Bir gün Twitter’da dolaşırken çok hoş bir hesap keşfettim. Bu hesapta, hiç duymadığım kelimelerin açıklamalarıyla birlikte kullanıldığı, iç ısıtan türden tweet’ler vardı. Hesabı hemen takibe başladım. Daha sonra hesabın, Halaza adlı öykü kitabının yazarı Hatice Kocabay’a ait olduğunu öğrendim. Yazarın ismi çok tanıdıktı; sonunda hatırladım. Öykülem dergisinin Yaz 2018 sayısında, yazarın “Delik” adlı öyküsünü okumuş ve bu iç sızlatan öyküyü oldukça beğenmiştim.
Halaza Temmuz 2019’da Eksik Parça Yayınları etiketiyle raflarda yerini sessiz sedasız almış. Kitapta leziz bir dille yazılmış on öykü var. Kocabay’ın edebiyata nasıl da gönül verdiğini, daha kelimelerini okumaya başlamadan, kitabın başında yazarlar ilgili bilgi verilen kısımdan anlamak mümkün. ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nü bırakıp Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı’na geçmiş. Ardından, Bilkent Üniversitesi’nde Türk Edebiyatı Bölümü’nde yüksek lisans yapmış ve bunu aynı yerde doktora izlemiş. Ne yazık ki, doktorası tez aşamasında kalmış. Nitekim bunun nedenini de, hem de çok iyi çatılmış bir kurguyla, “Karanlık” adlı öyküsünde içimiz burkularak öğreniyoruz. Adeta mini edebiyat dersleri niteliğindeki tweet’leriyle bile takipçilerinin ufkunu açan Kocabay, akademi için büyük bir kayıp olmuş.
Son dönemlerde yazılan öykülerde yerel deyiş kullanımları genelde biraz sırıtıyor; kötü komedi filmlerinde köylüyü, kasabalıyı oynarken o tipleri karikatürleştiren özensiz taklitlerden farksız. Bunlar öyküye yedirilememiş, sanki sırf “ben halk ağzı kullanabiliyorum / kullanmalıyım” dercesine diyaloglara kopyala-yapıştır eklenmiş kelimeler gibi duruyor. Kocabay ise, aksine, bunun son zamanlardaki en başarılı örneklerini veriyor. Halk ağzına böylesine hâkim oluşu, sadece okuru şaşırtacak ölçüde zengin kelime dağarcığından değil, bu kelimeleri yerli yerinde kullanmasından da kaynaklanıyor. Dili, tam da bu nokta atışı kullanımlar sayesinde, akıcılığından da ödün vermiyor. Bir de bunların üzerine, mizahi gücü ve zeki buluşları ile saptamaları eklenince, değmeyin keyfimize.
Öykülerdeki birçok karakterin lakaplarının olması; onları daha hayattan, daha sahici, daha bizden kılıyor. Üstelik karakter hakkında kısa ve öz bir şekilde bilgi vermenin bu mahirane yolu sayesinde okur da karakteri zihninde daha kalıcı kılabiliyor, böylece okurun karakteri benimsemesi ve çok karakterli öykülerde odaklanması kolaylaşıyor.
Canlı karakterlerin eşlik ettiği bu eğlenceli yolculukta; Güliver’in Gezileri romanı, Küçük Emrah, İhtiras Rüzgârı dizisi, Atlıkarınca filmi, Karlar Kraliçesi masalı, Büyük Umutlar romanı, körebe, birdirbir oyunları gibi çoğu geçmişe, çocukluğumuza götüren türden kültürel öğeler de ara ara boy gösteriyor. Yalnızca onlar mı? Hayvanlar da. Sert gerçek sakınmadan verilirken bile satır aralarından sızan şefkatle bu yolda bizimleler. “Hödük” öyküsündeki at, “Karanlık” öyküsündeki köpek ve “Kir” öyküsündeki kedi bunlardan başlıcaları.
