Ken Loach demek, yoksul hikâyesi demek.
Son filminin konusu ise emekçi sınıfına çok hitap etmeyen ve
burjuva içkisi diye bilinegelen viski. Tam da, yoksulluk ile zenginliği aynı
potada eritebilme iddiası nedeniyle de film ilgi çekici. Ken Loach izlemenin
tadı başkadır ama ne yazık ki, film ikna edemedi hikâyesine, en azından beni.
Filmin açılış sahnesi çok doğru bir yerden başlıyor. Ama
sistemi eleştirmesini veya daha sert bir şekilde eleştirmesini beklediğim bu sahne,
bana istediğimi veremiyor. İngiltere’de olsun başka bir ülkede olsun, sistemin
gençlere şans tanımadığına ilişkin yapılmış onca filmden sonra, çok hafif
kalıyor burada aksettirilen sistem ve eleştirisi.
Hastaneden bile içeri alınmayacak, iş görüşmesine bile çağrılmayacak
kadar kılıksız olduğu filmce bizzat dikte edilen bu tipler, nasıl böyle rahat
rahat “elit” seviyedeki tadım etkinliklerine katılıyor ve hiç yadırganmıyorlar?
Ayrıca, bu arkadaşları viskiyle tanıştıran sosyal yardım görevlisi amca, daha
bir önceki sahnede onlarla yeni tanışmışken, onları azarlarken ve onlarla hiç
samimi görünmezken, birdenbire iyilik meleği kesiliyor ve kol kanat geriyor
hepsine. Başı beladan eksik olmayan ana karakteri bile daha ilk anlarda
belalılarına karşı savunacak kadar da cüretkâr. Dünya böyle bir yer değil; peri
masalları olabilir. Ünlü şarap koleksiyoncusu amcanın, ana karakteri keşfi de
şüpheli başka bir durum. Zaten o viski tadım etkinliğinde ana karakterin ön
plana çıkması da anlaşılır değil. Viskiyi tadan diğer kişilere fikri sorulmuyor
bile. Çok kolaya kaçan geçişler gibi geldi bunlar bana.
Daha da beteri, filmin giriş kısmı o kadar uzun tutulmuş ki
gelişme kısmına filmin ikinci yarısının ortasında geliniyor. Hatta “dramatik
komedi” türüne ait olduğu bildirilen filmin, kanımca, komik sahneleri de nihayet burada
başlıyor. Mona Lisa ile başlayan espri zincirlemesi, bir Cuma akşamı koskoca
Beyoğlu sinemasındaki dört seyirciyi de güldürdü en azından.
Filmi izlediğime pişman değilim tabi ki de. Glasgow’lu
gençlerin aksanı olsun, Britanya adasının manzaraları olsun, onca viski türünü
barındıran toprakları olsun, sinematik anlamda olmasa da çekiyor kendine bir
şekilde film. Ama bunun için belgesel veya turistik bir tanıtım da yeterli olurdu
sanırım.
‘Kurulu düzende gençler harcanıyor. Hâlbuki, en kayıp
görüneni bile kendi içinde bir potansiyel taşıyor’u Ken Loach’tan da duyup
umutla dolması bekleniyor seyircinin. Gel gör ki, bu konuda yeni bir şey
söylemediği gibi, bir çıkış yolu da sunmuyor ki nasıl umutla dolayım. Günümüz
gençlerinin kolaycı zihniyetine uygun bir şekilde, sistemi kendi silahıyla vur
diyerek, sistemi değiştirmeyi değil gençleri de eleştirdiği sistemin bir
parçası yapmayı çözüm olarak sunuyor. Yoksulun hakkından çalıp çırparak zengin
olan sistem bekçileri gibi hırsızlıktan, üçkâğıttan mı geçiyor bu gençlerin
kurtuluşu?
Konuyu güzel bağladı mı bağladı. Hatta, mutlu sonundan
olacak, sandım ki bir Hollywood filmindeyim. Fazla beklentisi olmayan ortalama
bir izleyiciyi veya çözümsüz umut vaatlerini seven iyimserleri mutlu edebilecek bir film.
Neyse ki, adı çok anlamlı. Meleklerin de bir payı olmalı.