5 Nisan 2021 Pazartesi

Rastgele Kadraj: “Tepenin Ardı” Üzerine Bir Sohbet

Emin Alper'in "Tepenin Ardı" filmi üzerine, Deniz Kıral'la uzun uzun sohbet ettik. 

Gizem: Merhaba Deniz.

Deniz: Selam. Bugün ev sahibi sayılırsın, sen başla istersen.

Gizem: Filmin açılış sahnesinden başlayalım istersen. Bence bu sahne film için çok yerinde bir girizgâh. Bu sahne sana neler düşündürdü?

Deniz: Enteresan bir şekilde bana bir Dardenne filmini anımsattı; o nedenle çok büyük bir keyifle izlemeye başladım.

Gizem: Hangi filmi?

Deniz: Belirli bir filmden ziyade, onların filmlerindeki kamera kullanımına benzettim. Her Dardenne filminde, omzundaki kamerayla olaya tanıklık ettiğimi hissederim. “Tepenin Ardı”nın başında da benzer bir hisse kapıldım. Aynı zamanda iyi bir yemdi: Bu kişi kim? Neden bu kadar öfkeli?

Gizem: Bir insanın/erkeğin bitkilere, fidanlara vurduğu bu sahnede, en savunmasız canlıya yönelik şiddet söz konusu. Bir bitkiye neden ve nasıl düşman olunabilir ki?

Deniz: Aslında beni şu da düşündürdü: Evet, homurdanmalar duyuyoruz ve onun bir erkek olduğunu anlıyoruz; fakat o homurdanmaları duymasak bile, böylesi bir öfkenin bir erkekten geldiğini “hissediyoruz”. Oysa film henüz, kapalı bir mektup olarak önümüzde duruyor; hiçbir şey görmedik daha, bir öfkeye şahit olmadık, karakterleri tanımadık, yine de biliyoruz ki bu eril ve yabani bir öfke.

Gizem: Öfkenin erkek kaynaklı olmasının yanı sıra öfkenin hedefi de dikkat çekici. En öteki olana yönelik bir öfkeyle başlıyor. Nitekim film de “öteki” çerçevesini çok geniş çizerek hem evrensel bir anlatıyı hem de düşmanlığın en masuma, en suçsuza bile yönelebileceğini vurguluyor. (Hatta sadece bu sahneden yola çıkarak bile bence filmin sonu bir nebze olsun tahmin edilebilir.) Ötekiye sadece insan değil bitki ve hayvan üzerinden de bakılıyor. İlk sahnede fidanları tahrip eden için sansardır diyor ve doğanın mahvedilmesinin suçunu bir hayvandan biliyor Mehmet. Zafer ile Caner’in birlikte göründüğü ilk sahnede Zafer, kurbağa için “Onu vur sana bir cigara” diyor. Doğaya gelen iki kardeş için, bir hayvanın canı günlük bir eğlence, bahis konusu edilebiliyor. Sonrasında silah kullanmaya ve öldürmeye özenen Caner, Süleyman’ın köpeğini öldürüyor. Ve herkes için intikam çanları çaldığında da intikam için öldürülenler koyunlar oluyor. Et için yaşı küçük davar kesmek, balık tutmak, yengeç yakalamak. Tamam bunlar –maalesef– insanın gerçeği ama bu filme de süs olsun diye konulmuş değiller.

Deniz: Evet, “öteki” temasının etrafında dolanan bir film izliyoruz. Ben burada iki tane “öteki” teması görüyorum: 1) Kendinden olmayan “öteki”ye duyulan öfke hatta nefret. 2) “Ben yapmadım, Mickey yaptı” diyen, olumsuzluklarla ilgili hiçbir sorumluluk almadan her şeyi “öteki”ne atan bir tavır.

“Nitekim film de “öteki” çerçevesini çok geniş çizerek hem evrensel bir anlatıyı hem de düşmanlığın en masuma, en suçsuza bile yönelebileceğini vurguluyor. (Hatta sadece bu sahneden yola çıkarak bile bence filmin sonu bir nebze olsun tahmin edilebilir.) Ötekiye sadece insan değil bitki ve hayvan üzerinden de bakılıyor.” cümlen, geçen sohbetimizdeki Aziz Nesin anekdotunu hatırlattı bana: Yine “medeni” bir öfke, tavır göremiyoruz; bozkırın yabanıllığını içlerinde taşıyan, tartışamayan, kavga dahi edemeyen; yalnızca “horozlanan” kişiler.

Gizem: Haklısın, bozkırda geçiyor film zaten, Mut’ta. Mersin’e bağlı olsa da Karaman’a, İç Anadolu bozkırına daha yakın bir noktada. Ama bu, filmin bir Türkiye alegorisi olduğu, bu ülke insanının genelinde bulunan “öteki düşmanlığı”na işaret ettiği gerçeğini değiştirmiyor tabii.

Deniz: Elbette. Burada ben “bozkır” üzerinde de durmak istiyorum. Bu seçimin de bir rastlantı olmadığı kanaatindeyim: Ciddi bir kısım, bozkırda, yaban doğada geçer ve en “entelektüel”in bile yaban yanını görürüz. “Bir Zamanlar Anadolu’da” canlanmıştı kafamda: Orada da horozlanmalar, birbirine caka satmalar, takılmalar daha ziyade bozkırdayken olur. Hani, “Tepenin Ardı”nda, Nusret’in de dediği gibi, “Tabiatın ortasında, günlerce insan görmeden” yaşayan kişiler “birilerini” görünce içindeki yabanıllıkları dışa vurur.

