2 Kasım 2019 Cumartesi

"Boyalı Kuş": Cehennem Başkalarıdır



Jerzy Kosiński’nin tartışmalara yol açan Boyalı Kuş kitabından yönetmen Václav Marhoul tarafından neredeyse özüne sadık bir şekilde uyarlanan film, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altındaki Doğu Avrupa taşrasında oradan oraya savrularak hem hayatta kalmaya çalışan hem de ailesini arayan küçük bir erkek çocuğun karanlık hikâyesini anlatıyor.

Film dokuz bölüme ayrılmış ve her bölüm adını o bölümde çocuğun hayatına giren kişiden alıyor. Yol boyunca çocuğun hayatına giren diğer kişiler, çocuğa zulmediyor. Masum bir çocuğa yapmadıkları kalmıyor. Bırakın masum olmasını, bırakın çocuk olmasını, herhangi bir insana (hatta hisseden herhangi bir canlıya) zulmü hangi gerekçe haklı çıkarabilir? Bu sorunun yanıtı, eserin adında saklı.

Filmin bölümlerinden birinde de anlatılır Boyalı Kuş’un hikâyesi. Adam kuşu yakalayıp boyar. Kuş öterek yardım ister, diğer kuşlar gelir. Adam kuşu bırakınca, kuş sürüye geri döner. Ama kuş artık farklıdır; boyalıdır. Diğer kuşlar onu aralarına almamakla kalmaz, farklı olduğu için onu öldürürler.

Farklılıklar öldürür mü? Dil, renk, ırk farklılığı öldürür mü? Eserin geçtiği zaman dilimi ve coğrafya bu sorunun yanıtını verir: Doğu Avrupa’da Yahudi soykırımı yapan Nazi Almanya’sının başlattığı II. Dünya Savaşı. Nitekim, filmde bu motivasyon doğrudan vurgulanmamış olsa da kitapta köylüler sarı saçlı ve mavi gözlü, çocuk ise esmer ve kara gözlüdür; çocuk köylülerin değil eğitimli burjuvanın dilini konuşur. Bu iki nedenle köylüler çocuğu Yahudi veya Çingene zanneder ve köylerine bela getirebileceğinden onu istemezler.

Film, kitabın başında da yer alan, çocuğun elinde sincapla koştuğu ve başka çocukların onu kovaladığı bir sahneyle açılır. Diğerleri, çocuğu hırpalar ve elinden sincabı alıp canlı canlı ateşe vererek hayvanı öldürürler. Bu sahne, izleyiciyi eserin sonraki sahnelerine hazırlama amacı taşır. İster yetişkin ister çocuk olsun, insan doğası itibariyle zalimdir. Nedensiz yere bile şiddete başvurup acı verebilen insan, nefretin hâkim olduğu savaş ortamında neler yapmaz? Sizi düşman bellemesi yeter.

Elinde silah olan birinden kötülük beklenebilir belki. Ama savaş meydanlarında bulunmayan ve doğrudan savaşın parçası olmayan köylüler bile savaşın getirdiği kıtlık gibi zor koşullarda acıma ve hakkaniyet duygularını yitirirler. Zulmün en saf haline de bu insanlarda şahit oluruz. Savaş insanları daha da kötü yapıyor veya içlerindeki kötülüğü ortaya çıkarıyor gibidir.

Başına gelen onca şeye rağmen çocuk karşı gelmez, boyun eğer. İnsan kendisinden zayıf olana acımayan bir varlıksa, bu çocuk kendisinden zayıf olana nasıl davranır? Kendisi gibi, hiçbir suçu olmayıp da insanlarca ezilenlere, yani hayvanlara eziyeti etmez. Hayvanlara karşı hep duyarlı ve iyi niyetli olduğu filmin farklı noktalarında vurgulanır. Peki, bunca kötülük gören bir çocuk masum kalabilir mi? Sonunda o da kendisinden güçsüz olanı ezer. Basit bir intikam için. “Erkekliğine” yediremediği için. Bir hayvanı vahşice öldürür. Ve masumiyetini yitirir.

Bu kıyıcı hikâyede çocuğun başına hiç mi “iyi” bir şey gelmez? İronik bir şekilde, savaşın kötülüğü katmer katmer artırdığı, şiddeti olağan kıldığı bir ortamda çocuğa yapılan tek iyilik, bir askerin çocuğa kendini koruması için “silah” vermesi olur. Bu noktada bile film, acımasız şekilde gerçekçidir. Çocuğun ihtiyaç duyduğu şey sevgi ve şefkatken, çocuk gaddarlığın dünyasına çekilmiş olur. Üstelik, izleyici olarak bize verilen tek umut da budur. En azından, çocuk silahla kendisini koruyabilecek diye düşünürüz.

Film boyunca herkes çocuğa etmediğini bırakmamışken çocuk doğru dürüst tepki bile vermez. Tek bir kişi hariç. O da filmin sonunda nihayet kendisini bulan babası. Babasına içindekileri kusar. Ailesi yanında olmadığı için bunlar başına gelmiştir. Başına gelenler için sadece kendinden olanı, kendi ailesini, kendi “atasını” suçlar gibidir. Çünkü ona sahip çıkmamışlardır. Ve babası ona adını hatırlayıp hatırlamadığını sorar. Film boyunca adını bilmediğimiz çocuk, adını camın buğusuna yazar. Kendinden olanlar onu yalnız bırakmışsa da, çocuk kim olduğunu unutmamıştır.

Kitaptaki son ise filmdekinden biraz farklı. Hem çocuğu bulup almaya sadece babası değil annesi de geliyor, hem de hikâye burada sonlanmıyor. Filmin sonu çocuğun adını hatırlamasına, başka bir deyişle “kimliğini unutmamasına” vurgu yaparken, kitabın sonu başına gelenlerden ötürü dili tutulmuş olan çocuğun artık konuşmasına, sesinin çıkmasına, bir anlamda “diline yani kimliğine kavuşmasına” vurgu yapar. İkisinde de dil üzerinden ortak bir mesaj verilir: Kimliğimizi gizlemeden yaşayabiliyorsak özgürüz.

Kitap ilk yayınlandığında, vahşet sahnelerinin fazla abartılı olduğu ileri sürülmüş. Oysa, Kosiński’nin kitabını okuyan bazı arkadaşları, savaş zamanında “yaşadıklarının yanında kitapta anlatılanların pastoral bir öykü gibi kalacağını”[1] söylemişler. Filmin ilk gösterimi ise Venedik Film Festivali’nde yapıldı. Filmin daha başında birçok izleyici, sahnelere dayanamadığı için salonu terk etmiş. Filmin çok ünlü bir kitaptan uyarlandığı bilinirken, izleyicilerin kitapla ilgili en ufak fikir sahibi olmadan filme gelmiş olması oldukça şaşırtıcı. Çünkü yönetmen, filmde kitaptakinden farklı bir şey anlatmadığı gibi, filmi de kitabın ruhuna gayet uygun bir şekilde çekmiş. Duygu sömürüsü yapmaya/melodrama dönüşmeye ve klişelere boğulmaya gayet müsait bir konuyu ne kitap ne de film bu şekilde işliyor. Kitaptaki doğrudan anlatım, yönetmenin sade film dilinde karşılığını buluyor. Üç saate yaklaşan süresine rağmen film, tıpkı kitap gibi, oldukça akıcı. Filmde müzik kullanılmaması ve filmin siyah-beyaz çekilmiş olması; farklılıklardan ve renklerden, dolayısıyla gerçek anlamda bir “yaşam” ibaresinden yoksun bir ortamı resmetmeye hizmet ediyor. Yazarın kitapta kullandığı başarılı tasvirler ise filmin etkileyici görselliğinde yansımasını buluyor.

Film Ukrayna’da çekilmiş olsa da, tıpkı kitaptaki gibi filmdeki hikâyenin de hangi ülkede geçtiği belli değil. Zaten kitabın yazarı Kosiński de hikâyenin zamanı ve mekânı için “zamansız bir hayalin hakim kılınabileceği ve coğrafi ya da tarihi gerçeklerle kısıtlanmayacak bir mekân olmalıydı”[2] demiş. Konuşulan dil ise Slav dillerinin bir karışımı, yaygın olarak bilinen adıyla “Slavic Esperanto”. Bu yüzden filmdeki bazı kötü karakterleri, belirli bir milliyete atfetmek de mümkün değil. Elbette, üniformalarından milliyetleri anlaşılan Doğu Nazi ve Rus askerleri için bu durum geçerli değil. Zaten hem kitap hem film belirli bir zaman dilimine atıfta bulunsa da, verdiği savaş karşıtı mesajla evrensel nitelikte.

Venedik Film Festivali’nde “UNICEF Ödülü” kazanan filmin savaş ortamını ve savaş ortamı etkisindeki kırsalını yansıtmaktaki başarısına Stellan Skarsgård, Harvey Keitel, Barry Pepper, Udo Kier ve Julian Sands gibi işinin ehli oyuncuların katkısı da büyük. Oyuncular rollerine o kadar iyi girmişler ki ünlü olmalarına rağmen bu oyuncuları tanımakta zorluk çekebilirsiniz. Tam da ustaca yapılmış bir filmden bekleneceği gibi, oyuncuları önceden oynadıkları filmlerdeki halleriyle birlikte düşünmeniz mümkün değil. Sanki hepsini ilk kez bu filmde izliyorsunuz. Elbette, kitaba hak ettiği filmi vermede en önemli katkıyı, parmak ısırtan oyunculuğuyla çocuk rolündeki Petr Kotlar sağlıyor. Az diyalogla sergilediği böylesine inandırıcı bir oyunculuk, filmi tek başına bile götürebilecek güçte.

Jerzy Kosiński, Boyalı Kuş kitabını yazdığında dünya genelinde çok ağır bir şekilde eleştirilmiş. Hatta bu eleştiriler bir karalama kampanyasına dönmüş ve hem yazar hem de çevresi fiziksel saldırılara bile maruz kalmış. Yazar özellikle aşırı milliyetçiler tarafından, ülkesini küçük düşürdüğü iddia edilen bu eserle vatan hainliği yapmakla veya kendi “sapkın” hayallerini tatmin etmek için savaşı kullanmakla suçlanmış. “Savaşa hayır” demek hiçbir zaman kolay olmamış.

Boyalı Kuş “sevilecek” bir eser değil; sizi şoke edecek, sarsacak, tiksindirecek ama sonuçta sizi insanlık ve medeniyet üzerine düşündürecek vurucu bir eser. Farklı olanın dışlandığı, şiddetin ve savaşın bir çözüm yolu olarak görüldüğü bir dünyada, insanlık namına elimizde ne kalıyor?

* Jean Paul Sartre, Gizli Oturum, Milli Eğitim Basımevi, 1964.

[1]Jerzy Kosiński, “Yayımlanışının Onuncu Yılında Boyalı Kuş’un Serüveni”, Boyalı Kuş, E Yayınları, 2011, s. XII.

[2] a.g.e, s. V.

NOT: Bu yazı ilk olarak 26 Ekim 2019 tarihinde Parşömen Edebiyat'ta  yayımlanmıştır.

9 Ekim 2019 Çarşamba

Bembeyaz Bir Gün


Yönetmen Hlynur Palmason’un ikinci filmi Bembeyaz Bir Gün (Hvítur, Hvítur Dagur), bir ev ve bahçesinden oluşan manzaranın farklı mevsimlerdeki görünümlerinin arka arkaya gösterilmesiyle açılıyor. Zaman geçiyor; ev değişiyor, bahçe değişiyor. Ama karısını bir trafik kazasında kaybeden polis memuru Ingimundur’un acısı değişmiyor; azalmıyor.

Ingimundur’u (Ingvar Sigurdsson), yapımına devam ettiği yeni evinde torunu Salka ile görüyoruz. Acısını kanalize ederek kendisini bu evin yapımını bitirmeye adamış. Adeta karısından sonra yapacağı yeni bir başlangıç. Ama ev bir türlü bitmiyor ve karısının ölümünü de bir türlü atlatamıyor. Tek avuntusu, torunu.

Karısının ölümünü bir türlü kafasından atamıyor. Sanki bir açıklama peşinde, bir anlam arayışı içinde. Tam da bu sırada, karısının onu aldatmış olabileceğinden şüphelenmeye başlıyor. Bu durum, ölümünü anlamlandırır mı, ölümünü açıklar mı, acısını hafifletir mi? Hele karısını çok sevdiğini, karısının ona her zaman “yettiğini” ifade eden bir erkek için. Aksine, karısının ölümü için suçlayacak birisini arıyor, bu kaybın hıncını birisinden çıkarmak istiyor. Ama bence asıl mesele, karısının onu aldatmış olması (ihtimali) değil; kaybın yarattığı acıyı, acının yarattığı hırçınlığı yönlendirecek bir şey, bir kişi -bu durumda karısının sevgilisi- bulmak. Aldatma olayını takıntı haline getiriyor; gittikçe herkese karşı daha agresif biri oluyor. Gözü gibi sakındığı torununu bile azarlayacak kadar kontrolünü kaybediyor. Ingimundur’un içi sürekli kaynayıp duruyor ama bir türlü gerçek anlamda patlama noktasına gelmiyor; küçük çıkışlarla da içindeki öfkeden tamamen kurtulamıyor. İzleyiciyi gerim gerim geren bu uzun ve sinir bozucu sürecin sonunda Ingimundur yapacağını yapıyor. Açıkçası, Ingimundur’un patladığı olaydan ziyade, o olaya giden süreci daha etkileyici buldum. Zaten yönetmen de temposunu yavaş tuttuğu filmde belirli bir olaya değil, Ingimundur’un ruh halini en iyi şekilde yansıtabilmek adına sürece odaklanmış.

Bazı eleştirmenlerin ve izleyicilerin, Ingimundur’u antipatik bulduğunu okudum. Hayatta en sevdiği kişiyi kaybeden birinin psikolojisini biraz olsun anlamaya çalışırsak, Ingimundur ile empati kurmak o kadar da zor olmaz. Bu kadar trajik olmayan olaylarda bile “Neden ben?” diye sorup bir yanıt aramaya, her şeye lanet etmeye hepimiz meyilliyiz.