“Dursun” öyküsü, ergenlik çağındaki şişman bir kız çocuğunun yaşadıklarına iki farklı yoldan –dış anlatıcı ve kızın iç sesi– pencere açıyor. Bir yerde büyümek işine geliyor, bir yerde büyümek işine gelmiyor. Ne kızın, ne çevresindekilerin. Dursun’un hali ne kadar içimize dokunsa da, yazarın şen dili kederle aramıza bir mesafe koyuyor. Ama Dursun’un iç sesinin büyük harflerle verilmesindeki haykırışları da duymamak elde değil. “Kafamdan geçirirken sökülen kazaklarımdan gelen ‘Çıt!’ sesinin aynısını çıkararak oracıkta attı kalbimin gizli dikişleri.” (s. 11) “Sırat köprüsü kaç kilo çeker ki?” (s. 15)
“Vişneçürüğü Kazak” öyküsünde kocası uzakta çalıştığından pek yanında olmayan ve bin bir emek halı dokuyarak geçinen Meryem büyük bir hevesle, düğünde giymek için vişneçürüğü renginde bir kazak örmeye uğraşıyor ama kusursuz olmalı. Bu zorlu hayatında kendisi için istediği tek şey bu kazak. Kendisinden esirgenen her şeyi ikame edecek tek bir tatmin öğesi. “‘Anca turistlere kakalarlar bu kokar halıları,’ diye söylendi Meryem halıyı kıvırıp yuvarlarken. Her bölümünü soluk soluğa izlediği arkası yarın dizisi İhtiras Rüzgâr’ında görüyordu ya işte. Köpeğini adam gibi somyanın başucuna getirtip oturtan Antonyo, Mariya hadi gençler, cahiller diyelim; kocaman kadın Bayan Rozalinda Nene bile dışarıdan geldiği, tuvalete girip çıktığı ayakkabısıyla çiğniyordu ya evin halılarını. Kök boya neyine gerek bunların!” (s. 19)
Heybeye katılacak bazı kelimeler: ilmek, argacı, sındı, gelep, nekbet, çavmak
“Hödük” öyküsünde atlı araba çeken bir ata iki müşterinin, at sahibinin ve atın perspektifinden bakıyoruz. Yazarın hem merhamet okunan hem de tarafsız yaklaşan tutumu takdire değer; atın haline üzülüyor ama at sahibini de anlamaya çalışıyoruz. Aynasını dört farklı bakışa çevirerek gözlem ve empati konusunda maharetli olduğunu kanıtlıyor yazar. “Nereye neden koştuğunu bilmese de koşar Hödük. Koşmazsa canı yanacağı için. Tıpkı adının çağrılmak için değil paylanmak için koyulduğundan habersiz oluşu gibi ne geldiği yerin önemi vardır ne de varacaklarının kıymeti.” (s. 30) “Suçlu aramadan suçu haykıran bir acı.” (s. 32)
Heybeye katılacak bazı kelimeler: kürdek kürdek, soyka, yılkı
“Delik” öyküsünde bir yarım akıllı ile onunla uğraşan iki mahalleli var. Kitapta, güç üzerine yazılmış iki öyküden biri (diğeriyse “Karanlık”). Bu öyküde, yoksulluğun ve parasızlığın toplumda bundan muzdarip tarafları bir araya getirmektense, nasıl birbirine düşman edebildiği vurgulanıyor. Bu düzeni var edenlere karşı ortak bir mücadele olmayınca, sistemin çarkının bir parçası olup güçsüzün gücünün daha güçsüze yettiği, başına gelenlerin hıncını en zayıf halkadan çıkardığı bir düzenin devamlılığı sağlanmış oluyor. Bu oldukça gerçekçi tablo, bu öyküyle acı bir olay üzerinden çiziliyor. Sonuçta, ateş düştüğü yeri yakıyor. Kendi sınıfının bile en altında, en incinebilir olanlar bir gazete haberi, iki gün sonra unutulacak bir olay olmaktan öteye geçemiyor. Günü kurtarma kaygısıyla, vahşi doğanın devamı niteliğindeki hayat devam ediyor. “Öç” öyküsü de “Delik” öyküsüyle akraba sayılabilir. Bu öyküde, kendisiyle dalga geçip kendisini küçük düşüren okul arkadaşından intikam almayı planlayan bir çocuk var. Planını uygulamada çıkan bir pürüz sonrasında çocuğun tatmin olmayan intikam duygusu farklı bir eksene kayıp adeta kötülüğe dönüşüyor. İki öyküde de intikam, daha doğrusu hınç söz konusu ve ikisinde de bu duygu, kendisinden zayıf olanı, suçsuz olanı hedef alıyor. Ezilen kişilerin çözümleri, başka birini ezmek.
