*Yazı, kitapla ilgili bazı sürprizleri açık etmektedir.
Akın Aksu, Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı filminin ortak senaristi olarak adını duyurmuştu. Bunu
Şubat 2019’da yayımlanan Bir Taşra Köpeği[1]
adlı romanı izledi. Aksu’nun son romanı Ay
Işığı[2]
yine Doğan Kitap etiketiyle Mart ayında raflarda yerini aldı. Bir Taşra Köpeği’nde ana karaktere farklı profillerde birçok karakter
eşlik ederken, Ay Işığı ise biri Öğretmen
diğeri Müdür olmak üzere iki karakter arasında geçiyor ve onların birlikte
çıktığı bir yolculuğu konu ediniyor. İki romanın ortak yanıysa, ağırlıklı
olarak diyaloglardan oluşması.
Üslup
Bir Taşra Köpeği
mekân ve zaman açısından da çeşitlilik arz ederken, Ay Işığı’nın büyük bölümü tek mekânda –bir arabada– ve tek gecede
geçiyor. Tek mekân filmlerinde izleyicinin ilgisini ayakta tutmak nasıl zorsa,
bu roman da benzer bir risk taşıyor. Ne var ki, Aksu atmosfer yaratırken, ayrıntıları
kullanma şeklinden güç alıyor. Gözlem yeteneğini ortaya koyan bu tarzla, söz
oyunlarına veya benzetmelere değil nokta atışı betimlemelere başvurarak, okurun
zihninde bir film sahnesi oluşturuyor. Ceylan’ın onunla çalışmasına şaşmamalı.
Bir Taşra Köpeği’nde
aforizmaya göz kırpan cümleler yer yer bulunsa da, Ay Işığı bu tip cümlelerden görece arındırılmış bir yalınlık
taşıyor. Yazar yine konuşma dili kullanmasına rağmen okurdan, gündelik
hayattaki sıradan tepkilere dair bir alt metin okuması talep ediyor. İlk başta
romanın basit bir yolculuktan ötesini anlatmadığı düşünülebilir; gelgelelim,
özünde kapalı bir metin söz konusu. Eser tam da bu yapısı nedeniyle,
meselesini, alıntı yapılabilecek veya altı çizilebilecek cümlelerle doğrudan
sunmuyor; bunun yerine, herhangi bir cümleyi metnin genelinden ayrı tutmadan, bütüne
dair bir okuma gerektiriyor. Sanki anca Öğretmen ile Müdür yolculuklarını
tamamlayıp hedeflerine vardığında, okur da romanın ne dediğine tam anlamıyla vâkıf
olabiliyor. Belirsizliğiyle bu yolculuk, hayatı mı temsil ediyor?
Karakterler
Bir Taşra Köpeği’nde
toplumun farklı kesimlerinden karakterler varoluş, tarih, tanrı, devrim, adalet
gibi birçok kavramı tartışırken, Ay Işığı
sadece varoluşa dair iki kişilik bir sohbet. İlk romandaki sosyolojik
perspektif, burada yerini felsefi olana bırakıyor. İki romanda da karakterler,
isimleriyle değil meslekleriyle ön plana çıkıyor. Bu, hem taşranın ruhunu hem
de insanlar (erkekler) arasındaki hiyerarşiyi yansıtması açısından, yerinde bir
tercih olduğu izlenimini bırakıyor.
Bu iki meslek rastgele bir seçim mi, yoksa bir metafor
olabilir mi? Müdür arabayı kullanıyor, Öğretmen’i hedefe taşıyor ve bilmediği
bir yolda ona kılavuzluk ediyor. Müdür, mesleğine uygun şekilde, yöneten
konumda. Ancak, bir ihtiyacı nedeniyle yola çıkmak isteyen Öğretmen gibi
görünse de, bu yolculuğa asıl ihtiyacı olan “hiçbir şey için geç kalmadığına
dair teselliler” (s. 122) arayan Müdür değil mi? Bu deneyimden ders alarak
çıkan kişi de sonuçta Müdür olduğundan, Öğretmen de öğreten konumuna geçmiş
oluyor. Bu bağlam, yönetmek ve öğretmek arasındaki gerilim üzerine bir okumaya
da kapı aralayabilir.
Birbirine zıt gibi duran iki karakterden Müdür daha ayakları
yere basan ve sorumluluk sahibi, Öğretmen ise daha umursamaz bir imaj çiziyor.
Ancak, onlar yol aldıkça, bu zıtlıkların köşeleri yumuşamakla kalmıyor,
karakter özellikleri ikisi arasında âdeta yer değiştiriyor. Örneğin, ilk
başta, normalde hep uyuyan (hareketi sınırlı olan) yola çıkmak isterken, hep
çalışan (hareketi daha fazla olan) yola çıkmak istemiyordu. Gelgelelim, molada
hep uyuyan geziyor, hep çalışan ise uyuyor. Nitekim romanın sonunda iki
karakter, sürücü ve yolcu koltuklarında yer değiştiriyor. Hatta sigaradan
rahatsız olan ile olmayan fikir değiştiriyor. Mekân değiştikçe, önce eylem,
sonra tavır değişiyor.
Tahlil
Kış kıyamet bir havada, otoban yerine kestirme diye seçilen
daha tehlikeli dağ yolunda, geceleyin yapılan bir yolculuk. Üstelik gittikleri
yoldan daha önce sadece biri geçmiş, o da seneler önce. Mekân nedeniyle hareket
sınırlı olsa da, dışsal olarak arabanın hareketine içsel olarak karakterlerin
manevi hareketi, dönüşümü eşlik ediyor. Onlara yol göstererek, iki hareketi
mümkün kılan unsur ise ay ışığı.
Gündüz Vassaf’ın Cehenneme
Övgü[3]
adlı deneme kitabı “Geceye Övgü” bölümüyle şöyle açılır: “Gece, düzen güçleri
uykudadır. Bürokrasi, askeriye, okullar, polis, kısacası yaşamamızı düzenleyen
tüm güçler uykudadır” (s. 16). Bir sonraki paragraf ise şöyle devam eder: “Gün
ışığı içimizdeki teslimiyetçiliği ortaya çıkarır, ama geceleri kendimizi daha
özgür hissederiz” (s. 17). Çünkü karanlık, denetimi zorlaştırır. Ve başka bir
paragraf da şöyle der: “Gün boyunca dikkatimizi, ışığın, renklerin, devinimin
hizmetine sunarız. Neye dikkat edeceğimizi belirleyen, düzen güçleridir” (s.
21). Oysa günün, koşullandırarak ve özgürlüğü kısıtlayarak kendimize karşı kör
eden ışığına karşın, geceyi delen ay ışığı altında gözlerimiz fal taşı gibi
açılır; ay ışığı sadece ilerlememize hizmet eder, gözümüzü almaz. Ay ışığı,
karakterlerin kendi karanlığına, kendi içlerine tuttukları bir fener gibidir. Yol
boyunca Öğretmen ile Müdür’ün karşısına çıkan diğer ışıklar ise yolu daha da aydınlatarak
onların gerçeği görmesine yardımcı mı oluyor? Yoksa onların gözlerini alıp
dikkatlerini dağıtarak gerçeği görmesine engel mi oluyor? Belki de gerçeğin
başka bir yüzü de olabileceğini ima
ediyorlar. Ve bütün bu kar beyazlığı, etrafı temizliyor mu, yoksa kiri mi
saklıyor? Kitapta kavramların çoğu zıddıyla beraber var oluyor. Bu açıdan da,
hayatı imliyor.
Yolculuktaki en can alıcı sohbetin dağdaki şelalede, yine
“hareket” içeren bir yerde gerçekleşmesi; yolda olma, yani eylem hâlini
kutsar gibi. Ne var ki, o noktada rüya ile gerçek de birbirine karışıyor. O
sohbet bir rüya mı? Yoksa gerçek mi? Bütün yaşananlar için de sorabilecek bir
soru değil mi bu? Gerçekten hatırladığımız gibi mi yaşadık? Yazar, Öğretmen ile
Müdür’ü öyle yorgun, uykusuz ve yeri gelince uyuklar şekilde, atmosferi ise
öyle tekinsiz ve belirsiz veriyor ki, ikisinin yaşadığı gerçek değil rüya da
olabilir. Yoksa Öğretmen, Müdür’ü bu yolculuğa çıkma nedeni konusunda –bir
anlamda– kandırdığı gibi, yolculukta yaşananları yanlış hatırladığı konusunda
da mı kandırıyor? Hikâyeyi, bir nevi kişisel tarihlerini yeniden mi yazıyor?
Öğretmen yolun sonunda, amacından, yani araba almaktan
vazgeçiyor. Yol metaforu, hayatın kendisi veya hayatta varılacak bir hedef
olarak okunabilir. Mesele, varılacak nokta değil yolun kendisi. Ve de yol
bittiğinde bizim ne yapacağımız, ne tepki vereceğimiz. Öğretmen de, vardıktan
sonra hedefinden vazgeçişiyle, hayatta hedeflerin değil de o hedeflere ulaşma
çabasının, o çabayla geçen sürecin, başka bir deyişle anların önemine vurgu
yapıyor. Sanki biraz da şunu diyor: Her şeyin her daim makul bir nedeni yoktur,
bazen anlık duygular ve arzular karar aldırır. Yolculuğun sonunda “buraya
kadarki kısım unutulmayı hak ediyor” diyor Öğretmen (s. 131). Demek ki, buradan
sonraki kısım, artık bir hedef içermeyen kısım unutulmayı hak etmiyor.
Müdürün çıkışıyla sorarsak, “Bunca badireden sonra mı?”, “Şimdi
burada mı geliyor aklına vazgeçmek?” (s. 129). Bir şeye ulaşmak için ne kadar
uğraşsak da, insan değişken bir varlıksa, ulaşmaya en yakın noktadayken bile her
şey vazgeçilebilir değil midir? Üstelik görünürdeki amacın arkasında başka bir
amaç olduğunu dillendirmiyor mu Öğretmen, “Kasabadan uzaklaştıkça kendime
geliyorum” diyerek (s. 131)? Kasabadan bir kaçış, kendinden bir çıkış bu ama
nereye, neye doğru? Öğretmen ile Müdür birbirlerine şaka yollu eleştiri okları
fırlatsa da, birlikte ama yalnız iki yabancı gibiler; birbirlerini tanımak,
birbirlerine temas etmek ve göründükleri gibi olmadıklarını keşfetmek, bu
yolculuğun asıl/gizli amacı.
Aksu, Ay Işığı’ndaki
diyaloglarda tekrarlara sık sık başvuruyor; aynı şeyi, yapı ve içerik olarak
birbirine benzeyen müteakip iki cümleyle ifade ediyor. Gündelik hayatta, söyleneni
vurgulamak için böyle tekrarlara başvurulur fakat kitapta bu tip ikilemeler o
kadar çok kullanılıyor ki bunun altında bir anlam aramamak mümkün değil.
“İyi
öyleyse” dedi adam başını sallayarak, “öyleyse iyidir.” (s. 109)
“Senin adına konuşursak doğru”
dedi Öğretmen, “keşke çıkıp gezseydin uyumak yerine o zaman.” “Şimdiden pişman
oldum bile” dedi Müdür, “bu üşengeçliğin de kahredici bir tarafı var maalesef.”
“Senin adına konuşursak doğru” diye yineledi Öğretmen, “dediğim gibi uyumak
yerine çıkıp gezseydin biraz keşke.” (s. 118)
“Farkındayım bunun” dedi Müdür,
“farkında olmadığımı zannetme sakın.” (s. 121)
Bütün bu tekrarlar “(doğru) anlaşılma” isteğinin göstergesi
olabilir mi? Karakterler birbirlerini pek umursamıyor gibi görünse ve eften
püften konulardan konuşsa bile. Sadece iki kişinin bulunduğu bir ortamda
cümlelerin de –minik farklarla– iki kez ifade edildiği düşünüldüğünde, söz
düzeyindeki ikilik karakter düzeyindeki bir ikiliğin tamamlayıcısı sayılmaz mı?
İki cümle ama aynı anlam, aynı mesele. İki karakter ama aynı hayat, aynı sıkışmışlık.
Öğretmen arabayı almaktan gerçekten sebepsiz yere mi vazgeçiyor? Araba satın almamayı tercih ederek, o
yolu ve bundan sonraki bütün yolları Öğretmen ile Müdür’ün birlikte gitmesini garantilemiş oluyor. Biri okula, biri eve
hapsetmişti kendisini; küçük bir kasabada, mutsuz ve dermansız. Çareyi,
birbirlerinin yoldaşlığında buluyorlar. Önce başka bir araç bulunmayışı, sonra da
gece, tehlikeli dağ yolu, kuş uçmaz kervan geçmez yöre gibi zor şartlar
yüzünden birbirlerine mecbur kalmaları, onları yakınlaştırıyor. Romanın sonunda
artık o kadar da yalnız değiller. Araç satın alma niyetiyle çıkılan araç
yolculuğu, onların iletişimine ve bu iletişimle dönüşümlerine araç oluyor.
[1] Akın
Aksu, Bir Taşra Köpeği, Doğan Kitap,
İstanbul, 2019.
[2] Akın
Aksu, Ay Işığı, Doğan Kitap,
İstanbul, 2021 (alıntılar bu baskıdandır).
[3] Gündüz
Vassaf, Cehenneme Övgü (çev. Zehra
Gencosman - Ömer Madra), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001 (alıntılar bu
baskıdandır).
*Bu yazı ilk olarak Varlık dergisinin 2021 Eylül sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder