9 Eylül 2014 Salı

Özgür ve Sihirli Amsterdam

Amsterdam’ın en sevdiğim yanını sona bıraktım. Biraz da tarif edilemeyecek bir duyguyu tarif etme yolları ararken zihnime zaman kazandırmaya çalıştım. Amsterdam’ın özgürlükle anılmasının nedeni bazı hafif uyuşturucu türlerinin serbest olması. Asıl amaç ise yasa dışı şekilde zaten hemen hemen her ülkede yapılan uyuşturucu tüketimi ve satışını kontrol altına almak. Esrar ve haşhaşlı kekler, “coffee shop”larda satılıyor ve haşhaşlı kekleri farklı yerlerde denediğim halde pek bir etkilerini göremedim. Amsterdam’ın sağladığı asıl müthiş deneyim, “magic mushroom” diye tabir edilen ve “smart shop”larda satılan sihirli mantarlar. Farklı mantarlar yediğim farklı zamanlardaki deneyimlerimde farklı şeyler yaşadım ama hep aynı kanıya vardım: Mantar yemeden, tabiatı eksik ve kusurlu görüyoruz. Örneğin, bir insan bir ağaca baktığında ağaç görür ama mantar yemiş bir insan bir ağaca baktığında ayrı ayrı her dalı, her yaprağı, kabuğunun her parçasını vb. görür. Ağacın yapraklarının tek tek hareketini ve birbirlerine yaptıkları açıları görür ama ağacın bütünselliğini de yitirmez. Konsantrasyonun artması ve algıların iyice açılmasıyla da, bakılanın bir ağaç olduğu bilgisini kaybetmeksizin, ağaç zihinde başka şeylere dönüşüyor. Bu noktada iş, sizin yaratıcılığınıza ve ilgi alanlarınıza bağlı.

İnsanın hayal gücünü artıran/ortaya koyan bu deneyimi yaşamış birçok sanatçı olmalı. Çünkü zihin sanatsal anlamda güçlü ve sıra dışı görüntüler üretmeye meylediyor. Ayrıntıları anlatamam ama o an bir tuval verseler çizerdim gibi geliyor bana. Mantarlı kafaya güzel gelen hep tabiat değil elbette ama zihnin bu dönüşümleri sağlaması açısından tabiat, çok iyi ve çok çeşitli malzeme sunuyor. Amsterdam’a giderseniz -hatta sırf sihirli mantar yemek için bile olsa gidin- bu benzersiz deneyimi kaçırmayın derim.


Şunu da unutmamak lazım; her uyuşturucuda olduğu gibi, hatta olağan hayatımızda da olduğu gibi, her zaman dibe vurma ihtimali var. Mantar, yaşanılan anın etkisini arttırıyor. Ruhen veya fiziksel olarak kendinizi kötü hissettiğiniz bir dönemde mantar yerseniz, daha da kötü hissedebilirsiniz. Örneğin, astım gibi nefes almayı güçleştiren bir rahatsızlığınız varsa, mantar aldıktan sonra, boğulacakmış gibi hissedebilirsiniz. Tabi, gerçekten nefessiz kalıp boğulacağınızdan değil. Zaten dozaj (1 kutu) aşılmadığı ve yemekle/alkolle birlikte tüketilmediği sürece, mantar zehirlenmesi veya başka tür bir sağlık sorunu söz konusu değil. İki de önerim olsun: Freshbox markasından “Cosmic Connectors” ve Psilocybe’den “Atlantis”. Akşam 6’dan sonra satış yasak ama el altından temin etmek mümkün oluyor, şayet yerini bulabilirseniz. 


Amsterdam ile ilgili önceki yazılar için:

Amsterdam 1 - Islak ve Mutlu Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/islak-ve-mutlu-amsterdam.html

Amsterdam 2 - Hem bedeni hem ruhu doyuran Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/hem-bedeni-hem-ruhu-doyuran-amsterdam.html
 


*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.


Hem bedeni hem ruhu doyuran Amsterdam

Van Gogh'un paleti

Vondelpark’ın ana girişine yakın Museumplein denen müze bölgesi var. Avrupa’nın en çok ziyaret edilenler arasında yer alan ve bunu hak eden iki müzesi de burada: Van Gogh Museum ve Rijksmuseum. Van Gogh müzesine sırada beklemeden girmeniz zor ama mutlaka girin. Sakın ha hemen yorulmayan çünkü müze turunun sonlarına doğru, Van Gogh’un bazı eserlerini mikroskop tarzı bir aletle inceleme şansı doğuyor. Fırça darbelerini bu kadar yakından görmek demek, o esere yeni bir gözle bakmak demek. Ayrıca, bu mikroskop aracılığıyla, açık havada dizlerinin üzerinde resim yapan Van Gogh'un resimlerindeki kum, ot, yaprak, vb. parçaları da gözlemlemek mümkün.

Van Gogh'tan kardeşi Theo'ya














Rijksmuseum’da ise
Rembrandt (ünlü eseri Night Watch), Johannes Vermeer (ünlü eseri The Milkmaid), Hendrick Avercamp (ünlü eseri Winter Landscape with Ice Skaters) gibi birçok önemli Hollandalı ressamın eserlerinin yanı sıra, Michelangelo, Albrecht Dürer gibi başka milliyetten önemli sanatçıların eserleri de bulunuyor.
Rijksmuseum’a damgasını vuran eser ise Rembrandt’tan Night Watch. Bu öyle bir eser ki, bir resmin orijinalini görmenin, bir resmi yakından incelemenin neden bu kadar önemli olduğunu size tek başına açıklıyor. Rembrandt’ın ışığı kullanımı gerçekten hayranlık uyandırıcı. Işığı bu derece iyi kullanmak için, ışığın ve gölgenin hâllerini de çok iyi bilmek gerek. İşte bu noktada, Rembrandt’ın yeteneğini besleyen, tam da Amsterdam’da yaşamış olması diye düşünüyorum. Bir açıp bir kapayan havası, güneşin saklambaç oynadığı gökyüzü, çoğu zaman karanlığın hâkim olduğu bir şehir, ışığın izini sürme isteğini kamçılıyor. Işık kullanmada bir dâhi olması bir yana, Rembrandt’ı benim için özel kılan bir başka şey de, Rembrandt’ın hayatı. Yazıyı iyice uzatmamak adına, Rembrandt’ın dokunaklı hikayesini izleyebileceğiniz bir video bağlantısı paylaşıyorum: http://www.youtube.com/watch?v=h-A817_ENKA Rembrandt’ın Amsterdam’da senelerce yaşadığı ve müzeye dönüştürülmüş evinde (“Rembrandthuis”) Rembrandt’ın eşyalarının ve topladığı resimlerin yanı sıra kendi çizimleri de bulunuyor. Küçük bir ücret karşılığında girebileceğiniz bu ev, bağışlarla ayakta duruyor. (Hayat hikayesini izledikten sonra bu bile çok hüzünlü geliyor bana).