Heybeye katılacak bazı kelimeler: oyulganmak, tapışlamak, temrin, vığıl vığıl, kemçik
“Evvel Ahir” öyküsü, iki ahretliğin tekrar bir araya gelip birbirlerine hayatlarını anlatmasını ve dertleşmesini hem yaşlılık ve hastalık hem de köy ve kasaba farkı üzerinden işliyor. Bu öykü söyleşmeye dayalı olduğundan daha rahat okunacak gibi düşünülebilir ancak kitaptaki diğer öykülere kıyasla bu öyküde betimlemelere, benzetmelere, daha uzun cümlelere daha bolca yer verilmiş, bu nedenle daha ağır ağır ve sindire sindire bir okuma gerekiyor. “Baykuş gibi ne demeye başını bekleyip duracağız viranenin deyip yuvadan en son uçurduklarının kanadının yelinde onlar da göçüp gittiler şehre. Konunca durduk sandıkları dal, yerli yurtlu bir ağaçtan kopalı hayli zaman olmuş köküne hasret, ucu bucağı görünmeyen dünya telaşı nehrinin içinde sürüklenen bir daldı.” (s. 55)
Heybeye katılacak bazı kelimeler: peren peren, domur domur, yeğnilmek, cıncık
“Yolcu” sadece bir yol öyküsü değil, yolda başlayıp evde devam eden, oradan da rüyalar âleminde son bulan bir öykü. Her öyküsünde olduğu gibi bu öyküde de yine çocuk ve kadın karakterler var. Kocabay’ın öykülerinde erkekler yok, sadece sözde varlar. Öykülerde nadiren boy gösterdiklerinde ise –şayet çocuk değillerse– kötü veya bencil olanı temsil ediyorlar.
Gelelim, bence, kitabın en başarılı öyküsüne: “Karanlık.” Yazar, öyküyü kişisel bir yaşantıdan yola çıkarak yazmış olmasına rağmen, kendine acıyan veya melodramın ayarını kaçıran bir hikâye olma tehlikesini ironiyle savuşturmuş ve aksine, bu kişiselliği, hem daha sağlam bir kurgusal çatı hem de duygusal açıdan daha yoğun bir hikâye anlatımı için kendi lehine kullanmayı bilmiş. Öyküye sadece bu açıdan bakıldığında bile, ilk kitabı olmasına karşın, yazarın kalemindeki ustalığı görmek mümkün. Bu öyküyü, kitaptaki diğer öykülerden ayıran bir başka öğe de, yerel deyişleri görece daha az kullanarak mekân ve üslup olarak şehirli bir anlatımı tercih etmesi. Yazar, öykülerinin sırtını yerel deyişlere dayama yoluna gitmediğini bu öyküyle kanıtlıyor. Yazarın gözlem gücünü okura bir kez daha gösterir şekilde şehirden hoş bir ayrıntıyla açılan öykü, adından da beklenebileceği üzere, aynı şekilde ilerlemiyor. Bu bir haksızlık öyküsü. Paralel anlatımlı üç hikâyede ilkokul dersi, hayvan dövüşü ve akademi fon olarak kullanılırken bu üçü gelip, anlatıcının otobüs durağı-otobüs-ev-dışarısı eksenindeki şimdisinde birikip onu ezdikçe ezdikten sonra finale bağlanıyor. Girift bir kurguyla birbirini bütünleyen hikâyelerin odağında, hiyerarşi ve güç dengeleri var; daha güçlü olanın güçsüzü ezmesi. Bu öykü tek başına ayrı bir yazının konusu olabilir.