(*Spoiler uyarısı) Peki, sis perdesi aralanıyor mu? Ingimundur deli gibi aradığı yanıtı buluyor mu? Kaybını sonunda anlamlandırabiliyor mu? Hangimiz bu hayatta bunu başarabildik ki! Ama torununun yanında ölümle yüz yüze geldiğinde, çizmesi gereken yol nihayet kafasına dank ediyor. Ve son sahnede, tüm filme hâkim olan sisi “geride” bırakarak kolunda açık bir yara (kapanması zor bir gönül yarasının fiziksel tezahürü gibi) ve kucağında torunuyla ileriye doğru yürüyor.

Bu dünyada aslolan tek şey sevgi. Biri sizi -her şeye rağmen- çok seviyorsa, bunun değerini bilerek yaşamak. Bence filmin girişinde yazan “ölülerin dünyadakilerle konuşabildiği” ile ilgili cümleye de bu açıdan bakmalı. Çünkü “ölümün” bize söyleyebileceği tek şey, verebileceği tek yanıt “yaşam” olabilir. Yaşamaya devam et!



2019 Cannes Yükselen Yıldız (Ingvar Sigurdsson)
2019 Transilvanya En İyi Performans (Ingvar Sigurdsson)
2019 Motovun En İyi Film

http://filmekimi.iksv.org/tr/bembeyaz-bir-gun

11 Nisan 2019 Perşembe

Oyunbozan


Yönetmen koltuğunda oturan Nora Fingscheidt’ın ilk uzun metrajlı filmi Oyunbozan'da (Systemsprenger), koruyucu aile ve bakım evleri arasında mekik dokuyan 9 yaşındaki Benni’yi izliyoruz. Benni’nin öfke kontrolü sorunu var. Daha da küçükken yaşadığı travmalardan kaynaklandığını öğreniyoruz. Kırılgan, zayıf mizaçlı ve sorumluluk almaktan kaçan annesinin de bunda etkisi olduğuna hiç şüphe yok.

Hiçbir ortam ve hiç kimse Benni’nin sorununa çözüm olamaz gibi görünüyor. Geçmişte sorunlu bir tip olduğunu anladığımız Micha karakteri, onun derdine derman olabilir, çünkü Benni ile empati kurabiliyor. Empati, çoğu eğitmenin atlamış olabileceği bir basamak olsa da, tek başına yeterli olabilecek mi? Empatinin öneminin vurgulandığı filmin diğer başarılı yanı ise Benni’nin izleyicide uyandırdığı his. Hem onun için en iyisini istiyoruz, hem de ona asla güvenemiyoruz. Her an her şeyi yapabilir.

Benni’nin gerçek adı, hatırladığım kadarıyla, Bernadette gibi bir şey. Ama bunu cici kız ismi diye tercih etmiyor ve bunun yerine bir erkek adı olan Benni’yi kullanıyor. Giydiği kıyafetler ise bu yaklaşımla kontrast oluştururcasına pembe ağırlıklı. Çünkü Benni kendisini dışarıdan sert bir oğlan gibi göstermeye çalışsa da, aslında sevgiye ve ilgiye muhtaç bir çocuktan başka bir şey değil. Ayrıca, kırmızı renk nasıl tehlikeye işaret etmek için kullanılıyorsa, Benni’nin vurucu ve göz alıcı pembe tercihi de onun yarattığı tehlikeye işaret ediyor olabilir. Sonuçta, Benni ne zaman patlayacağı belli olmayan bir saatli bombadan farksız.

Benni’yi sürekli olarak (sistemden ama -ülkemizdekinin aksine- ona yardım da sunan sistemden) kaçarken görüyoruz. Hareketli kamera kullanımı, Benni’nin kendi içindeki kaosun bir yansıması gibi. Ve biz onu koşarken hep arkadan görüyoruz, çünkü sistemin bir parçası olan bizden de kaçıp uzaklaşıyor. Özgürlüğüne mi koşuyor? Peki, onu özgürleştirecek olan ne? Sevgi, sadece sevgi. Akşamları ona sarılıp uyuyacak bir anne ve/veya baba, gerçek bir aile ortamı aslında.

Bu sürükleyici filmin kurgusu da pek alışıldık değil. Çünkü tam soruna çözüm bulundu, Benni artık mutlu ve dolayısıyla daha uyumlu olacak dediğimiz anda bile Benni bizi hayal kırıklığına uğratıyor. Bir filmden bekleneceğinin aksine, ana karakter değişmiyor veya herhangi bir gelişme kaydetmiyor. Bu durum izleyiciyi tatminsiz bırakabilecek olsa da, bu film özelinde gayet gerçekçi bir yaklaşım. Çünkü aile sevgisi görmeden büyüyen çocuklar için pembe panjurlu bir ev, dingin bir ruh hali, pek de mümkün değil. Biz izleyiciler de bu çözümsüzlüğün getirdiği çaresizlik duygusuyla sinemadan ayrılıyoruz. İçimizde oturmamış bir şeyler, kalbimiz hâlen ağır. Sanki film değil de, kötü bir haber veya yürek burkan bir belgesel izlemişiz gibi.

Peki, neden Benni sıcak bir yuvaya bir türlü kavuşamıyor? Filmin sunduğu ikilem şu: Benni’ye yardım etmeye çalışanlar Benni’nin durumuna ne kadar üzülürse üzülsün, travmatik çocukluğundan dolayı onunla ne kadar empati kurmaya çalışırsa çalışsın; herkesin işine, sisteme, kendi ailesine ve benzer durumdaki diğer çocuklara karşı da sorumluluğu var. Geriye kalan ise yalnız bir çocuk. Siz o çocuk olsaydınız, siz de var gücünüzle bağırmaz mıydınız? Bu, yaramazlık değil, bir yakarış.


5 Eylül 2016 Pazartesi

Yenişehir'de Bir Öğle Vakti

Anadolu'yu az buçuk gezenler belki fark etmiştir. Birçok şehirde bir "Yenişehir" vardır. Sanki şöyle der bu kentler; geleneklerimizden kopamayız ama yeniliklere de kucak açabiliriz. Açabiliyor muyuz gerçekten? Çağın dayattığı teknolojik gelişmeler dışında yol katedip ilerleme kaydedebiliyor muyuz?

Ben de bir senedir Yenişehir'liyim; İstanbul'un "Yenişehir"inde yaşıyorum. Ne o İstanbul burası ama küçük bir Anadolu kentinden farksız. Havuzlu ve modern görünümlü sitelerin hâkim olduğu bu çevrede yeni olan tek şey de bu görünüm; bu görünümün ardında evlerin içine girdiğinizde ise yeni birşey yok. 

Yenişehir'de bir öğle vakti aldım elime Sevgi Soysal'ın kitabını. 70'ler Türkiye'sinde geçen kitabı okudukça görüyorum ki, günümüz Türkiye'sinde de pek bir şey değişmemiş. Kurulan bu Yenişehir'lerin bize pek faydası olmamış. (Biliyorum, yeni olan her şey iyi olacak diye bir kaide yok; olumlu anlamdaki yeniliklerden bahsediyorum.)

Kitaptaki her karakter, Türkiye'deki bir sınıfı/kültürü/profili yansıtıyor. Yazar, başarılı gözlemlerini karakterlere iyi yedirmiş. Farklı karakterlerin bakış açılarını okuduğumuz her bölümdeki ifadeler o kadar özenle seçilmiş ki, kısa sayılabilecek bu bölümler karakteri özetlemeye yetiyor. Tüm bu özetler bir araya gelince de, 70'ler Türkiye'sinin bir panoraması ortaya çıkıyor. 

Bir karakterin öyküsü, bu karakterin başka bir karakterle yolunun kesişmesi sonucunda sona eriyor ve kesişmedeki diğer karakterin öyküsü başlıyor. Kitabın tamamı bu şekilde devam etse bütünlük bozulmayacak. Ancak, bir noktadan sonra, kitap üç kişi üzerinden akmaya başlıyor gibi görünüyor. Bu üç karaktere ve ilişkilerine, arka arkaya birden çok bölüm ayrılmış. Bu karakterlerin boy göstermesiyle birlikte kitap sadece bu üç karakter üzerinden aksa, yine bütünlük bozulmayacak. Ne var ki, kitap önce her bölüme farklı karakter şeklinde birçok farklı karakter üzerinden akacakmış gibi yapıp, sonra bu üç karakter üzerinden akacakmış gibi yapıyor ama birden, bu üç karakterin öyküsü sonuçlanmadan, yeni karakterlerin hayatı kitaba giriyor. Anlatımı aksatan bir yapı bu. Olcay, Doğan ve Ali adlı bu üç karakterin ilişkileri nasıl sonuçlandı bilmiyoruz. Üstelik, sadece bu üçünün ilişkisinden ayrı bir roman çıkabilecekken. Sanki yazar, bu üçüyle kitapta büyükçe bir parantez açmış ama bu parantezi tam kapatamadan, asıl cümleye devam etmiş gibi.


Yazarın çok farklı sınıflardan gelen karakterlerin olaylara birbirinden tamamen farklı bakış açılarını, psikolojilerini irdeleyerek yansıtabilmesine hayran kalmış olsam da; her bir karakterin zayıf yönlerini ortaya koymada sergilediği nesnel yaklaşımı, Ali karakteri için sergileyememiş ve Ali'yi resmen kayırmış. Ali'yi karakter olarak kendime yakın hissettiğimden çok sevmeme rağmen, yazarın taraflı yaklaşımı, bir dönemi, bir ülkeyi yansıtmadaki başarısına gölge düşürüyor.


