*Yazı, kitapla ilgili bazı sürprizleri açık etmektedir.
Özgür Çırak’ın ilk öykü kitabı Sıcacık Bir Ev NotaBene Yayınları etiketiyle 2019 yılında raflarda yerini almış ve 2020 Türkan Saylan Sanat Ödülü’ne layık görülmüştü. Yazarın ilk öykü kitabı olmasına rağmen, öykülerini tek başına ne kurguya ne dile yaslayan, aksine hem şaşırtıcı kurgular sunan hem de söz oyunlarına kararında bir şekilde başvuran özenli bir dil kullanarak yakaladığı dengeli üslubuyla emekçileri yer yer gerçekçi, yer yer gerçeküstü bir yaklaşımla anlatması oldukça mahiraneydi. Yazarın işte bu tarzı, 2021 yılının başlarında yine NotaBene Yayınları etiketiyle okurla buluşan Ormandan Gece Gelen adlı uzun öykü kitabı konusunda merak uyandırmaya yetiyor. Kitap, kuş uçmaz kervan geçmez bir karakolda birkaç asker ile bir karacanın hikâyesine odaklanıyor.
Öykü, Harun’un kişisel hikâyesiyle açılıyor. Bu pısırık karakterin askere gitmek zorunda bırakılması, askerlikte gerçekleşecek ana olaya bağlayacak damarı veriyor. Babasının, yeni doğan diğer çocuğunu, karısından habersiz aileden koparması ise kitabın meselesi açısından asıl önemli nokta. Baba “Gerekirse yeni çocuk da yapılır” bakış açısı taşısa da, anne ile baba arasında yıllar sürecek soğuk bir ilişki başlıyor. Harun’un hikâyesini, üçüncü bir çocuktan, o hiç yapılmayan çocuktan, doğmamış kardeşten dinliyoruz. Annenin suskunluğu, yani artık (kocasına) çıkmayan sesi için kitapta yenilip yutulmuş kuş imgesine başvuruluyor. Harun’un bir otorite figürü olan amcası tarafından ezilmesine örnek olarak gösterilen olayda da onun kuşlara şefkatle davranması söz konusu. Ayrıca, başvurduğu iş de kuş bakımıyla ilgili.
Harun isminin kökenine bakarsak, Hz. Musa’nın ağabeyinin adı. Bu da; hem askerde hem aile içinde ikincil, daha altta, daha önemsiz, daha sözü dinlenmez konumda kalan Harun’un kardeşiyle ilişkisini imgesel bir bağlama oturtabilir. Hatta kitap Harun’un hikâyesiyle açıldığı ve bu hikâyeye ayrı bir bölüm bile ayrıldığı halde, ana hikâyenin kahramanı bile olamaz o. Kahraman olmak, Cem’e (adın ilk anlamı, hükümdar) düşer.
Okur, annesinden mirasmışçasına, ağzında kuşlarla yaşayan Harun karakterinden sonra, Cem karakteriyle tanışıyor. Ve bundan sonra hikâyenin tamamı karakolda ve çevresindeki ormanda geçiyor. Yazar, Cem karakterine, kitabın açılışında Harun karakterine olduğu gibi ayrı bir bölüm ayırmak yerine, onun hikâyesini ve sonraki yan hikâyecikleri öykünün tamamına geriye dönüşler şeklinde yediriyor. Cem, emir-komuta zincirinde Harun’un üstünde, Olgun Astsubay’ın altında. Metinler arasılığa da kapı aralayan öyküde Cem’le ilgili olarak ilk öğrendiğimiz şey, okuduğu kitap. Adeta kendisini özdeşleştirircesine Teğmen Drago’dan bahsetmesine bakarsak, gelmeyecek olan ama korkulup durulan bir düşmanın sonsuza kadar beklendiği Tatar Çölü kitabını okuyor. Zaten Ormandan Gece Gelen de Tatar Çölü gibi alegorik, karanlık ve sert. Karakolda otuz bir yıl düşman beklemiş Teğmen Drago gibi, Cem de karakolda otuz bir yıl geçirsem nasıl olurdu diye düşünüyor. Cem’in bir dişi sığırla olan çocukluk anısıysa, Harun’un kuşlarla olan ilişkisi gibi, kitabın derdine hizmet eden türden. Kitapla ilgili sürprizleri asgari düzeyde bozacak şekilde ifade etmeyi denersek, bir sığır ile bebesinin ayrılması ve bu yüzden Cem’in kendisini suçlaması söz konusu.
İnsan açlığının motivasyon olarak verildiği öyküde silahlı erkekler, bir karacayı vurarak öldürüp yemeğe karar veriyorlar. Üstelik bu karacanın yavruları da var ama onlar kaçıp kurtuluyor. Karacanın öldürüldükten sonra parçalara ayrılması, adeta okuru tiksindirmek istercesine, oldukça gerçekçi bir şekilde ayrıntılı olarak anlatılıyor; sonrasında da karaca eti Cem’e teslim ediliyor. Hikâye bu noktadan sonra gerçeküstü bir forma kavuşuyor. Karaca, yavrularının peşinde; Cem ise karacanın peşinde.