Rembrandthuis

Amsterdam’ın sembolü XXX işaretiyle ilgili bir yanlış anlama var. Malum, Amsterdam’daki Red Light District, kadınların vitrinlerde kendilerini sergileyerek para karşılığı erkeklere bedenlerini sundukları ve çeşitli seks şovlarının yapıldığı bir bölge. XXX işaretinin bu bölgeden kaynaklandığı sanılıyor. Aslında, bu işaret, ilk yüzyıllarda X şeklinde bir çarmıha gerilerek öldüren St. Andrew’a atıfta bulunuyor. Ayrıca, şehre üç şeyin girmesi yasak anlamında kullanılıyor. Bunlar; sel, yangın ve veba.

Hollanda’da, hem sömürgeci bir devletken sömürdükleri kültürlerin hem de ülkedeki yabancı uyruklu vatandaşların etkisiyle, özellikle doğu mutfakları yaygın. Ve tuhaf bir şekilde, kendine has bir yemek kültürü olmayan Hollanda’da hem yemek çeşidi hem de güzel yemek çok. Uygun fiyatlı olanlar arasında önerebileceğim bir yer, fast food falafel restoran zinciri olan Maoz. Bir vegan olarak önerebileceğim bir diğer yer ise 2014 yılında Dam Meydanına çok yakın bir noktada açılan Vegabond; hem dükkân hem cafe. İçerideki şirin ortamda sıcak bir çay eşliğinde harika vegan pastalar yiyerek, yağmuru ve kanalı izleyebilirsiniz. Vegan yani hayvansal ürün/hayvan sömürüsü içermeyen yani yumurtasız mayonezi denemenizi de özellikle tavsiye ederim. Son olarak da, yine merkezi bir konumda bulunan ve vegan kıyafetler satan Vega-Life’ın kapısını harika vegan/sorbe dondurmaları için de çalabilirsiniz. Çilek ve kırmızı biberden oluşan tuhaf karışımlı dondurması tavsiyemdir.

Tropenmuseum ve çocuklar için origami dersi


Yemek demişken, bahsedeceğim bir mekân da, Avrupa’nın önde gelen etnoğrafya müzelerinden biri olan Tropenmuseum’daki Restaurant Ekeko. Hollanda’nın eskiden sömürgeci bir devlet olmasının, doğu kültürlerine dair bu kadar bilgiyi toplayıp böyle ayrıntılı bir müzeye dönüştürmesine olanak tanıdığına inanıyorum. Haliyle bu müzenin ziyaretçilerini de, yabancı turistlerden çok yerel turistler oluşturuyor. Özellikle de çocuklu aileler. Burası “interaktif bir müze nasıl olur”a iyi bir örnek teşkil ediyor. Asya, Afrika, Latin Amerika gibi kültürlere ait modern ve geleneksel sanatsal objelerden oluşuyor. Türkiye’den Hacivat ve Karagöz gölge oyunu, Zeybek oyunu ve Tarkan’ın Dudu şarkısının klibini izlemek mümkün. Başka sürprizler de var ama onları da gidecek olanlar keşfetsin. Çocukların bile sıkılmasına izin vermeyen bir müze olsa da, çok fazla bilgi barındırdığı için burayı gezmek hayli yorucu. Müzeyi ziyaret ettiğimde iki de geçici sergi vardı: “Masters of Photography - Icons of National Geographic” ve “Mixmax Brasil” sergisi. Modern sanattan hemen hemen hiç haz etmeyen biri olarak, “Mixmax Brasil” sergisini beğenmeme ben de şaşırdım. Çöpten sanat yaklaşımı hoşuma gitti. Pet şişelerden Brezilya’nın kültürel dünyasını yeniden tasarlamışlar. Pet şişelerden yapılmış yağmur ormanında yürüdüğünüzü hayal edin, mesela. Restorana dönecek olursak, diyeceğim tek şey, yemekleri harika, beyaz birası da.

Amsterdam ile ilgili önceki ve sonraki yazı için:

Amsterdam 1 - Islak ve Mutlu Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/islak-ve-mutlu-amsterdam.html

Amsterdam 3 - Özgür ve Sihirli Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/ozgur-ve-sihirli-amsterdam.html


*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.

Islak ve Mutlu Amsterdam



Amsterdam’ı anlatmaya birçok farklı noktadan başlayabilirdim ama gezmeye başlar başlamaz dikkatimi ilk çeken yanından başlayacağım: İnsanların güler yüzünden. Bu duruma, İstanbul’dan pek alışık değilim. Dört mevsimli Türkiye’de insanlar genelde asık suratlıyken, bu yağmurlu ve karanlık memleketin insanları mutlu. Yaşam kalitesi, insanların yüzlerinde yansımasını buluyor.


Amsterdam’a ister yazın ister güzün gidin, hava yağmurlu ve soğuk. Oh güneş açtı, dedikten yarım saat sonra hava yine kapayabilir, yağmur bastırabilir. Bazen öyle bir bastırır ki, üzerinizdeki yağmurluk yeterli gelmeyebilir ve iç çamaşırınıza kadar ıslanabilirsiniz. Ama bazen de buz gibi bir havada yağmur atıştırmaya başlayarak sizi korkutur da, bir türlü bastırmadan öyle ipincecik damlalarla geçip gider, ıslatmaz bile.

Böyle yağmurlu bir memleketin toprağı da haliyle bataklık. Hollanda’nın meşhur yel değirmenleri de zaten bataklıkların kurutulması için yapılmış. Aynı şekilde, bataklığın kurutulması için yapılan bir başka şey de, su çektiği için kabak (ağacı) dikilmesiymiş. Doğruluğunu kanıtlayacak bir kaynak bulamadıysam da, bir rivayete göre, kabaklar yine Hollanda’nın meşhur tahta pabuçlarının yapımında da kullanılırmış. Zaten tahta pabuçların Hollanda’da popüler olması da, suya ve bataklığa dayanıklı bu pabuçların geçmişte bu bölgedeki işçilerin ve çiftlik çalışanları tarafından tercih edilmesinden kaynaklanıyor. Eskisi kadar olmasa da, tahta pabuçlar halen kullanılıyor.

Yine benzer bir sebeple, toprak çok değerli. Bir yere bina dikmek, hele bir de belirli bir sayıda katın üzerinde bina dikmek epey zor. Toprağın altı su, toprak da bir nevi çamur olunca, belirli bir ağırlıktan fazlası taşımıyor. Burada ev alsanız da toprak devlete ait olarak kalıyor. Toprağın bu kadar değerli olduğu bir yerde, peki nelere toprak ayırmışlar? Türkiye’de yaşayanlar olarak bizler alışık değiliz ama, araba yollarına ve binalara değil, yeşil alanlara ve etkinlik alanlarına. 

ihtiyacı kadarını almış :)

Beklemeyeceğiniz bir cümle kurayım. Amsterdam’da yer yer trafik var. Çünkü ana ulaşım aracı motorlu araç olmadığından, arabalar için az yol yapılmış. Turistler ve doğulu halk dışında bisiklet kullanmayan yok sanırım. Yol önceliği de, motorlu araçlara ve yayalara değil, bisikletlere ait. Her binanın dört bir yanına park etmiş bisikletler olduğu gibi, Central Station’ın yanında çok büyük bir katlı bisiklet otoparkı var. Yaşlı ve şişman bir teyzeyi, birkaç çocuklu bir anneyi, işe giden takım elbiseli bir adamı, eğlenmeye bara giden dar mini etekli bir kadını bisiklet üstünde görebilirsiniz. Bisikletler öyle ahım şahım değil, çünkü bisiklet kullanımının yaygın olduğu bir şehirde, bisiklet hırsızlığı da yaygın. Biri yoluna devam etmek üzere sizin park halindeki bisikletinizi alıp, sonra işi bitince bir köşeye bırakabilir. Bisiklet dışında ulaşım hemen hemen her yöne tramvaylarla sağlanıyor.



Amsterdam’ın güzelliklerinden biriyse, kanalları. Rehberli kanal turu yapabileceğiniz gibi, kanal üzerinde yüzen bir ev kiralayabilir veya bu tür bir otelde de kalabilirsiniz. İster kanal evi olsun ister normal ev, perdeler genelde ağzına kadar açık. Çünkü ne zaman çıkacağı belli olmayan güneş nadiren kendisini gösterdiğinde, evler ışıktan en üst düzeyde faydalansın istiyorlar. Adres ararken falan pek denk gelmedim ama Amsterdam’daki binaların bazılarında kapı numarası yokmuş. Çünkü eskiden her binanın üzerinde, o binayı diğerlerinden ayırt edici bir özellik bulunurmuş; kapısı, pervazları, süslemeleri, vb. Genelde pencerelerinden çiçekleri eksik olmayan bu şirin evlere Amsterdam’a özgü bir karakter kazandıran da, yine topraktaki suyun etkisiyle sağa veya sola eğilerek dönüşüm geçirmeleri. Amsterdam’ı nazarımda masalsı kılan; yaşayan, hareket eden, değişen bu evler.

 

Amsterdam’ın lalelerini duymayan yoktur. Muhtemelen, bu lalelerin ilk başta Osmanlı’dan geldiğini de. Enterasan bir rivayete göre, Osmanlı’dan hediye olarak gönderilen lale soğanlarını ilk başta yiyecek soğan sanıp yemişler ve tadını beğenmemişler. Sonra biri soğanı çoğaltmak için dikmeyi akıl edince, lale çiçeği arz-ı endam etmiş.

 














Bu lalelerin açmış halini ve birçok bitkiyi daha, Vondelpark’ta görebilirsiniz. Vondelpark’ın benim için diğer parklardan farklı kılan; köpek gezdiren, kitap okuyan, koşu yapan, çimlere yayılan, salıncaklara binen, ücretsiz gösterileri izleyen, vb. insanlara ev sahipliği yaparken, bir yandan da yabani hayatı da koruması. İnsanlar arasında gezerken kendinizi birden kimseciklerin olmadığı, korku filmi tadında bir patikada yürürken bulabilirsiniz. Diyeceğim o ki, ülkemizdeki gibi, ağaçları alakasız şekillerde budayarak modern dünyaya uygun (!) (ve bence düz ve sıkıcı) hale getirme gayesiyle yaklaşmıyorlar tabiata. Gerekli bakımı yapmakla birlikte tabiatın “tabii” bir şekilde serpilmesine olanak tanıyorlar. Üstelik, toprağı az ve bu yüzden oldukça kıymetli olan Amsterdam’da bu parkı devlet, halkın isteği üzerine yaptırmış ve zamanla da genişletmiş. Çamurlu toprak ve bol yağış nedeniyle sular altında kalma riski taşıyan park, düzenli olarak renovasyondan geçiyor. Oldukça geniş bir alana yayılmış olan bu parkın birçok girişi var. İçinde kaybolan, çıkışı bulamayanlara da rast gelmişliğim var.