“Bayram indiriminden yeni Türk kahvesi takımı almış. Atatürk’ün başında kalpak, ayağında çizme Kocatepe sırtlarında yürüdüğü resmi var fincanlarda. Manası ne şimdi bunun? Sen nurlar içinde yatadur Ata’mız, biz de hem köpüklü keyif kahvelerimizi höpürdetelim hem seni yâd edelim. Bu mu yani? Her şeyin bir usulü usturubu var canım! Bir de fal kapatmaz mı? Fincan ters çevrilince Ata’mız da bacakları arabanın cam silecekleri gibi dizden kırık, baş aşağı dikilmesin mi havaya?” (s.83)
“Kir” öyküsü, hem evde hem dışarıda çalışarak evin tüm yükünü çeken, bir yandan da çocukları ve hayvanlarıyla ilgilenen ve kocası maddi-manevi olarak destekten çok köstek olan bir kadının hikâyesini anlatıyor. Bu öykü, dolu bir evde bile özünde tek başına bir kadın olmanın zorluklarını görsel açıdan etkili bir anlatımla gözler önüne seriyor. “Başladığım iş olsun, kanatlıca kuş olsun.” (s. 94) “Kötü ev, iyi kadın istermiş. Bugün çırp yarın yine aynı. Amaan! Olduğu kadar! Halının tozu, delinin sözü bitmez.” (s. 95)
Heybeye katılacak bazı kelimeler: yeğin, oğcalamak, cildir cildir, karsamba, yopunmak
“Görülmemiş Bir Hikâye” çok akıcı bir dille anlatılmış, rahat okutan bir tür masal. Güler misiniz ağlar mısınız diye tepki verebileceğimiz bu hikâyenin çarpıcı yanlarından biri, eyleme geçen güçlü ve güzel kadınlar ile zayıf ve çirkin erkekler şeklinde seçilen karakterler. Hikâyenin, güzel olsa da olmasa da bu kültürde kadının derdi bitmez, ruhu huzura ermez, der gibi bir hali var. Bir yandan da, güzelliğin bakışla ilgisine dikkat çekiyor. “Göz dediğin fıldır fıldır dönen bir boncuk. Bugün ona bakar, yarın başkasına. Ortaklık karanlıyınca var dediğine yok, mor dediğine ak der. Gönlüm ne derse o.”(s. 109)
Heybeye katılacak bazı kelimeler: evlek, örklemek, emişik, çebiç, kakışlamak
Görüldüğü üzere, kitabın ve öykülerin başlıkları genelde birer kelimeden oluşuyor; olmadı, iki-üç kelime. Bu yalın tercihin arkasında, yazarın öyküyle ilgili fazla bilgi vermeme, merak unsurunu ayakta tutma niyeti olabileceği gibi, yazar, başlıktan ziyade aslolanın öykünün içeriği olduğuna vurgu yapmak istiyor da olabilir. Soru işareti niteliğindeki tek kelimelik başlıklar, öykülerinde yer yer karşımıza çıkan gerilimli ve tekinsiz havayı da besliyor.
Yokluk, taşralılık-köylülük, saflık ve zulmün yer tuttuğu bu öykülerin en takdire şayan yanı; kadınların, özellikle de taşralı kadınların çileli durumuna dikkat çekerken, bunu çoğu çağdaş öykücünün gittiği yoldan yapmaması: Kadınlar eziliyor, sömürülüyor diye göze sokmayıp, bu gerçeği asıl hikâyesini aktarırken alt metne yedirmesi. Üstelik bu öyküler, kadınların ezilmesini duygu sömürüsü yapılacak bir malzeme olarak ortaya koymuyor; tüm kadın karakterlerin güçlü olmasıyla, soruna dikkat çekerken umut vermeyi de başarıyor.
Halaza, sadece 112 sayfadan oluşmasına rağmen, bir oturuşta tüketilemeyecek kadar dolu/yoğun bir kitap. Ekinler biçilirken tarlaya dökülen tanelerden ertesi yıl kendiliğinden yetişen ekin anlamına geliyor “Halaza” kelimesi. Kocabay da Konya’nın tarlalarında, ovalarında kendisini çok güzel yetiştirmiş. Ve umudum o ki, edebiyat tarlasına döktüğü bu öykü taneleriyle, önümüzdeki yıllarda yeni ekinlerin de boy atmasını sağlayacak.
*Bu yazı ilk olarak Sin Edebiyat dergisinin 2021 Mart-Nisan sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder