bırakıyor.
Bu iki meslek rastgele bir seçim mi, yoksa bir metafor
olabilir mi? Müdür arabayı kullanıyor, Öğretmen’i hedefe taşıyor ve bilmediği
bir yolda ona kılavuzluk ediyor. Müdür, mesleğine uygun şekilde, yöneten
konumda. Ancak, bir ihtiyacı nedeniyle yola çıkmak isteyen Öğretmen gibi
görünse de, bu yolculuğa asıl ihtiyacı olan “hiçbir şey için geç kalmadığına
dair teselliler” (s. 122) arayan Müdür değil mi? Bu deneyimden ders alarak
çıkan kişi de sonuçta Müdür olduğundan, Öğretmen de öğreten konumuna geçmiş
oluyor. Bu bağlam, yönetmek ve öğretmek arasındaki gerilim üzerine bir okumaya
da kapı aralayabilir.
Birbirine zıt gibi duran iki karakterden Müdür daha ayakları
yere basan ve sorumluluk sahibi, Öğretmen ise daha umursamaz bir imaj çiziyor.
Ancak, onlar yol aldıkça, bu zıtlıkların köşeleri yumuşamakla kalmıyor,
karakter özellikleri ikisi arasında âdeta yer değiştiriyor. Örneğin, ilk
başta, normalde hep uyuyan (hareketi sınırlı olan) yola çıkmak isterken, hep
çalışan (hareketi daha fazla olan) yola çıkmak istemiyordu. Gelgelelim, molada
hep uyuyan geziyor, hep çalışan ise uyuyor. Nitekim romanın sonunda iki
karakter, sürücü ve yolcu koltuklarında yer değiştiriyor. Hatta sigaradan
rahatsız olan ile olmayan fikir değiştiriyor. Mekân değiştikçe, önce eylem,
sonra tavır değişiyor.
Tahlil
Kış kıyamet bir havada, otoban yerine kestirme diye seçilen
daha tehlikeli dağ yolunda, geceleyin yapılan bir yolculuk. Üstelik gittikleri
yoldan daha önce sadece biri geçmiş, o da seneler önce. Mekân nedeniyle hareket
sınırlı olsa da, dışsal olarak arabanın hareketine içsel olarak karakterlerin
manevi hareketi, dönüşümü eşlik ediyor. Onlara yol göstererek, iki hareketi
mümkün kılan unsur ise ay ışığı.
Gündüz Vassaf’ın Cehenneme
Övgü[3]
adlı deneme kitabı “Geceye Övgü” bölümüyle şöyle açılır: “Gece, düzen güçleri
uykudadır. Bürokrasi, askeriye, okullar, polis, kısacası yaşamamızı düzenleyen
tüm güçler uykudadır” (s. 16). Bir sonraki paragraf ise şöyle devam eder: “Gün
ışığı içimizdeki teslimiyetçiliği ortaya çıkarır, ama geceleri kendimizi daha
özgür hissederiz” (s. 17). Çünkü karanlık, denetimi zorlaştırır. Ve başka bir
paragraf da şöyle der: “Gün boyunca dikkatimizi, ışığın, renklerin, devinimin
hizmetine sunarız. Neye dikkat edeceğimizi belirleyen, düzen güçleridir” (s.
21). Oysa günün, koşullandırarak ve özgürlüğü kısıtlayarak kendimize karşı kör
eden ışığına karşın, geceyi delen ay ışığı altında gözlerimiz fal taşı gibi
açılır; ay ışığı sadece ilerlememize hizmet eder, gözümüzü almaz. Ay ışığı,
karakterlerin kendi karanlığına, kendi içlerine tuttukları bir fener gibidir. Yol
boyunca Öğretmen ile Müdür’ün karşısına çıkan diğer ışıklar ise yolu daha da aydınlatarak
onların gerçeği görmesine yardımcı mı oluyor? Yoksa onların gözlerini alıp
dikkatlerini dağıtarak gerçeği görmesine engel mi oluyor? Belki de gerçeğin
başka bir yüzü de olabileceğini ima
ediyorlar. Ve bütün bu kar beyazlığı, etrafı temizliyor mu, yoksa kiri mi
saklıyor? Kitapta kavramların çoğu zıddıyla beraber var oluyor. Bu açıdan da,
hayatı imliyor.
Yolculuktaki en can alıcı sohbetin dağdaki şelalede, yine
“hareket” içeren bir yerde gerçekleşmesi; yolda olma, yani eylem hâlini
kutsar gibi. Ne var ki, o noktada rüya ile gerçek de birbirine karışıyor. O
sohbet bir rüya mı? Yoksa gerçek mi? Bütün yaşananlar için de sorabilecek bir
soru değil mi bu? Gerçekten hatırladığımız gibi mi yaşadık? Yazar, Öğretmen ile
Müdür’ü öyle yorgun, uykusuz ve yeri gelince uyuklar şekilde, atmosferi ise
öyle tekinsiz ve belirsiz veriyor ki, ikisinin yaşadığı gerçek değil rüya da
olabilir. Yoksa Öğretmen, Müdür’ü bu yolculuğa çıkma nedeni konusunda –bir
anlamda– kandırdığı gibi, yolculukta yaşananları yanlış hatırladığı konusunda
da mı kandırıyor? Hikâyeyi, bir nevi kişisel tarihlerini yeniden mi yazıyor?