Gizem: Bozkır demek kurak bir coğrafya demek. Belki de fiziksel kuraklık, zihinsel bir kuraklığın metaforu olması için de seçilmiştir. Türkiye’yi kocaman bir bozkır olarak düşünebiliriz. Ve Biz’in bulunduğu burayı merkez kabul edersek Onlar’a, buranın dışındaki her şeye yönelik olarak geliştirilebilecek bir düşmanlık. Düşman, öteki. İlk başta sadece malına düşkün, yaşlı, geleneksel Faik karakterinin yakınmalarından kaynaklanan bireysel bir öteki düşmanlığı varken, film ilerledikçe tüm erkek karakterlerde öteki düşmanlığı oluşuyor. Ve bir insanı, bir erkeği (Faik) daha ilk görüşümüz, silahla. Ve yanına gelen yardımcısı Mehmet’te de bir düşman arayışı var.

Deniz: Yukarıdaki görüşüme bir ekleme yapmak isterim: “Öteki” kadar “Eril Şiddet” de bu filmin merkezinde yer alıyor. Filmin başlarında Caner’i gördüğümde Haneke’nin Benny’sini hatırlamıştım. Haneke “Benny’s Video”nun ana karakteri hakkında şöyle der: “Benny ne yaptığını bilmiyor; çünkü televizyonda ‘ölen’ insanlar bir ‘geri sarma’ tuşuyla bir anda canlanıveriyorlar.” Haneke orada “gerçeklik algısı kırılmış” birini anlatıyordu. Caner’in bu denli bir algı kırılması yaşadığını sanmıyorum; ama Benny ile bir anlamda benzeştiğini düşünüyorum: Caner’in gerçek şiddetle ilk yüzleşmesinde bile büyük bir korku hissettiğini anlıyoruz. Elinde tüfeğiyle tepelerde “askercilik” oynamakla gerçek şiddet arasındaki farkı, köpeği öldürmek zorunda kaldığı anda görüyoruz: Evet, Caner sonunda kartını “şiddet”ten yana oynuyor ve köpeği öldürüyor; ama elinde tüfekle oynadığı zamandaki gibi “dışin dışin dışin!” kolaylığıyla yapamıyor bunu. Öldürme tahayyülü ile öldürmek arasında muazzam bir fark var. Filmdeki kadınlar bile, aslında “erkekliği” göstermek için var: Meryem ve Nusret’in ölmüş karısı.

Gizem: Köpek ve şiddet dedin ya. Şiddet dürtüsünün, korkudan (bilinmeyene, ötekine yönelik korkudan) kaynakladığını gösteren harika bir sahne var: Süleyman, silah kullanma heveslisi Caner’e “Köpeği sev” diyor. Caner, ateş edecek kadar yürekli (!) ama köpeğe yaklaşıp onu sevemiyor. “Korkuyor musun?” diye soruyor Süleyman. Caner’in yanıtıysa “Köpek sevmiyorum”. Tüm korkuların kaynağı da bu değil mi? Tanımadığın, tanımaya çalışmadığın bir şeyi nasıl sevebilirsin? Sevemezsen, empati kuramazsın ve korkarsın. Korktuğun şeyi de düşman bellemeye meyledersin. Hatta bu iki çocuğun ve köpeğin yer aldığı diğer sahnede “Korkmazsan bir şey yapmaz. Korktuğunu anlarsa saldırır” diyerek Süleyman da, şiddetin temelinin korku olduğunu ifade ediyor. Ve köpek bir şey yapmadığı halde, Caner korktuğu için köpeği vuruyor.

Deniz: Çok güzel bir tespit, böyle düşünmemiştim; haklısın. Karakterlerin şiddete meylinin temelinde hep korku var: Ötekine duyulan müthiş bir korku ve bu korkunun kaçınılmaz iki ürünü şiddet ile nefret. Ben daha ziyade Caner’in gerçek şiddetle ilişkisine odaklanarak izlemiştim o sahneyi; ancak, evet, bu daha genel bir çözümleme: Anlayamadığına öfke duyarsın. “Öteki”ni de anlamaya çalışmazsın bile.

Gizem: Şiddet ve nefreti “kötülük” başlığı altında birleştirebilir miyiz? Bireysel değil ama kolektif kötülük. Bu kötülüğün kaynağı, topluma yayılmış güvensizlikten beslenen paranoya. Paranoya demek, gerçekten ziyade kurgu söz konusu demek. Daha doğrusu, kurgunun gerçek gibi algılanması. Ve asıl gerçeği dışarıda bırakan bir şey. Bu nedenle, olmayan bir düşmana karşı birleşiyorlar. Öteki belledikleri Yörükler ortada bile yok, onları hiç görmüyoruz filmde. Öteki düşmanlığını tetikleyen, ötekinin yaptıkları değil; film boyunca her bir erkek karakterin suç işlemesi ve bunu itiraf etmemesiyle oluşan güvensizlik ortamı.

Deniz: Çok güzel bir noktaya geldik: Yörükler. Bunu ben de düşünmüştüm, bu denli kapalı bir çevrede o “Yörükler”in adı bilinmiyor olamaz! Onları “Yörükler” olarak adlandırmak, adlarını ağza almamak da “ötekileştirme”nin müthiş bir örneği.

Gizem: Aslında aile bireyleri birbirlerine karşı dürüst değiller ve birbirlerine güvenmiyorlar, bu yüzden oluşan bir güvensizlik ortamı söz konusu. Bir ailenin (Türkiye ailesinin) bireyleri arasındaki iletişimsizliğin nedeni de, herkesin bencilce kendi çıkarlarını gözetmesi ve kendi küçük intikamlarının peşinde koşması. Bu yolda da, gerçeğin feda edilmesi. 

Deniz: Yakın zamanda David Eagleman’ın “Beyin: Senin Hikâyen” kitabını okudum. Burada beynin “öteki” ile ilişkisi üzerinde duruyor: “(…) evsiz bir insanı bir yoldaş gibi algılayan sistemleri kapatan bir kişi, ona yardım etmemenin verdiği olumsuz duygunun baskısından da kurtulmuş olur. Bir başka ifadeyle evsizler, insandışı hale getirilmiş olur: Beyin onları artık bir insandan çok bir nesne gibi görmektedir.” Faik’in “Yörükler” takıntısı, beynin bu çalışma biçimine güzel bir örnek teşkil ediyor. Eagleman şöyle devam ediyor: “İnsanlara insan tanısını gerektiği gibi koymazsanız, insanlara ayrılmış olan ahlaki kurallar, geçerliliğini yitirebilir.”

“Yörükler”e karşı yaşanan da aslında biraz böyle bir duygu değil mi: Onları “insan” olarak görmeyip başka bir özellikleri üzerinden “ötekileştirerek” bir suni düşman yaratmak; ancak burada şöyle bir ekleme yapmak gerekiyor belki: Bozkırdaki bu kişiler, senin de dediğin gibi, birbirlerine karşı dürüst değildirler; hatta, kendilerine de dürüst olamazlar. Öte yandan bu “dürüst olmama” hali “gerçeği” değiştirmez, bir şekilde açıklanması gerekir, eh, “öteki” de bunu açıklamak için müthiş bir yol.

Gizem: “Olmayan” bir düşman, “olan” suçları örtbas etmeye yarıyor bence.

Deniz: Kesinlikle katılıyorum. Beni bu anlamda en çok etkileyen riyakârlıklardan biri Nusret’in Meryem’i taciz ettiği sahneydi.

Gizem: Meryem’e gelmeden önce birkaç şey daha eklemek istiyorum. Filmin bir Türkiye alegorisi olmasından yola çıkarak, Faik’in de aile reisini yani devlet babayı temsil ettiğini düşünülebilir. Devlet göz yumduğu ve gerçek suçluyu görmezden geldiği için gerçek suçlular cezasız kalırken, “öteki”nden, farklı olandan suçlu yaratılıyor. Mesela, Faik de fazla sorgulamıyor olan biteni, kendisine söylenenleri; Yörükleri düşman bellemeye, ötekini ezmeye dünden hazır. Oysa Faik, sorgulayıcı ve adil bir tavır alabilseydi, sonuç böyle olmazdı.

Deniz: Burada ben de bir ekleme yapmak isterim: Elias Canetti, Kitle ve İktidar’da “Affetme İktidarı, Merhamet” başlıklı bölümde, senin de yukarıda bahsettiğin paranoid yapıdaki kişilerin affetme ile ilişkilerine değinir. Küçük bir alıntı yapayım burada, sonra devam edeceğim:

“Paranoid yapıdaki bir insan asla affetmeyen ya da ancak büyük zorluklarla affeden, bunu düşünerek uzun zaman geçiren, affedilecek bir şeyi asla unutmayan ve affetmemek için kendisine karşı yapılmış düşmanca edimler icat eden bir insan olarak tanımlanabilir. Bu gibi insanların duyumsadığı çok kuvvetli iç direnç, her türdün affetmeye karşı durur. Eğer iktidar elde ederler ve zaman zaman bu iktidarı korumak için affetmek “zorunda kalırlarsa” bu yalnızca gösteri olarak yapılır; bir despot asla gerçekten affetmez.”

Faik’te ben bu yapıyı da görüyorum: Verdiği borcu, kendisine karşı yapılan en ufak bir kötülüğü, daha sonra ilgili kişinin önüne koymak üzere hafızasına atar ve itinayla rafa kaldırır. Bu sadece Faik’e özgü değil elbette. Bozkırdaki tüm erkekler böyledir aslında. Hiçbiri geçmişiyle yüzleşemez, sorunların kendilerinden kaynaklı kısımlarını göremez. Senin de çok güzel bir şekilde belirttiğin gibi, paranoid yapıdadırlar bir anlamda, sürekli öfkeyle gezerler. Öte yandan bu öfkenin yönelebileceği somut bir kişi de yoktur ortada. İçeride kalan öfke, bir düdüklü tencerede kaynayan su gibi basınç yaratır. Kişiler patlamamak adına “ötekiler” yaratır ve bu öfkeyi dışarı vurmak isterler.

Gizem: Sorumluluk demiştin zaten sohbetin başında. Faik dışında hiçbir karakter, yaptığının sorumluluğunu almıyor. Bunun yerine, aile reisinin, yani iktidar gücünü elinde bulunduran Faik’in paranoyasını besleyerek büyütüyorlar. Her bir karakter, kendi yalanını bildiği halde, bu paranoyaya dahil olmuş oluyor. Sorumluluk almamak ve eyleme geçmemek burada sessiz kalmak ve iletişim kurmamak anlamına geliyor. Hem Faik’ten hem birbirlerinden korktuklarından ses çıkarmıyorlar. Korku, sessizliğe neden oluyor. Sessizlik de, iktidarın yanında saf tutmaya. Paranoyanın eyleme dönüşerek neredeyse “iç savaş” boyutuna gelmesini sağlayan da bu. Sessizlik, kötülüğü mümkün kılarken bu ortak kötülük de sıradanlaşmış oluyor. Bu da aklıma Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramını getiriyor. Kötülüğü sıradanlaştıran, herkesin buna ayak uydurarak normalleştirmesiyse, filmdeki tüm erkek karakterlerin eylemsizliği ve sessizliği de benzer şekilde kötülüğü, öfkeyi, düşmanlığı, şiddeti sıradanlaştırıyor.