Devamı için:

Amsterdam 2 - Hem bedeni hem ruhu doyuran Amsterdam 
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/hem-bedeni-hem-ruhu-doyuran-amsterdam.html

Amsterdam 3 - Özgür ve Sihirli Amsterdam
http://erikhirsizi.blogspot.com.tr/2014/09/ozgur-ve-sihirli-amsterdam.html



*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.

8 Temmuz 2014 Salı

İskandinavya Masal Yolu

Eskiden seyahat güzergâhımı masallar belirlerdi, ama geze geze her yerden bir masal çıkarmayı öğrendim. Gittiğim her yerde oraya ait en az bir masal öğrendim. Böyle böyle, eskiden sadece Türkiye’den topladığım masal kitaplarımın sınırlarını da genişletmiş oldum.


Stockholm


İskandinavya bölgesine yaptığım seyahate İsveç’in başkenti Stockholm ile başlarken, Stockholm’de ilk nereyi ziyaret edeceğimi çok iyi biliyordum. Uzun Çoraplı Pippi’ye, aslında yazarı Astrid Lindgren’e adanmış bir çocuk müzesi olan Junibacken. Yazar, ilk başta Uzun Çoraplı Pippi’yi hasta yatan kızını eğlendirmek ve muhtemelen ona moral vermek için uydurmuş, çünkü Pippi’nin en önemli özelliği, dünyadaki en güçlü çocuk olması. Müzeye, bizim dışımızda yanında çocuk olmadan giren kimse görmediysem de, sırf masal simülasyonunun içinde trenle gezmek için bile her yetişkine de müzeyi ziyaret etmesini öneririm. Bir yandan istediğiniz dilde anlatılan upuzun bir masalı dinlerken, diğer yandan da masalın canlandırıldığı sahnelerin bazen yanından trenle geçiyor, bazen üzerinden uçuyorsunuz. Ve bu öyle bir masal ki karşınıza bazen bir Viking, bazen bir fare çıkıyor; kendinizi bazen dağda, bazen ormanda, bazen kalabalık bir bahçede buluyorsunuz; bazen bir yaramazlığa, bazen bir savaşa, bazen bir rüyaya ortak oluyorsunuz. Bu masalın içinde gezme imkânı bulmanız ümidiyle, masalı anlatıp sürprizi bozmayacağım. Masalın anlatıldığı, Astrid Lindgren ve Marit Törnqvist imzalı The Story Journey adlı kitabı da müze kitapçısında bulmak mümkün.

Simülasyondan

 
Kitaptan (çalışma odama benziyor biraz :))



Oslo

The Troll Hunt - Ivar Rodningen

Oslo’ya geçtiğimizde, Norveç’in yüksek ağaçlarla kaplı dağlarında yaşadığına inanılan, saftirik ve iyi niyetli ama korkunç görünümlü Trol’lerden başka bir masal bulmayı beklemiyordum. Tam da hiç ummadığım bir yerde karşıma çıktı:
Oslo Rådhus (Oslo Belediye Binası). Belediye Binası’nın avlusundaki duvarlarda, tahtadan oyulmuş rengarenk 16 kabartma var. Her birinde, Norveç tarihine dair mitolojik bir efsane anlatılıyor. Bu eserlerin mimarı, ressam ve heykeltıraş Dagfin Werenskiold (1892-1977). Bereketi vurgulamak amacıyla parlak renkler kullandığı kabartmaları 30 cm kalınlığındaki budaksız çamdan yapmış ve bir kabartmayı yaklaşık yarım yılda bitirebilmiş. Bu görsel şairin ilkeleri denge, uyum ve doğallıkmış.



Norveç mitolojisine göre, ilk kadın Embla ve ilk erkek Ask, yaygın dini inanışların aksine topraktan değil ağaçtan yaratılıyor. Tanrı Odin onlara ruh, Tanrı Hone onlara canlılık ve Tanrı Lodur onlara kan ve renk veriyor. Üç Tanrının ilk insanları yaratmak üzere seçtikleri iki ağacın özelliği ise “kader sahibi olmamaları”.

Norn'lar

Tanrılar ile insanların kaderinden sorumlu olan peri benzeri dişi canlılara Norn deniyor. Cenneti ve dünyayı birbirine bağlayan Bifrost adlı gökkuşağı köprüsünden yürüyen Norn’ların görevi, bir insan öldüğünde ve doğduğunda onun yanında bulunmaları.
Başlıca Norn’lar olan Urd (geçmiş zaman), Verdande (şimdiki zaman) ve Skuld (gelecek) kader kuyusundan su çekerek dokuz dünyanın bağlı olduğu Yggdrasil adlı kutsal dişbudak ağacını suluyor. Yaşamın devam etmesi için ağacın yapraklarının kurumaması gerek.

Sincap araya kaçmış :)
Dördüncüsü nerede bilmiyorum
Bu ağaçta ise üç tür hayvan yaşıyor: Dünya canavarlarına karşı ağacı koruyan, ağacın köklerinde yaşayan ve ağacın köklerini kemirerek temizleyen Nidhogg adlı ejderha; ağacın tepesindeki adsız bir kartal ile kartalın da tepesinde Vedrfolnir adlı bir doğan; Dáinn, Dvalinn, Duneyrr and Duraþrór adlı dört erkek geyik. Geyik sayısının dört olmasını, dört mevsime, dört elemente ve ayın dört haline yoranlar var.