Belirttiğim noktalara rağmen, kitabı zevk alarak okudum ve beğendim. Daha da önemlisi, verilen eser sayısının çok olduğu güncel Türk edebiyatında, bu yeni eserlerin çoğunun, öncellerinin başarısını -henüz- yakalayamamış olduğunu düşündüğümden, Sevgi Soysal gibi yazarların eserlerinden günümüz yazarlarının öğreneceği bence çok şey var.

                                                                                                                20 Nisan 2016

8 Nisan 2016 Cuma

Yılanın Kucağında, Korkusuzca




- Tüm hayatımı bitkilere adadım.
- Bir beyazdan duyduğum en akıllıca söz.

2016 Oscar’larında Kolombiya’nın En İyi Yabancı Film dalındaki adayı olan ve 2015 Cannes Film Festivali’nde CICAE (Sanat Sineması) Ödülünü alan film El Abrazo De La Serpiente (Yılanın Kucağında), biri 1900'lü, diğeri 1940'lı yıllarda olmak üzere, iki farklı bilim insanının efsanevi ve gizemli bir bitki olan “yakuza”yı bulmak için bir şamanın rehberliğinde Amazonlarda yaptıkları yolculukları eşzamanlı olarak anlatıyor.

Yılanın Kucağında, Amazonlarda geçen bir şiir. Kurmaca değil belgesel tadında oluşuyla gerçeklere; yer yer saykodelik ve sürrealist oluşuyla rüyalara ve de metafizik sayılabilecek, rasyonel akla zıt düşebilecek olgulara yaptığı vurguyla anlatım olarak bizi ters köşe yatıran bir film. Filmin yönetmeni ve senaristi Ciro Guerra yarattığı bu başarılı atmosferi siyah-beyaz sunarak, (acı) gerçeğin bu masalvari anlatımında renklerden çok dokunun ve ışığın ön plana çıkmasını sağlıyor. Siyah-beyaz kontrastı; hem kaşif (ve dolaylı olarak işgalci ve yağmacı) olan ile yerli olan arasındaki gelgit için, hem de insanın kendi içinde birbirine zıt fikirleri arasında yaşadığı gelgitler için oldukça uygun bir seçim olmuş. Ancak, siyah-beyaz seçiminin temelinde, (filmde sürekli tabir olarak başvurulduğu şekilde) “beyaz adam” ile “kara” tenli yerliler arasındaki keskin ayrımın olabileceğini düşünmemek de elde değil.

Film, oklarını sömürgeciliğe yönelttiğini düşündürse de, sömürgeciliği konu edinen çoğu filmden önemli bir şekilde farklı. Bu tür filmlerin çoğu Batılı yönetmenlerin elinden çıktığından göz ardı edilemeyecek bir Batılı bakış açısı taşırken, bu filmin yönetmeni bir Kolombiyalı ve filmini de Batılı bilim insanlarının değil bir Şamanın gözünden anlatıyor.

Yılanın Kucağında öyle bir şiir ki insanlığa -kanımca haklı olarak- duyulabilecek öfkeyi pekiştiriyor. Filmi özel kılan bir başka yanı da bu zaten; sömüren kavramını genel anlamda insan(lığı)ı kapsayacak şekilde, sömürülen kavramını da doğayı ve hayvanları kapsayacak şekilde genişlettiğini hissettirmesi. Bu açıdan, salt sömürge tarihi demek alt metne haksızlık olur; kısa dünya/insanlık tarihi, derli toplu ve dozunda bir medeniyet eleştirisi denebilir. Doğanın yerini paranın; insan dışı canlılarla uyumlu değerlerin yerini, genel anlamda insanı ve özel anlamda seçilmiş/güçlü insanı merkeze alan boş ve hatta sapkın (dini) inançların; uyumun yerini şiddetin aldığı bir olgu olarak, medeniyet.

Medeniler yerli halka cahil derken, aslında kendisi doğanın cahili olmuş; doğanın dilini yani özünü (artık) bilmiyor ve anlamıyor. Ve filmde Şaman, biz medeniler bu dili öğrenemezsek, bunun onların sonu olacağını söylüyor. Oysa, bu uzun vadede yalnızca onların değil, hepimizin sonu olacak. İlerleme adı altında hem doğayı ve hayvanları, hem değerleri, hem insanları katletmekten başka bir şey değil medeniyet. Medeniyetin sunduğu yegâne şeyler olan paraya ve teknolojiye ihtiyaç duymadan uyum içinde yaşayan insanlar cahil değil, onlar gibi ol(a)mayan bizler açgözlüyüz ve onların hayatına müdahale edişimizle bizler kibirli ve benciliz. Faşist bir düzenin hâkim olduğu bir dünyaya doğduk ve ideolojimiz ne olursa olsun, tüketim ve sömürü kültürünün küçük faşizanlarıyız. İronik olansa; verici doğaya karşı bu yok edici tavrımız biz insanları yok edecek, doğa ise her zaman olduğu gibi yeniden yolunu bulacak.