Deniz: “Ben bir şey yapmadım ki? Herkes gibi davrandım sadece” şeklinde özetlenebilecek bir tavır. Faik, senin de belirttiğin üzere, esas otorite olarak filmde yer alıyor ve herkes onun otoritesini, iktidarını ancak “onun yokluğunda” yargılayabiliyor.

Gizem: Bu film de, “Uzak” gibi mesajı net olan ama üzerine konuşulacak çok sahne içeren, dolayısıyla çok malzeme veren bir film. Her sahne ince ince işlenmiş.

Deniz: Mehmet’in Caner’e rakı götürdüğü bir sahne vardı. Bu sahnenin de bozkırın sertliğinin güzel bir alegorisi olduğunu düşünüyorum: Eril iktidar, tuhaf bir sertlikten beslenir: “Erkek adam”lar ellerinde tüfekle gezerler, bozkırın sonsuz karanlığında yatıverirler, birbirlerinin arkasından horozlanırlar; hülasa, hep sert bir dünyadadırlar. Burada “rakı” da artık tuhaf bir şekilde erilliğin simgesidir: Yüksek alkolü, baskın tadı ile “erkeklik yolunda atılan bir adım”dır. Öyle hızlı içince “adamı” çarpıverir.

Gizem: Tam da bu sahneden Meryem’e dönmek yerinde olacak. Çünkü kadının filmdeki temsili Meryem karakteri, erkekler gibi dışarıda değil, hep evde ve erkeklere hizmet eder konumda. Pirzolayı hazırla, elma soy vb. Üstelik fiziksel olarak da ya oturur konumda ya da ayakta ama belden altı gösteriliyor. Oturur konumda olmasıyla, sanki kadının erkeğin “altında” oluşu; sadece bel altının gösterilmesiyle de, bir erkek gibi “tam” olmayışı vurgulanıyor gibi hissetmiştim. Tabii belinin altını hep görmemiz, anlamı biraz zorlarsam, kadının doğurganlığına ve/veya arzu nesnesi olmasına da gönderme olabilir. Bu erkek dünyasında, erkeğin gözünde tek işlevi bu der gibi. Düşmanlık, şiddet, öfke erkek kaynaklıyken şefkat kadın kaynaklı. Meryem ilk kez, bir “masum”a saldırıldığında dışarı çıkıyor. Ve onu dışarıda sadece bir şefkat anında görüyoruz. Asker eskisi deli Zafer, “kuzuları vurdular, keçileri vurdular, arkadaşlarım gitti” dediğinde ona şefkat gösteren tek kişi Meryem.

Deniz: Filmi izledikten sonra Kitle ve İktidar’ın sayfaları arasında dolanırken “yere oturma” bölümü, tam da bu söylediğin sebeple gözüme çarptı benim de. Canetti bunu bir “eşitlik” olarak görüyor bir noktada: “Doğu ülkelerinde yerde oturan yalnızca fakirler değil, aynı zamanda yanlarında eşlik eden biri olduğunda, zenginler de…” Öte yandan bir sonraki paragraf, Meryem’in durumunu özetler gibidir: “Ne var ki çömelmek ya da yere oturmak, olabilecek her şeyi kabullenmeyi de ima eder.”

Gizem: Peki Meryem de tecavüzü diğer erkeklerden saklayarak “yalan söyleme, gerçeği saklama” gibi filmde erkeğe atanan ve tüm düşmanlık ile ötekileştirmenin kaynağı olan bir eyleme, daha doğrusu eylemsizliğe ortak olmuş, katılmış oluyor mu sence?

Deniz: Ben olmadığı kanaatindeyim. Burada Meryem, eril şiddetin altında sürekli eziliyor ve bir anlamda o da bunları “normal” görüyor. Nitekim Nusret’in kendisini taciz etmesi, Faik’in lafla tacizi de onun için, tabiri caizse, “sıradan” olaylar.

Gizem: Burada yine şiddetin, kötülüğün sıradanlaştırılması söz konusu yani?

Deniz: Evet, yine kötülüğün sıradanlığı gibi düşünüyorum; doğru. Beni en çok etkileyen, Meryem’in tevekkülü oldu: Pirzolaları hazırlamak, meyve soymak, herkes keyif yaparken hizmet etmek… Hepsi “öylecene” kabullenilmesi gereken şeyler gibi onun için. Meryem bir nevi “öğrenilmiş çaresizlik” içerisindedir. Hamuruna bu tevekkül, “erkeğin altı olma” düşüncesi o denli karışmıştır ki artık başka bir şey olabileceğini tahayyül dahi edemez. Nusret’in tacizi, onun normalidir bir yerde.