En bilinegelen mitoloji olan Yunan mitolojisinde Tanrı ile insan arasındaki ilişkiler konu edilirken, Norveç mitolojisindeyse Tanrı ile devler arasındaki ilişkilerden bahsediliyor. Örneğin, meyveleri ve evcil hayvanları koruyan Froy adındaki Tanrı, dişi dev Gerd’e aşık olmuş. Aşkından yiyip içemez, uyuyamaz olmuş ve nihayet tanışıp evlenmişler.
Froy ile Gerd

Frigg, Tanrı Odin’in karısı ve dokuz dünyadan biri olan Asgard’ın kraliçesi. Frigg’in özelliği geleceği bilmesi ancak söylememesi. Ayrıca, Frigg, İngilizce’de Cuma günü anlamına gelen “Friday” kelimesinin etimolojik kökeni. Frigg kelimesinin anlamıysa “aşk, sevilen kadın”. Evli kadın ve anne olması özelliğiyle ön plana çıkan Frigg’e üzünç kaynağını da yine bu özelliği getirmiş. Yaşayan her canlı şeye, masumiyet ve acıma Tanrısı olan oğlu Balder’e zarar vermemesi için söz verdirttiyse de, ökse otu yemin edemeyecek kadar küçük bir canlı diye ondan söz almamış ve ökse otu da oğlunun ölüm nedeni olmuş.

Balder'in öldürülmesi

Paganizme dayalı Norveç mitolojisinde, h
âliyle doğa, en çok da ağaç önemli bir yer tutuyor. Bu efsanelerin ilham kaynağı da Norveç’in haşmetli ağaçları ve nefes kesici doğası olsa gerek. 


Kopenhag


Oslo’dan sonra İsveç’in diğer üç büyük şehri olan Karlstad, Malmö ve Göteborg’a geçtiysek de, buralarda masallara pek vakit kalmadı. Bu nedenle, Hans Christian Andersen’in memleketi Danimarka’nın başkenti Kopenhag’la devam ediyorum. Andersen’i benim nazarımda diğer masal yazarlarından ayıran yanı, masallarının hüzünlü olması. Bilinen masallardan çoğu hep mutsuz bitiyor; örneğin, Kibritçi Kız (Yoksul ve yalnız kibritçi kız bir yılbaşı gecesi ölür), Küçük Deniz Kızı (Aşkı uğruna her şeyden vazgeçer ama ona asla kavuşamaz), Kurşun Asker (Tek ayağı yoktur ve aslında dansettiği için tek ayağı üzerinde duran balerine aşık olur ve sonunda ikisi de yanarak can verir). Sonu iyi biten masalları olsa da, masallarının çoğuna karamsarlık hakim (Örneğin, Çirkin Ördek Yavrusu mutlu sonla bağlanır ama annesi tarafından bile sevilmeyen bir ördeğin öyküsüdür bu).

Geleneksel olarak anlatılagelen çoğu masaldaki klasik konuların ve karakterlerin aksine, Andersen’in masallarındaki hep bir “öteki” olma durumu söz konusu. Zaten Andersen’in masalları ilk yayınlandığında, acıklı ve dokunaklı olduğu için pek tutulmamış ve çocuklara uygun olmadığı gerekçesiyle eleştirilmiş. Andersen’in masallarındaki kederin kaynağı da, kendi hayatı olsa gerek. Aşık olduğu insanlarca reddedildiği gibi, gerçek babasının bir kral olduğu söylentisi nedeniyle gerçek babası tarafından da reddedilmiş olabileceği, çocukken cinsel tacize uğramış olabileceği, yaşça kendisinden çok daha küçük çocuklarla aynı sınıfa alındığı, buna rağmen okuma güçlüğü çektiğinden küçük görüldüğü, çeşitli tuhaf takıntılarının olduğu, insanların hem yüzüne karşı hem de arkasından onunla dalga geçtiği, son yıllarını yapayalnız geçirdiği yönündeki bilgiler de Andersen’in hayatının pek kolay olmadığını gösteriyor. Öldüğünde ise göğsünün üzerinde duran kesede bir aşk mektubu bulunmuş.

Kibritçi Kız masalından bir sahne


Parmak Kız masalından bir sahne

Kopenhag’da Andersen’in izlerini takip edecek olursanız, deniz kızı masalına atfen deniz kıyısındaki kayalıklardan birinin üzerine iliştirilmiş ve Kopenhag’ın simgesi haline gelmiş küçük deniz kızı heykeli var. Kralın Bahçesi diye bilinen Rosenborg Sarayı’nın bahçesinde bir tane, küçük bir harikalar diyarı olan Tivoli Bahçeleri’nin karşısında, Belediye Binası’nın yanında bir tane ve Masal Evinde bir tane olmak üzere üç Andersen heykeli var. Belediye Binası’nın diğer yanındaki Andersen Eventyrhuset adlı masal evinde, Andersen’in masallarını seçtiğiniz üç dilden birinde dinliyor ve kısa birkaç sahne eşliğinde de izliyorsunuz. Andersen Müzesi ise Kopenhag’ta değil, doğduğu şehir olan Odense’de bulunuyor. Masalları en fazla dile çevrilen yazar olan Andersen hakkında, daha doğrusu masalları hakkında Kopenhag'ta umduğum kadar çok şey bulamadığımı da belirteyim.


Daha çocukken insan dolu bir yalnızlığa adım atan Andersen'in "Her insanın hayatı bir peri masalıdır" demesi bu durumla tezat mı? Sanırım değil. Geçirdiği zor zamanlara rağmen, hatta tam da geçirdiği zor zamanlar yüzünden, hayal dünyasını canlı tutarak kendisine güç vermiş, ilk masallarını kendisi için uydurmuş olmalı. Belki de, yalnızlığın kaldırma kuvvetidir bu.

Her yetişkin içten içe öfkeli değil mi, elinden alınan çocukluğu karşısında? Biraz da çocukluğun bittiği hissedildiğinden değil mi, anne-baba ölünce üzülmeler bile? Çocukluk, kayıp bir cennet, sonsuza dek kaçırılmış bir fırsat gibi. Ama masallar bitmedi. Anlattığımız veya anlatılan her masal, içimizdeki çocuğu besleyecek. 

Bir şairin dediği gibi, "dünyaya masalını düşmeye gelirmiş insan". 


*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.


7 Haziran 2014 Cumartesi

Benim Meskenim Dağlardır Dağlar: Norveç Fiyortları


İskandinavya seyahatine başlamadan önce, baş karakterlerin ağaçlar olduğu bir öykü yazmayı deniyordum. Bulabildiğim her tür ağacın yanı başında otururken söyleyebileceklerine kulak vererek yazıyordum. Ama öykü bir türlü bitmedi; olduğu kadarı, duyduğumu sandığım kadarı beni tatmin etmedi. Öyküyü defterimde, o defterimi evde bırakıp düştüm yollara sonra. Bir yerlerine yazmıştım, "Tabiatın sırrına erenin aklı yerinde durmaz" diye. Fiyortları gezerken bir sırra erdim mi gerçekten, Türkiye'ye döndüğümden beri her şey bu nedenle mi daha anlamsız, bilmiyorum. Belki gerçekten aklımı yitirmişimdir veya bir ihtimal, Fiyortlarda bırakmışımdır. Kalan aklımda yalnız şu var: Biz insanlar, doğa oryantalisti gibi bir şey olmuşuz. Tabiatı manzara yaparız, inceleriz, tabiattan yararlanırız ama tabiatın bir parçası olamayız. Medeniyet ve doğa birbirine zıt şeyler çünkü. Bizler, medeniyetin parçasıyız, üzerimizde kıyafet olmasından bile belli bu. Bizler tabiatın dilini anlayamayız. Tabiatın insana söyleyeceği bir şey yok. Tabiatın sırrını asla öğrenemeyeceğiz. Bir tilki, bir sincap, bir ayı, bir geyik gibi mazhar olamayız. Bizler, artık, doğaya değil betona aitiz.

Evet, yine de, benim meskenim dağlardır dağlar, diyorum. Belki, günün birinde bir dağ bulurum kavuşacak. İki yabancı gibi, sırlarımız kendimizde, ben ona sırtımı dayarım, o bana kucağını açar.

Lafı yine uzattım. Size Fiyortlardan bahsedecektim. Aslında, söylenecek bir şey yok, görülecek çok şey var.


Otobüsle Fiyortlar






Feribotla Fiyortlar









Ve bazı insanlar bu doğa harikasında yaşayacak kadar şanslılar. Farkındalar mıdır acaba?





Dağ Treniyle Fiyortlar





*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.

8 Mayıs 2014 Perşembe

Hem Karanlık Hem Rengârenk bir Masal: Prag




Ne Paris, ne Roma, ne Barselona; henüz hiç yurtdışına çıkmamışken benim hayalim Prag’a gitmekti. Bunun nedeni, oraya 4-5 kez gitmiş olan teyzemin gezgin işi anlatımları ve kitapları ile ortaokuldayken hayata bakışımı etkileyerek değiştiren yazar Franz Kafka’nın orada yaşamış olması idi. 


Ve tabi ki ilk yurt dışı seyahatim de Prag’a oldu. Prag’a 2 sene arayla 2 kez gittim.
Bana Prag’ı sevdiren, Prag’da aradığımdan fazlasını bulmam oldu; Prag’da kendimi buldum: Bir yanda kuklaların başı çektiği bir görsel sanat dünyasının rengârenkliği, diğer yanda Kafka, Charles Köprüsü ve gotik mimarinin kasveti. Bir yerde hayata tutunmaya umut, diğer yanda hayattan kopmaya karamsarlık. “Karamsarım ama asla umutsuz değilim” diyene yakışır en çok bu şehir. Bir de, kitapların ve albümlerin peynir-ekmek gibi sattığı, her adımın sanata çıktığı bir şehir görmek isteyene...



Kafka Müzesi’nde Kafka’nın el yazısıyla kaleme aldıkları dışında pek bir şey olmasa da, bunların sunumundaki müzik ve ışıklandırma, Kafka’nın ruhuna o kadar uygun ki etkilenmemek mümkün değil. Kafka’nın hayatına giren üç kadın hakkında, önceden bilginiz yoksa da, yeterli bilgiyi burada edinebilirsiniz. Kafka ile ilgili olarak müzeden edinemeyeceğiniz ama onun hayatının değerlendirilmesi açısından önemli bulduğum birkaç noktayı da belirteyim. Hem görünüm hem davranış açısından güçlü bir baba figürünün etkisi altında ezilerek büyüyen Franz Kafka çelimsiz, kolay rahatsızlanan, görünümünden hiç memnun olmayan ve kompleksli biriymiş. Ayrıca, memleketinden hiç ayrılmamış olsa da, Kafka eserlerini Çekçe değil Almanca yazarak kendi ülkesinde de eleştiri oklarının hedefi olmuş. Müzeye dönecek olursak, müzede fotoğraf çekmek yasak. Zaten ortam da yeterince karanlık. Müze mağazasındaki ürünlerin çoğunu Prag genelindeki dükkanlarda da bulabilirsiniz, fiyatlar üç aşağı beş yukarı aynı.


Komünizm Müzesi beni en çok şaşırtan yer oldu. Bu vakte kadar gezdiğim hiçbir müzede rastlamadığım bir müzecilik tavrı vardı burada. Burası, adeta bir nefret müzesi; komünizm nefreti. Hatıra niteliğindeki hediyelik eşyalar bile komünizmi aşağılar nitelikle. Örneğin, burnunu karıştıran Marks resimli buzdolabı magneti. Bu küçük müzede, özensiz bir düzenleme var ve komünizm çok kötüdür temalı bir belgesel gösteriliyor. Ülke halklarının geçmişiyle gurur duymamasını anlayabilirim ama geçmişini bu kadar çok aşağılayan bir müze yaklaşımı görüşüm ilktir. Ayrıca, Prag’ın bir tepesine vaktiyle komünist rejimin diktirdiği büyükçe bir heykel indirilip yerine kocaman bir “Tears of Stalin” yazısı konulmuş. Ancak, Prag’a ikinci gidişimde bu yazının artık orada olmadığını gördüm. Bunun yerine dengenin simgesi olarak metronom koymuşlar.


Mucha Müzesi’nin yerini çok zor bulduk. Kime sorduysak bilmemesinden uyanmalıydık; tam bir hayal kırıklığıydı. Eserlerin çoğu başka müzelerde olduğu için burada çoğu eseri yok. Müze mağazası çalışanları ise kaba. Ama Mucha’yı sevdiğim için gitmesem pişman olurdum, o ayrı.

Charles Köprüsü, üzerindeki heykellerin kattığı havadan olacak, şimdiye kadar gördüğüm köprüler arasında beni en çok etkileyendir. Hristiyanlık temalı bu heykellerden orijinal olan, yani ilk yapılmış halinde de yer alan heykel sanırım üç taneymiş, diğerleri sonradan eklenmiş. Köprü üzerindeki bir figür, Türklerin özellikle ilgisini çeker nitelikte. Bu, köle tüccarı rolündeki Osmanlı figürüdür. Bu figürün yapılma nedeni, Osmanlı gelip sizi köle yapacak diye halkı bilinçlendirmek içinmiş. En kötü havada bile köprü hep dolu; turistler, resim satanlar ve dilencilerle. Dilenciler, utançlarını örtmek için başlarını öne eğerek dileniyor.



Çok fazla dini motif barındıran Prag, ironik bir şekilde, istatistiklere göre en fazla ateistin yaşadığı şehir. Ancak, dini eserlerin hepsi zarar verilmeden korunmuş durumda; sadece amaçlarına uygun bir şekilde kullanılmıyorlar. İbadet yerine opera ve konserler için kullanılan kiliseler var, örneğin. En önemli dini yapı ise Prag’a tepeden bakan St. Vitus Katedrali. Her ayrıntısı ince ince işlenmiş bu katedral, gotik mimarinin en göz alıcı örneklerinin başında geliyor.




Prag’ın en ünlü simgelerinden biri de, Old Town Square’de bulunan astronomik saat Orloj’dur. Dünyada hâlâ çalışan en eski astronomik saat, hem görsel hem işlevsel olarak büyüleyici. Öyle ki, söylentiye göre, bu saati yapan Hanuš Usta aynı güzellikte bir saati bir daha yapamasın diye, yöneticiler gözlerini kör etmişler. Bunun üzerine saatçi de saati bozmuş ve kendini saate asarak/saatin çarklarına atlayarak intihar etmiş. Ancak seneler sonra saati tamir eden biri çıkabilmiş. Saat, üç bölümden oluşuyor: En üst kısımda, her saat başı saatin çalmasıyla birlikte döndükleri görülen havari figürleri var. Orta kısımda, saat küresi var; ibreler, ayın, güneşin ve yıldızların hareketlerine göre yapılmış. Küredeki çarklardan ilkindeki yıldızlı gösterge bir yıldız gününde bir kez dönüyor, ikincisi bir güneş gününde bir kez dönüyor, üçüncüsü ise aya göre hareket ediyormuş. Saatin alt kısmında ise takvim var. Saatin üzerinde başka ilginç figürler de var. Üst kısımdaki figürler, saatin yapıldığı yıllarda Prag’ı tehdit eden dört şeyi temsil ediyor: Aynada kendine bakan, kendini beğenmiş bir kişi figürü, altın kesesi tutan, cimri bir Yahudi figürü, ölümü simgeleyen bir iskelet figürü ve sefaya düşkünlüğü temsil eden, çalgıcı Osmanlı figürü. Alt kısımdaki figürler ise erdemleri temsil ediyor: Bir tarihçi, bir melek, bir gökbilimci, bir filozof. Bu saatin bir benzeri ama bu kadar güzel olmayanı, Venedik’te de var.




Prag’ın ünlü meydanı Old Town Square demişken, Jan Hus Anıtı’ndan bahsetmemek olmaz. Jan Hus Anıtı, baskıcı rejimlere karşı duruşun sembolü. Protestan hareketin öncüsü Rahip Jan Hus da karşı duruşu nedeniyle zamanının dini otoriterlerince sapkınlıkla suçlanarak idam edilmiş. Hatta Prag'ın %60’ından fazlasının ateist olmasını, buna bağlayanlar da var.

Jan Hus Anıtı

Prag’ın modern yüzü olan Wenceslas Meydanı ise ’89 yılında Kadife Devrim’e ev sahipliği yapmış olması açısından önemli. Bu devrimin izlerine meydanda çok rastlayamadıysak da, olayları protesto için kendisini yakan öğrencilerin anısına, yanan eller temalı küçük bir anıt var.

Yanan Eller

Prag'ın pek bilinmeyen güzelliklerinden biriyse,
Wallenstein saray bahçesi. Burada bir sanatçı tarafından tasarlanmış yapay bir mağaranın yanı sıra, çeşitli kuşlar ve çiçekler ile bir göl ve bunlara eşlik eden heykeller var. Prag'a tepeden baktığınızda bile görünen ancak ne olduğu pek anlaşılmayan bu mağaraya dikkatlice bakarsanız, insan yüzleri ve hayvan motifleri görmeniz mümkün. Ayrıca, burası ender bulunan bir baykuş türüne de -maalesef kafes içinde- ev sahipliği yapıyor.



Çek Cumhuriyeti’nin ünlü içeceği Becherovka’yı mutlaka deneyin. 40-50 çeşit baharat ve ot içeriyor, tarçın tadı baskın. %40 oranında alkollü. İlk başta ilaç olarak yapılmış. Ben alkole pek dayanıklı değilimdir ama nice içiciler gördüm bunu içince bir tuhaf oldular ama seven de seviyor. Ağzınızdan midenize ulaşana kadar girdap gibi önüne gelen her şeyi alıp götürüyor ve içinizde ferahlık kaynaklı kocaman bir boşluk bırakıyor gibi. Ayrıca, Çek Cumhuriyeti’nin yerlileri kendi biralarını kendileri ürettiğinden, ev yapımı biralar yaygın ve bunlar, sudan daha ucuz. Sudan çok bira tüketilmesi de bundan. Bir de, siyah biraları var. Siyah bira, bir söylentiye göre, sperm sayısını düşürdüğünden erkeklere tavsiye edilmiyor.