Öğretmen yolun sonunda, amacından, yani araba almaktan
vazgeçiyor. Yol metaforu, hayatın kendisi veya hayatta varılacak bir hedef
olarak okunabilir. Mesele, varılacak nokta değil yolun kendisi. Ve de yol
bittiğinde bizim ne yapacağımız, ne tepki vereceğimiz. Öğretmen de, vardıktan
sonra hedefinden vazgeçişiyle, hayatta hedeflerin değil de o hedeflere ulaşma
çabasının, o çabayla geçen sürecin, başka bir deyişle anların önemine vurgu
yapıyor. Sanki biraz da şunu diyor: Her şeyin her daim makul bir nedeni yoktur,
bazen anlık duygular ve arzular karar aldırır. Yolculuğun sonunda “buraya
kadarki kısım unutulmayı hak ediyor” diyor Öğretmen (s. 131). Demek ki, buradan
sonraki kısım, artık bir hedef içermeyen kısım unutulmayı hak etmiyor.
Müdürün çıkışıyla sorarsak, “Bunca badireden sonra mı?”, “Şimdi
burada mı geliyor aklına vazgeçmek?” (s. 129). Bir şeye ulaşmak için ne kadar
uğraşsak da, insan değişken bir varlıksa, ulaşmaya en yakın noktadayken bile her
şey vazgeçilebilir değil midir? Üstelik görünürdeki amacın arkasında başka bir
amaç olduğunu dillendirmiyor mu Öğretmen, “Kasabadan uzaklaştıkça kendime
geliyorum” diyerek (s. 131)? Kasabadan bir kaçış, kendinden bir çıkış bu ama
nereye, neye doğru? Öğretmen ile Müdür birbirlerine şaka yollu eleştiri okları
fırlatsa da, birlikte ama yalnız iki yabancı gibiler; birbirlerini tanımak,
birbirlerine temas etmek ve göründükleri gibi olmadıklarını keşfetmek, bu
yolculuğun asıl/gizli amacı.
Aksu, Ay Işığı’ndaki
diyaloglarda tekrarlara sık sık başvuruyor; aynı şeyi, yapı ve içerik olarak
birbirine benzeyen müteakip iki cümleyle ifade ediyor. Gündelik hayatta, söyleneni
vurgulamak için böyle tekrarlara başvurulur fakat kitapta bu tip ikilemeler o
kadar çok kullanılıyor ki bunun altında bir anlam aramamak mümkün değil.
“İyi
öyleyse” dedi adam başını sallayarak, “öyleyse iyidir.” (s. 109)
“Senin adına konuşursak doğru”
dedi Öğretmen, “keşke çıkıp gezseydin uyumak yerine o zaman.” “Şimdiden pişman
oldum bile” dedi Müdür, “bu üşengeçliğin de kahredici bir tarafı var maalesef.”
“Senin adına konuşursak doğru” diye yineledi Öğretmen, “dediğim gibi uyumak
yerine çıkıp gezseydin biraz keşke.” (s. 118)
“Farkındayım bunun” dedi Müdür,
“farkında olmadığımı zannetme sakın.” (s. 121)
Bütün bu tekrarlar “(doğru) anlaşılma” isteğinin göstergesi
olabilir mi? Karakterler birbirlerini pek umursamıyor gibi görünse ve eften
püften konulardan konuşsa bile. Sadece iki kişinin bulunduğu bir ortamda
cümlelerin de –minik farklarla– iki kez ifade edildiği düşünüldüğünde, söz
düzeyindeki ikilik karakter düzeyindeki bir ikiliğin tamamlayıcısı sayılmaz mı?
İki cümle ama aynı anlam, aynı mesele. İki karakter ama aynı hayat, aynı sıkışmışlık.
Öğretmen arabayı almaktan gerçekten sebepsiz yere mi vazgeçiyor? Araba satın almamayı tercih ederek, o
yolu ve bundan sonraki bütün yolları Öğretmen ile Müdür’ün birlikte gitmesini garantilemiş oluyor. Biri okula, biri eve
hapsetmişti kendisini; küçük bir kasabada, mutsuz ve dermansız. Çareyi,
birbirlerinin yoldaşlığında buluyorlar. Önce başka bir araç bulunmayışı, sonra da
gece, tehlikeli dağ yolu, kuş uçmaz kervan geçmez yöre gibi zor şartlar
yüzünden birbirlerine mecbur kalmaları, onları yakınlaştırıyor. Romanın sonunda
artık o kadar da yalnız değiller. Araç satın alma niyetiyle çıkılan araç
yolculuğu, onların iletişimine ve bu iletişimle dönüşümlerine araç oluyor.
[1] Akın
Aksu, Bir Taşra Köpeği, Doğan Kitap,
İstanbul, 2019.
[2] Akın
Aksu, Ay Işığı, Doğan Kitap,
İstanbul, 2021 (alıntılar bu baskıdandır).
[3] Gündüz
Vassaf, Cehenneme Övgü (çev. Zehra
Gencosman - Ömer Madra), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001 (alıntılar bu
baskıdandır).
*Bu yazı ilk olarak Varlık dergisinin 2021 Eylül sayısında yayımlanmıştır.