Gizem: Film, kadına karşı tutumuyla da, idealde olması gerekeni değil, reelde olanı gösteriyor. Kadınların taciz karşısında neden sessiz kaldığından veya kalmaması gerektiğinden ziyade, özellikle “erkekliğin” daha fazla hissedildiği bozkırda, taşrada kadının taciz karşısında sessiz kaldığı gerçeğini yüzümüze vuruyor. Acı olansa, vurguladığın gibi, bunun erkek dünyasındaki sıradanlığı. Dile getirilmeye bile değmeyecek, kanıksanmış bir şeye dönüşüyor.

Filmin diğer bir erkek olmayanı da Aliye adındaki küçük kız çocuğu. O “Yörükler bize bir şey yapmaz ki” deyince öğretmen Nusret nedenini soruyor ve Aliye de “Biz de Yörüküz ondan” diyor. Ama öğretmenin yanıtı “Ama onlar kötü Yörük” oluyor. Bir öğretmen, yani çocuğu doğru bilgiyle ve etik bir yaklaşımla eğitmesi ve iyiye, güzele yönlendirmesi beklenen kişi, çocuğa düşmanlık aşılıyor. Okulda bile çocuklara düşmanlık öğretiliyor sonucuna götürebilecek bir sahne sanki. Ve öğretmen Nusret karakteri, filmde Türkiye’deki eğitimli, aydın sınıfı temsil ediyor. Eğitimli-aydın sınıf bile savaşı besliyor.

Deniz: Hem öyle, hem de şunu hissetmiştim: Aslında biraz deşmeye başlayınca, o aydın sınıfın da kofluğu behemehâl belli oluyor. Kış Uykusu’nda da bunun “iğreti” bir örneğini Aydın karakterinde görmüştük. Üstten bir bakış vardır ancak biraz kazdığımız zaman görürüz ki aslında o da basit hatta bayağı biridir. Burada belki Nusret’in “üstten bakışı” olduğunu söyleyemeyiz ancak aynı basitlik (burada basitliği olumsuz bir anlamda kullanıyorum) onun zihninde de vardır: Her şey iyi ya da kötüdür, daha önce dediğim gibi, “ayık kafa” ile kadını “yoldaş, hayat arkadaşı” gören adam, “bir anlık akıl sapması ile” tam da bozkırın adamı olduğunu gösterir bize.

Bu eleştiriyi önemli buluyorum; zira maalesef, etrafımda irili ufaklı pek çok örneğini görüyorum. Tuhaf bir riya içerisindeyiz. Çocuklarını “klasik müzikle büyüten” arkadaşlarım var ancak kendileri o müzikleri dinlemiyorlar. Bu, ilk anda insanı güldüren bir şey gibi dursa da arkasında yatan anlamın büyük olduğu kanaatindeyim: Olmadıkları kişiler gibi davranmaya çalışıyorlar ve bunu kendilerinden sonrakilerden de bekliyorlar.

Gizem: Bu riya, filmden bağımsız olarak, üzerine ayrıca konuşulmayı hak ediyor bence. Bu film özelinde benzer başka bir durum daha var. Yine, öğretmen rolünde Nusret, oğluna silahla oynamamasını tembih ediyor. Belki bir an için eğitimli kesimin şiddete karşı olduğu gibi bir algı yaratıyor olabilir ama kendisi de gidip bir kadına tecavüze yeltenerek şiddet uyguluyor.

Deniz: Evet, bu da riyanın bir örneği; kesinlikle.

Gizem: Belki de filmin tek “farklı” erkeği, eski asker Zafer. Çünkü o, kurgusal bir algıda yaşamıyor, gerçeği bizzat yaşamış. Olmayan bir düşmanla değil, düşman “belletilenle” gerçek bir çatışmaya girmiş, şiddeti bizzat deneyimlemiş. Diğerleri gibi şiddete meyletmiyor veya yalan söylemiyor. Hatta hayvanların, yani masumların ölümüne tek üzülen erkek, filmdeki tek masum erkek. Ve bence bununla bağlantılı olarak da, filmde ölen tek erkek. Yine farklı olan/düşünen, öteki ölüyor bir anlamda. Adının Zafer olduğu düşünüldüğünde Zafer’in zaferi, gerçeği (yani şiddetin yanlışlığını) bilmiş, öğrenmiş olmak mı? Yoksa, ironik bir şekilde, gerçeği bilen tek kişinin ve/veya tek masumun ölmesi zaferin imkânsızlığına mı dikkat çekiyor?

Deniz: Bu benim de dikkatimi çekmişti: Gerçekle “yüzleşmiş” tek kişi Zafer’dir ama o da “bi’ tuhaf” kabul edilerek ötekileştirilir. Beri yandan, haklısın, ölümünün metaforik bir yanı da var. Burada belki filme getireceğim bir eleştiri de bulunuyor: Filmin sonunda Faik’in “Zaferimi öldürenler…” diye başladığı repliğin filmin geneliyle bir tezat oluşturduğunu ve kör parmağım gözüne bir finale yol açtığını düşünüyorum. Beri yandan, burada da “yüzleşme” problemi bir kez daha karşımıza çıkıyor: Film boyunca, tam da Zafer’i öldüren şiddeti körükleyenler, filmin sonunda yine birilerini suçlamayı başarıyor. Filmin bu anlamda, genel olarak kültürümüze dair önemli bir soru sorduğunu düşünüyorum: “Sahi, Zafer’i kim öldürdü?” Tek eleştirim, belirttiğim üzere, son sahne ile bunu biraz fazla gözümüze sokması.