Öykünün sadece erkeklerin bulunduğu bir ortam olan karakolda/askerlikte geçmesi, öykünün imgesel dünyası için kayda değer bir tercih. Hem Harun’un hem de Cem’in kişisel hikâyelerinde birer anne ve birer kayıp çocuk söz konusu. İki hikâyede de sözü geçmeyen, dinlenmeyen, sömürülen, ezilen bir kadın/dişi figürü var ve bu bireyler, çocuk sahibi olmalarıyla kitabın konusunun bir parçası oluyorlar. Bu dişilerden birinin bir hayvan olması, anlamı daha da genişleterek eleştirisini sadece feminist değil türcülük karşıtı bir düzleme de taşıyor. Keza, karacanın toynak seslerinin, topuklu ayakkabı sesine benzetilmesi de bu ortak okumayı besler nitelikte. Bu bağlamda, kadını da hayvanı da “et” olarak gören erkeklerin açlığı, açgözlülüğü, ötekinin karşı koymamasını bahane ederek kurduğu tahakküm, sömürü ve şiddet odaklı dünya düzenini hedefe koyan bir okumayı mümkün kılıyor. Nitekim ne Harun’un hikâyesindeki anne, ne Cem’in hikâyesindeki dişi sığır, ne de vurulmadan önce geyik karşı koyuyor erkeklere. Erkeğe yöneltilen eleştiri oklarından birkaçını da kadına yönlendirip “ses”lerine sahip çıkmaları gereğine yönelik bir vurgu olarak da bu tür bir okuma genişletilebilir.
Cem’in ormanda karacayla buluştuğu andan itibaren aralarında bir mücadele başlıyor. Birbirinin zıddı olarak konumlandırılan iki türün mücadelesinde şefkat de anlayış da inat da kavga da var. Ve en önemlisi de, ötekinde kaybolma var. “Cem, Cem’e ait değil. Karaca da karacaya ait değil şu saatten sonra. Yara gibi kaynıyorlar birbirlerine,” (s. 82-83). Cem, karacanın üstündeyken, kaderini ona bırakmışken, karacayı anlamaya, karaca gibi hissetmeye başlıyor. Bir hayvan gibi. Ve bir kadın gibi, bir anne gibi. “Bir de o erkek karacalar yok mu? Sidiklerini koklamak, bacak aralarına yüzünü sürmek, sağrılarına değmek, ıslanmak istiyor. Daha henüz karacaya tam karışmadan kasıkları kabarıyor taze otların ve erkek karacaların özlemiyle,” (s. 83). “Penisini kasıklarının arasına sıkıştırıp rahim edecek. Üstündeki asker kamuflajlarından kalanı sıyırıp memesini sunmak istiyor,” (s. 84). Ne zaman ki karaca dayanamayıp kendisini koyuveriyor, bu kez de Cem karacayı üstünde taşımaya başlıyor ve hayatta olsaydı karaca da, bu erkeğin, bu insanın hissettiklerini algılayabilir miydi diye merak ediyor: “[…] belki de insan yemeklerinin, misal karnıyarığın, Ali Nazik kebabının, ete et mi yediriyoruz, semizotu yemeğinin, iç baklasının, enginarın tadını alır, bir kadının içine girerken, erkek orgazmının lezzetine varırdı,” (s. 89). Ve öykünün sonunda, Cem ile karaca bir (bütün) oluyor. (Cem adının diğer bir anlamının “toplama, bir araya getirme” olduğunu ve kuş dili bilip hayvanlara hâkim olan Hz. Süleyman’ın lakabı olduğunu da bu noktada hatırlamalı.) Orman hayvanları, bu şey hayvan mıdır nedir anlamıyor. Diğer askerler de onu tanıyamıyor.
Bu uzun öykü benim pencereme, bir empati talebi olarak yansıdı. Erkek ile kadın, insan ile hayvan arasında. Çünkü hepimiz birbirimizi tamamlıyoruz. Ve yazar Özgür Çırak, ne anlattığı ile nasıl anlattığı arasında da bir köprü kurmayı başarıyor. Bu tematik birlik çağrısını, büyülü gerçekçi denebilecek bir tarzda gerçek ile fantastik olanı bir araya getirdiği üslubunun birleştirici gücü tamamlıyor. Üstelik gerçeküstüne kucak açarken bile, kendi içinde tutarlı bir neden-sonuç ilişkisinden feragat etmiyor. Lezzetli diline hâkim olan zengin ayrıntılar, betimlemeler ve benzetmeler; sadece atmosferi okura daha çok duyurmaya değil, okuru hikâyenin sahiciliğine ikna etmeye de hizmet ediyor.