Dünyanın her yerinde bulunan pizza ve makarna türlerini saymazsak, av eti yaygın. Maalesef! İlle de et yiyeceğim diyorsanız, şehir merkezinin biraz dışında bulunan, fiyatları makul, her daim yer ve canlı müzik bulabileceğiniz, içten bir mekan var: Ukalicha. Hem Ukalicha’nın hem de Çek Cumhuriyeti’nin simgelerinden biri ise Aslan Asker Şvayk. Anlatılan o ki, kendisi, savaş karşıtı bir askermiş ve savaşmak yerine sürekli bira içip dururmuş.

Ukalicha

Prag’da Euro’yu yerel para birimi Kron’a çevirirseniz hesabınız hiç şaşmaz, çünkü neredeyse TL ile aynı değerde. Hatta para bozdurabileceğiniz bir Türk mağazası var; rehberle gidecek olursanız, muhtemelen parayı size orada bozdurtacaktır. Yerini benim anlatmam zor çünkü merkezde değil. Bilmediğiniz bir yerde para bozduracak olursanız, kazıklanma ihtimaliniz yüksek. Paranızı size söyledikleri orandan bozmadıklarını ancak parayı ve fişi geri aldıktan sonra görürsünüz ki bu durumda itiraz etseniz de lehinize sonuç alma şansınız pek yok. En azından, Prag’da fiyatlar yüksek değil. Evdeki hesap çarşıya uyabilir. 


Prag’da size hesabınızı şaşırtabilecek tek şey, kuklalar olur. Ucuz kuklalar olduğu gibi -ki bunların pek bir özelliği yok- fiyatı milyarı bulan, el yapımı ve işçiliği fazla kuklalar da var. Kukla almasanız da, illa ki bir kukla tiyatrosuna gidin. En sık gösterisi olanlardan biri, Don Giovanni. Turistik bir etkinlik olduğundan, beklentinizi yüksek tutmayın. Profesyonel olmasa da, izlemeye değer. 





 


Çek Cumhuriyeti, Almanya’ya komşu olduğundan, insanları ikinci dil olarak İngilizce değil Almanca biliyor. Özellikle hafta sonları oldukça fazla Alman öğrenci görmeniz mümkün. Gece hayatını daha da canlandırıyorlar.

Gençlerin takıldığı nehir kenarındaki parka giden yolda, John Lennon duvarı var. Komünist rejim esnasında duvarlar yazı yazan, grafiti yapan karşıt görüşlü gençlerle polis arasında çatışmalar yaşanmış. Polisler, duvara yazılanları silmiş, gençler yine yazmış ve bu böylece sürüp gitmiş. Yazılanlar ise barış ve sevgi temalı sözler ile genel olarak John Lennon’a ait şarkı dizeleri. Sonunda Leninism’e karşı "Lennonism" çıkmış, bir anlamda. Prag’a ikinci gidişimde, gençlerin duvara yazma işinin cılkını çıkardıklarını gördüm. Duvarda Lennon’a ait az şey kalmıştı. Prag’a ikinci gidişimde dikkatimi çeken bir başka nokta da, daha popüler hale gelmiş ve biraz buna bağlı olarak hatıra eşya ürün çeşitliğinin artmış ve esnafın gözünün daha açılmış olmasıydı. Masallar şehri diye bilinegelen Prag, hediyelik eşya konusunda sizi hiç hayalkırıklığına uğratmıyor. Özellikle, funexplosive mağazalarına bir göz atın derim.









Madem masal dedik, sözlerimi bir Prag masalıyla sonlandırayım.

Vaktiyle, Prag’da Jehuda Loew ben Bezalel adında bir haham yaşarmış. Kimsenin bilmediği sırları bilir ve hayatı herkesten daha iyi okurmuş. Yahudilerin çektiği acılardan dolayı Tanrı’ya yalvarıp dururmuş. Onlara yol göstermesini dilermiş. Sonunda, bir gün uykusunda bir melek ona görünmüş ve demiş ki “Talihsiz insanları kurtarmak artık senin elinde. Bu umudun adı, Golem”. Haham, eski kitapları araştırarak bu sırrı da çözmüş. Yapay bir insan yapacakmış. Bu yapay insan yalnızca hahamın sözünü dinleyecekmiş. Haham, en güvendiği öğrencileriyle birlikte nehirden kil toplamış ve kile insan şekli vermişler. Şafak sökerken Golem dünyaya gelmiş. Golem, hahamın emriyle Yahudi Mahallesi’nin gözcüsü olmuş ve mahallenin güvenliğini sağlamış. Ancak, güçlü Golem’in yine de boş vakti kalıyormuş. Bir gün, hahamın yardımcısı kadın, hahamdan, Golem’in kendisine kuyudan su taşımasında yardım etmesini rica etmiş. Golem, böyle hafif işlere alışkın olmadığından, kuyunun yarısı kadar suyu taşıyıp getirmiş. Meydanın yarısını sel götürmüş. Bir başka sefer de kendisinden ateş için odun getirmesi istenmiş. Bu kez de, kraliyet bahçesindeki ağaçları kökleriyle birlikte söküp getirmiş. Golem’in bu kadar güçlü olduğunu gören üst düzey bir asker de bu durumdan faydalanmak istemiş. Hahama, Golem karşılığında tüm mal varlığını teklif etmiş. Haham, Golem’in yanlış ellerde çok tehlikeli olabileceğini fark etmiş. Yardıma muhtaç ve güvende olmayan insanların iyiliği için çalışan Golem’i kötülüğe karışmaktan korumak için ne yapabileceğini düşünüp durmuş ve sonunda Golem’i yok etmiş.

Prag’a gidince efsanelere konu hahamın heykelini aramayı unutmayın.

Prag ile ilgili anlatılacak ve keşfedilecek daha çok şey var; benden şimdilik bu kadar, gerisini de siz kendiniz gidip görün derim.

Dans Eden Ev - Hemen ilerisinde Nazım
Hikmet'in Prag'tayken zaman geçirdiği cafe var


Sokak o kadar dar ki insanların geçişleri
trafik ışığıyla yönetiliyor

*Fotoğraflar bana aittir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.