Gizem: Benimse o sahne özellikle hoşuma gitmişti. Yani, Zafer öldüğünde tüm erkekler onun başında bekliyorlar ve Faik “Zafer’i öldürenler” diye cümleye başlayıp duruyor. Ve o sırada yönetmen, Zafer’in başında bekleyenleri, yani Zafer’i öldürenleri gösteriyor. Ama cümleyi “işte şu tepenin ardında” diye tamamlayarak suçu, dediğin gibi, olmayan bir düşmana atıyor. Zaten tepenin ardındakileri de film boyunca hiç görmüyoruz ve duymuyoruz.

Deniz: Pek çok fikrine katılmasam da, Alev Alatlı’nın katıldığı bir programdaki (Genç Bakış) şu tespiti beni çok etkilemişti: “Hepiniz polis şiddetinden yakınıyorsunuz, erkeklere soruyorum; birbirinize gözünün üzerinde kaşın var diyerek saldırmıyor musunuz? Yolsuzluktan şikâyet ediyorsunuz, aranızda kopya çekmeyen var mı diye soruyorum, keh keh gülüyorsunuz!” Şu anlamda kafamda bir şimşek çakmıştı: Sahi, bizim hiç mi suçumuz yok! Aydın eleştirisi dedin ya, bu anlamda bu filmin çok önemli bir yerde durduğu kanaatindeyim. Sadece “ötekine duyulan öfke” olarak okumayalım: Bozkırdaki bu kişiler hiçbir olumsuzluğun sorumluluğunu almazlar, kendilerini tertemiz kabul ederler. Sorun hep “bir başkasıdır”, her şeyin kötü olmasının nedeni “öteki”dir; ancak kendileri “mükemmel”de konumlanırlar. Bu tavrı, çevremde yoğun olarak gördüğümü söyleyebilirim: Özeleştiri yoksunu bir kültürün içinden geliyoruz.

Gizem: Özeleştiri demişken… Emin Alper bir söyleşisinde, (dindar ve muhafazakâr) Türkiye’nin, vatandaşlarının birbirlerine en az güven duyduğu ülkelerden biri olduğunun, yapılan değerler araştırmasıyla ortaya çıktığından bahsediyor. Filmin mesajı evrensel olsa da, böyle bir film ancak bizimki gibi bir ülkeden çıkabilirdi sanırım. Zaten vatandaşları birbirlerine bile güvenmiyorsa, ötekiye, yabancıya nasıl güvenebilirler? Nitekim film de, birbirlerine güvenmeyen aile fertlerinin, bu güvensizliğin acısını ötekinden, yabancı olandan çıkarmasıyla sonuçlanıyor.

Deniz: Burada aklıma şöyle bir şey takıldı: Mehmet, filmin sonlarına doğru silah sesini duyduktan sonra oğlu Süleyman’ın yanına gider sinirle. Süleyman “Yörükler…” deyip kem küm edince “Başlatma yörüklerine!” diye çıkışır. Bu sahneyi nasıl yorumluyorsun?

Gizem: Mehmet ezik, silik bir karakter. Hep iktidar kurmuş olanın, yani güçlü olanın yanında yer alacak biri; güçlü olanın yaptıklarını onaylamasa da, yanlış olduğunu bilse de. Ama mesela Faik’in yüzüne gülüp arkasından küfreder. Faik gitse ve güç el değiştirse de, onun yanında yer alır. Riyanın en iyi örneği karakter bence filmde. Ve maalesef toplumumuzda da sık rastlanan bir tip.

Deniz: “Gücünün yettiğine çatabilen kişi”. Ben şöyle düşünmüştüm: Mehmet bir yandan da “öteki” diye bir şeyin olmadığının, bir anlamda zahiri değirmenlerle savaşıldığının içten içe farkındadır ancak Faik’in iktidarı altında bunu dile getirmeye cesaret edemez. Elbette “Tepenin Ardı”nda birileri bir şeyler çeviriyor olabilir ancak Mehmet’in o sözü, aslında her şeyin “ötekilerce” yapılmadığının “birileri” tarafından bilindiğini de gösteriyor gibi. Beri yandan, Zafer’in cesedinin başında, Faik’in bu Yörükler takıntısı ile belki film boyunca içten içe alay eden tüm erkekler, bir anda fikir birliğine varırlar: Zafer’i öldürenler, tepenin ardındakiler! Ben şöyle yorumlamıştım: İnsanlar, muktedirin korkusundan gerçeği söylemezler ya da görmezden gelirler ancak kendilerinin de suçlu olduğunu derinlerde bir yerde bildikleri sert bir kayaya çarpınca (Zafer’in ölmesi gibi) onlar da suçu kabullenmektense “birilerine” atmayı, suyu kolay yerden akıtmayı tercih ederler.

Gizem: Mehmet’in yabani oğlu Süleyman’dan da bahsedelim. Filmin başlarında ayrıksı duran, sessiz ve kimseye karışmayan, tepelerde, dağlarda gezen, bir köpekle arkadaşlık eden Süleyman karakteri de önce köpeği öldürülünce, sonra annesi Meryem’e tecavüzü (tecavüz girişimini) görünce “değişiyor”. O da intikamın peşine düşüyor. Bu durum, onun intikamının haklılığını savunmaktan ziyade, bu topraklarda farklı da olsa her insanın/erkeğin şiddete meylini ortaya çıkarabilecek bir durumun oluşabileceğini veya herkes için bardağı taşıran son bir damla olabileceğini söylüyor olabilir. Politik okuyup Süleyman’ın Türkiye’de bir topluluğu temsil ettiğini düşünürsek, şunu bile demek mümkün: İnsanlara şiddet uygulayıp, onları ezip, onlara ait olanı onların elinden alıp, sonra neden kendi hallerinde yaşamak varken, şiddete başvurduklarını, intikam yoluna gittiklerini sorgulamak pek makul değil.