Hem ormanın hem insanın derinliklerine inme çabasındaki film; ne rasyonel bakış açısına sahip materyalist dünyanın bilim insanlarını, ne de ruhtan ve inançtan beslenen yerlileri ve Şamanı kayırıyor; ne şekilde bakarsanız bakın, insanız ve yolumuzu kaybediyoruz. Şamanın deyişiyle, birer "chullachaqui" oluyoruz: Belleksiz, boşlukta süzülen, zamanda kaybolmuş hayaletler. Kendimizi yeniden bulmak içinse nereden geldiğimizi hatırlamalıyız; doğaya bakmalıyız, doğayı dinlemeliyiz, doğayı hissetmeliyiz.

Bize gerek, korku değil. 
Kendimizi yılanın kucağına bırakmak.



23 Temmuz 2015 Perşembe

Oslo'da Sanat


Norveç'e genelde büyüleyici Fiyordları için gidilir. Ancak, Norveç'te sanat da, bence, bir o kadar büyüleyici. Başkenti Oslo'da geçirdiğim 2 günden biraz tadımlık sunayım.


Vigeland Park


Frogner Park'ın büyük bir bölümüde Gustav Vigeland'ın yaptığı heykeller yer aldığından, bu park daha çok Vigeland Park adıyla tanınıyor. 320.000 m2'lik alanda 212 adet bronz ve granitten yapılmış heykel bulunuyor. 1940 yılında daha parktaki heykellerin tamamının yapımı tamamlanmadan, park ziyarete açılmış. Belki ziyaretçilerin, heykellerin yapım süreci gözlemleme şansı bile olmuştur.


                 

















Parktaki tüm heykeller tek bir tema etrafında birleşiyor: İnsanlık hâlleri. Monolitten parkın en çok dikkat çeken ve bilinen eseri. 14,12 metrelik bu eserde 121 insan figürü bulunsa da, "Mono-litten" aslında tek parça-taş demek.

Monolitten

Birbirine türlü şekilde sarılan bu insanlar "bir"leşerek bir bütünü yani insanlığı oluşturmuş. Heykelin gökyüzüne uzanan dikey duruşundan dolayı, insanların tanrıya ulaşmakta tek vücut oldukları şeklinde yorumlanabilir. Mono-litten tek tek insanlık hâllerini gösteren tüm heykellerin parktaki diziliminde en sonda yer almasıyla; tüm insanların ulaşacakları noktanın ölüm olduğunu da simgeliyor olabilir. Hatta, farklı konumlarda yer almalarına rağmen yani hayattaki konumları ne olmuş olursa olsun, ölümde insanların tek vücut/bir olduğu; bir anlamda, insan ne yapmış olursa olsun öleceği şeklinde de anlamı genişletilebilir.


Nasjonalgalleriet (Ulusal Galeri)

Nasjonal Museet'nin (Ulusal Müze) bir parçası olan Galeri en çok Edvard Munch'ın ünlü eseri Çığlık'a ev sahipliği yapmasıyla tanınsa da, dünya çapında ünlü olmayan ama bakmaya doyulmaz başka eserleri de barındırıyor. Nordik resim sanatına giriş niteliğinde bir müze olduğu söylenebilir. Çağdaş dönem öncesi eserlerin genelinde Norveç kırsalının izlerini sürmek mümkün. Resimlerde Norveç'in harika doğası ve bu doğanın ilham verdiği hayalgücü olmasa, olmazdı zaten. Bu Norveçli ressamların çoğu da, illa ki Almanya veya Paris'te resim eğitimi almış.


Christian Krohg resimlerinde günlük hayatın ayrıntılarına yer vermeyi seviyor. Döneminde herkesçe bilinen ve skandala neden olan tutkusu ise sürekli fahişe resimleri çizmesi. Bu konu üzerine yazdığı bir roman da var: Albertine. Tarzı nedeniyle de, Norveç sanatında Romantizm'den Gerçekçilik'e geçişin öncülerinden olmuş.



Hans Dahl
ise Romantizm'de diretmesiyle, Krohg'un eleştiri oklarına hedef olmuş bir isim. Resimlerinde bolca gün ışığı, gülümseyen yüzler ve yerel kıyafetler bulunuyor. 




August Cappelen şiirsel ve melankolik sayılabilecek bir tarzda doğayı, özellikle ormanları, gölleri ve şelaleleri resmediyor. Resimlerine bakınca yalnızlık, kaybolmuşluk, ıssızlık duygusu hissetmemek elde değil. 



Erik Werenskiold
manzara resimleriyle olduğu kadar masal kitapları için çizdiği resimlerle de nam salmış.




Theodor Kittelsen
doğa resimlerinin yanı sıra masal, efsane ve Norveç'in meşhur "trol"lerinin çizimleri ve resimleriyle de ünlü. Yokluk içinde bir çocukluk geçiren ve erken yaşta çalışmaya başlayan Kittelsen'in yeteneğinin keşfedilmesi neyse ki uzun sürmemiş. Uluslararası bir ün yakalayamamış olsa da, kendisi için Norveç'in en ünlü ressamı denebilir. Tahta oymacılığı ile de uğraşmış. Burzum gibi black metal veya folk metal türünde müzik yapan grupların albüm kapaklarında da kendisinin çizimlerine rastlamak mümkün.



 

Oslo küçük bir başkent olmasına rağmen,  sokaklarında gezerken birçok heykele rastlamak mümkün. Ve tahmin edilebileceğinden daha fazla da müzeye ev sahipliği yapıyor. 2 gün içinde gezebildiklerim arasından iki tanesini size kısaca tanıtmaya çalıştım. Yolunuzun Norveç'e de düşmesi dileğiyle...



*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz. 


9 Eylül 2014 Salı

Özgür ve Sihirli Amsterdam

Amsterdam’ın en sevdiğim yanını sona bıraktım. Biraz da tarif edilemeyecek bir duyguyu tarif etme yolları ararken zihnime zaman kazandırmaya çalıştım. Amsterdam’ın özgürlükle anılmasının nedeni bazı hafif uyuşturucu türlerinin serbest olması. Asıl amaç ise yasa dışı şekilde zaten hemen hemen her ülkede yapılan uyuşturucu tüketimi ve satışını kontrol altına almak. Esrar ve haşhaşlı kekler, “coffee shop”larda satılıyor ve haşhaşlı kekleri farklı yerlerde denediğim halde pek bir etkilerini göremedim. Amsterdam’ın sağladığı asıl müthiş deneyim, “magic mushroom” diye tabir edilen ve “smart shop”larda satılan sihirli mantarlar. Farklı mantarlar yediğim farklı zamanlardaki deneyimlerimde farklı şeyler yaşadım ama hep aynı kanıya vardım: Mantar yemeden, tabiatı eksik ve kusurlu görüyoruz. Örneğin, bir insan bir ağaca baktığında ağaç görür ama mantar yemiş bir insan bir ağaca baktığında ayrı ayrı her dalı, her yaprağı, kabuğunun her parçasını vb. görür. Ağacın yapraklarının tek tek hareketini ve birbirlerine yaptıkları açıları görür ama ağacın bütünselliğini de yitirmez. Konsantrasyonun artması ve algıların iyice açılmasıyla da, bakılanın bir ağaç olduğu bilgisini kaybetmeksizin, ağaç zihinde başka şeylere dönüşüyor. Bu noktada iş, sizin yaratıcılığınıza ve ilgi alanlarınıza bağlı.

İnsanın hayal gücünü artıran/ortaya koyan bu deneyimi yaşamış birçok sanatçı olmalı. Çünkü zihin sanatsal anlamda güçlü ve sıra dışı görüntüler üretmeye meylediyor. Ayrıntıları anlatamam ama o an bir tuval verseler çizerdim gibi geliyor bana. Mantarlı kafaya güzel gelen hep tabiat değil elbette ama zihnin bu dönüşümleri sağlaması açısından tabiat, çok iyi ve çok çeşitli malzeme sunuyor. Amsterdam’a giderseniz -hatta sırf sihirli mantar yemek için bile olsa gidin- bu benzersiz deneyimi kaçırmayın derim.


Şunu da unutmamak lazım; her uyuşturucuda olduğu gibi, hatta olağan hayatımızda da olduğu gibi, her zaman dibe vurma ihtimali var. Mantar, yaşanılan anın etkisini arttırıyor. Ruhen veya fiziksel olarak kendinizi kötü hissettiğiniz bir dönemde mantar yerseniz, daha da kötü hissedebilirsiniz. Örneğin, astım gibi nefes almayı güçleştiren bir rahatsızlığınız varsa, mantar aldıktan sonra, boğulacakmış gibi hissedebilirsiniz. Tabi, gerçekten nefessiz kalıp boğulacağınızdan değil. Zaten dozaj (1 kutu) aşılmadığı ve yemekle/alkolle birlikte tüketilmediği sürece, mantar zehirlenmesi veya başka tür bir sağlık sorunu söz konusu değil. İki de önerim olsun: Freshbox markasından “Cosmic Connectors” ve Psilocybe’den “Atlantis”. Akşam 6’dan sonra satış yasak ama el altından temin etmek mümkün oluyor, şayet yerini bulabilirseniz. 


Amsterdam ile ilgili önceki yazılar için:

Amsterdam 1 - Islak ve Mutlu Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/islak-ve-mutlu-amsterdam.html

Amsterdam 2 - Hem bedeni hem ruhu doyuran Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/hem-bedeni-hem-ruhu-doyuran-amsterdam.html
 


*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.