Deniz: Evet, bu korkunç sarmalın bir alegorisi olarak görmek de mümkün. Yalnızca “değişiyor” mu, yoksa içindeki şiddet açığa mı çıkıyor? Bundan emin değilim.

Gizem: İnsanların değiştiğine inanmam zaten. Evet, içindeki şiddet açığa çıkıyor. “Şiddete meyli” derken bunu kastetmiştim.

Deniz: Beri yandan, bunu dediğim anda bile aklımdan şu geçti: Filmde Nusret’in “Sülo biraz yabani mi olmuş ne?” dediği çocuk, Nusret’in tecavüz teşebbüsüne kadar o şiddetin zerresini bile göstermez. Oysa kendi oğlu, elinde tüfekle birilerini, bir şeyleri öldürmeyi temrin etmenin derdindedir. Üstelik o şiddetin abisini nasıl tarumar ettiğini bildiği halde. Bunu da riyanın bir örneği gibi görüyorum: Nusret, Sülo’nun “yabaniliğinden” dem vurur; oysa kendi oğlu Caner’in şiddete meylini görmez. Gördüğü anlarda bile onu bir “yabanilik” olarak yorumlamaz. Burada da Süleyman ötekileşir. “Öteki”ne “yabani” demek, onu suçlamak her zaman daha kolaydır zira.

Gizem: Bırak Yörükleri, aile içinde bile herkes birbirine karşı paranoyak ve güvensiz, bu yüzden birbirlerini de ötekileştirip duruyorlar. Empati ve diyalog eksikliği. Kimse bir diğerini anlamaya çalışmıyor, çünkü bozkır gibi verimsiz zihinlerden oluşan, katı ahlak kurallarına sahip gibi görünen ama ikiyüzlü tavırlar ortaya koyan Türk-Sünni-ataerkil toplum böyle. Sadece kendi varlığını, kendi erkekliğini, kendi haklılığını pekiştirme amacı güdüyor.

Ötekiye düşmanlık, olmayan bir düşmana karşı birlik; “milliyetçilik” kavramını da akla getiriyor. Nitekim filmin son sahnesinde tüm erkekler silahlarını kuşanmış bir şekilde ötekinin coğrafyasına “tepenin ardına” yol alıyor. Marş eşliğinde! Adeta milli bir dava için tek sıra halinde askeri bir yürüyüş yapıyorlar. Buradaki müzik kullanımı, filmin tamamı boyunca yapılan göndermenin en açık ifadelerinden biri. Son sahneyi bu açından çok güçlü buluyorum.

Deniz: Buna katılıyorum, evet; bir anda hepsi marş eşliğinde yürüyen bir birlik haline gelirler. “Öteki”yi mahvetme amacıyla uygun adıma yakınsayan bir yürüyüşle giderken görüyoruz kafileyi en son. Bütün bir film boyu birbirlerine güvenmeyen ve sessiz bir öfke kusan insanlar, bir anda bir değerin etrafında “bir” olurlar: ölüm.

Gizem: Türkiye özelindeki işaret ettiği şeyi görmemek elde değil ne yazık ki. Mesela, “İlla buradan geçecem derseniz her geçtiğinizde bir davarınızı tutarım” demek, “burası bizim vatanımız; inat ederseniz kurban verirsiniz” demek. Bir de, “Osmanlı’dan beri bizim otlağımız” diyen Yörüklere karşı Faik de “benim tapulu malım” diyor.

Deniz: Felsefeci Ahmet Arslan’ın kendi hayatını anlattığı nehir söyleşi kitabı geldi aklıma buna girince. Arslan bir yerde şöyle der: (hafızamda kaldığı kadarıyla aktarıyorum) “Özgürlük, demokrasi, fikir hürriyeti vb… bizim yarattığımız kavramlar olmadığı için değerini de bilmiyoruz. Biz bunları ithal ettik, dolayısıyla elimizden gitmesinde de bir beis görmüyoruz. Kişi yarattığı kavrama sahip çıkar, peki biz hangi kavramları yarattık: namus, toprak için ölmek vb…” Bence içinde bulunduğumuz çıkmazı güzel özetleyen bir tespit bu: Maalesef iletişim, medenice sevmek, empati kurabilmek bizim yarattığımız değerler değil; dolayısıyla, yeri geldiğinde tüm bunları “bir kalemde silivermek”te de bir beis görmüyoruz. Bizi bu kavramlar bir araya getiremiyor, tutkal vazifesi görmüyorlar. Biz üretmedik dolayısıyla sahip de çıkmıyoruz.

Gizem: “Biz” diyoruz ya, Caner’in köpeği vurduğu ve aile erkeklerinin ateş başında yeniden bir araya geldiği sahneden sonra, uyumalarından önce gökte “ay ve yıldız” bariz bir şekilde gösteriliyor. Türkiye Cumhuriyeti’ne, bayrağına gönderme yapan bu sahne; tam da bu ülkede, bu bayrak altında bunlar oluyor diyerek Türkiye alegorisinin altını çiziyor.

Deniz: Köpeği vurmak dedin, tekrar Süleyman’a döneyim: “Köpeğini vuran” Caner’e de, yine de bir şey demez ancak herkesin bir bamteli vardır. Annesine yönelik tecavüz girişimi bardağı taşıran son damla olur. Burada yalnızca Süleyman’a yabani demek, doğrusu, epeyce kolaya kaçmak oluyor.

Gizem: Caner’e bir şey diyemez. Çünkü Süleyman, kahyanın, yani “alttakinin” oğlu. Caner ise aile reisinin, yani iktidarı elinde bulunduran Faik’in torunu.

Deniz: Peki o zaman şöyle sorayım: İki eşit güç olsalardı, Süleyman, Caner’e yine şiddetle mi karşılık verirdi?

Gizem: Eşit statüde olsalardı muhtemelen Süleyman farklı biri olurdu, “yabani” diye nitelendirilecek uzak bir tip olmazdı ve bence o Süleyman, Caner’e karşılık verirdi.

Deniz: Burada, kendimle çelişkiye düşmek pahasına, şöyle bir akıl yürüteceğim (ya da tam tersi, duvara toslayacağım) Canetti, Kitle ve İktidar’da “emir” ile ilgili şöyle der: “Her emir bir moment ve bir sızıdan oluşur. Moment, emri alanı eylemde bulunmaya, emrin içeriğine uygun olarak eylemde bulunmaya zorlar; sızı da emre uyanın içinde kalır. Emir normal olarak ve beklendiği gibi işlevini gördüğünde, sızıya dair gözle görülebilen hiçbir şey yoktur, sızı saklıdır, orada olduğu sezilmez; varlığını yalnızca, emre uyulmadan önce açığa çıkan belli belirsiz gönülsüzlükle açığa vurur; ancak sızı, emri uygulayan kişinin yüreğine oturur ve onun içinde değişmeden kalır. İnsanın bütün psikolojik yapısında sızı kadar değişmez bir şey yoktur.” Süleyman yıllarca hep altta kalır, ama babası aracılığıyla, ama babasından sürekli “emir alan” konumundadır. Bu, içinde yıllarca “sızı biriktirmesine” neden olur ve bu sızı gün gelir, aniden patlar. Belki bunu açıkça görmeyiz ama biliriz ki o saçmalar Süleyman’ın tüfeğinden gelmektedir. Burada kendimle çelişkiye düştüğüm kısım şu: Az önce, Süleyman’ın da şiddete meyli olduğunu ve bunun açığa çıktığını söylemiştim; oysa şimdi, biraz farklı bir yöne çekiyorum düşüncemi sanırım.

Gizem: Bu dediğinin, benim dediğimle veya senin önceden dediğinle çeliştiğini sanmıyorum. Bir çocuk ailesinden, büyüklerinden ne görürse onu içselleştirmeye meyillidir. Şiddet ortamında büyümüş bir çocuğun şiddete meyli olması da doğal bence. Sadece bu yanını ortaya koymasına neden olacak bir ortam henüz oluşmamıştır. Süleyman “alttaki” olduğu için senelerce bunu bastırmış, senin tabirinle “biriktirmiş” de olabilir. Köpeği öldüğünde de bastırır ama annesine tecavüz, dediğin gibi bardağı taşıran son damla, şiddete meylini tetikleyici, biriktirdiklerini ortaya çıkarıcı faktör olur.

Deniz: Burada bardağı taşıran son damla da bir eleştiri gibi, bilmiyorum katılır mısın: Namus. Yine Ahmet Arslan’ın tespiti geliyor aklıma: Yarattığımız kavramlara sahip çıkarız. Süleyman için bu “namus”tur.

Gizem: Değinmek istediğim son bir nokta var. Tüfeklerin patladığını duyuyoruz ama tüfeklerin patladığını hiç görmüyoruz. İzleyici tüfeği kimin patlattığını biliyor. Sanki failler, suçlular ortada olsa da, kimin yaptığını bilsek veya tahmin edebilsek de, ortada kanıt yok. Ve aynı mevzuda örneğin, gece devriye gezen asker “Davar mı kestiniz?” diye soruyor. Faik onaylıyor, “Hayırdır?” diyor askerlere. Bu bilmezden gelişle hem suçlu hem güçlü. “Rutin devriyedeyiz” deyince de asker, Faik “Bu saatte?” diye hesap soruyor. Asker, suçluyu bulacağına, suçu araştıracağına, suçu ve suçluyu görmezden geliyor. Hatta et taze olmasa (veya Faik olduğunu söylemese), etten pay alıp buna ortak bile olacak. Kanıtın, suçlular ve güvenlik güçlerince birlikte kendi lehlerine kullanılması gibi yorumluyorum bunu.

Deniz: Evet, bu oldukça önemli bir nokta: Tüfekler patlıyor, bir şeyler seziyoruz ama hiçbir zaman emin olamıyoruz. Kimin suçlu olduğunu bilsek de bunu net bir şekilde dile getiremiyoruz, açıkça ortaya koyamıyoruz.

Gizem: Çünkü biz gerçek hayatta da “izleyici” konumundayız.

Deniz: Bu anlamda seyirci olarak, biz de tuhaf bir noktada kalıyoruz bence. Senin düşüncenden hareket ediyorum: Görmüyoruz ama eminiz, yine de rahatça dile getiremiyoruz.

Gizem: Suç örtbas ediliyor, kanıtlar yok ediliyor veya gösterilmiyor. Biz de izliyoruz işte. Film olunca yönetmen yönlendiriyor, peki gerçek hayatta?

NOT: Bu söyleşi ilk olarak 1 Nisan 2021'de Parşömen Edebiyat'ta yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder