“Anadolu, kendi evladını yutan bencil bir anne gibi beni de hiç acımadan köküne sarıldığı ağaçların toprağına mimleyebilirdi.” (Bozlak, s. 49)
Herkesin hakikate pamuk ipliğiyle bağlı olduğu bir köye yeni atanmış bir öğretmenin dedektifliğe soyunup bir suçun zanlılarının peşine düştüğü bir hikâye anlatıyor Bozlak. Emirhan Dağkan G. genç bir yazar ama dile öyle hâkim ki 2018’de yayımlanan bu novellanın hiç gündeme gelmemiş olmasına şaşırmamak elde değil. Ayrıntıların atmosfer yaratmadaki hayati öneminin Çağdaş Türk yazınında yadsındığı bir dönemde benzetmelere ve halk ağzına da kucak açan enfes bir Türkçeyle ayrıntıları düştüğü yerden kaldırıyor.
Yazar ilk başta hem 1950 öncesi Türk romanında olduğu gibi Doğu-Batı çekişmesinden hem de 1950 sonrası Türk romanında olduğu gibi ezen-ezilen ilişkisinden bahsediyor. Köylüleri işine geleni kabul edip pek de sorgulamayan kişiler olarak, kentlileri temsilen öğretmeni ise adalet arayan bir idealist olarak çiziyor. Ancak, zamanla köylüleri suçlayıp duran öğretmenin vicdanı da, kendi çıkarı söz konusu olduğundan, dönüşüyor. Böylece öğretmen olayı çözüp ülkemizdeki köy romanları geleneğine uygun olarak köye aydınlık getirmek isteyen kentli öğretmen rolünden sıyrılıyor. Köyün karanlığının, yani köylü ile kentliyi sahtekârlıkta bir araya getirerek bir nevi ülkenin karanlığının bir parçası oluyor. Böyle bakınca da mekânın köy mü kent mi olduğunun bir önemi kalmıyor. Belki de ülkeyi koca bir köy gibi gösteriyor.
Araştırılan suçun mağduru “kadın” ama taşrada kadının adı var, kendisi yok. Bunun nasıl da bilinçli bir tercih olduğunu kitabın son kısmı teyit ediyor. Nihayet bir kadının sesi duyuluyor ve o da vicdana sesleniyor. Kitabın sonunu her okur tatmin edici bulmayabilir çünkü finalin ucu öyle açık ki öğretmenin ne karar verdiğinden emin olmak mümkün olmuyor. İşte okur tam da bu yüzden kitabın kapağını kapatırken düşünmeli: Öğretmenin yerinde olsaydım ben ne yapardım? Savunulacak son kale olabilir vicdan. Zaten bence yazarın bu kitapta yapmak istediği, suçluları bulup söz konusu olayları açıklığa kavuşturan bir dedektiflik hikâyesi anlatmak değil insanın adalete ve vicdana dair büyük laflar etmeden önce kendisini sorgulamasını sağlamak. Öğretmenin ilk bölümde tiradı andıran bir şekilde ifade ettiği üzere, ne köylüleri yücelten ne de köylülerden nefret eden o tarafsızlık hali, bir varoluş sorgulamasına evriliyor.
Yazarın, merkezi kahvehane olan ve sadece erkek sesinin duyulduğu bir yerde kadına şiddet olayını faili meçhul olarak bırakması, ülkemizde faili meçhul cinayetlerin ve kadın cinayetlerinin artmasına dikkat çekmeyi hedefleyen bir gönderme olabilir. Bütün köyün haberdar olduğu bir suç söz konusu, herkesi olayın tanığı; olayı yok saymak istemeleri ise onları suç ortağı yapıyor. Ancak, yazarın da olayı çözümsüz bırakmayı tercih etmesiyle yazar da suçun bir parçası olurken, okuru da aynı şekilde konumlandırmış olmuyor mu? Göz yumduğumuz acıların mağdurlarıyla empati kurabilsek, belki de suçların örtbas edilmesini bu kadar kolay kabul etmezdik. Bu noktada Nurdan Gürbilek’in “Muhtemel tek tanıklık, tanıklığın imkânsızlığına tanıklık etmektir,”[1] sözü geliyor aklıma. Acının aslında tek tanığı, o acıyı bizzat yaşamış olandır. Belki de Marc Nichanian haklıdır: “Felaket’le karşı karşıya kalındığında muhtemel tek başarı, edebiyatın başarısızlığıdır.”[2] Anlatılabilen, acı değil suçtur. Ve elbette suç anlatıldığında sadece utanç getirir.
İktidar ilişkileri de ülkenin panoramasını verecek şekilde sunuluyor. Köylüler, “kravatlıların” yani devletin köye gelmesindense bütün sorunları devleti karıştırmadan halletmek istiyor. Devletin yumruğu suçlu veya suçsuz olduğuna bakmaksızın herkesi ezer çünkü. Devlet baba büyüktür muhtar/dan büyüktür sağcı erkek/ten büyüktür solcu erkek/ten büyüktür tam bir erkek olarak görülmeyebilecek, güçten düşmüş, kendini bile savunamayacak durumda olan bir erkek/ten büyüktür kadın/dan büyüktür hayvan/dan. Öğretmen ise coplanan öğrencilerin, işçilerin, madencilerin, Cumartesi Anneleri’nin maruz kaldığı adaletsizliğin de getirdiği hınçla en azından bu konuda adaleti tesis etmek için önayak olmaya çalışsa da, sorunu daha da büyütüyor. Köye adalet getiren biricik kentli kahraman olamadığı gibi, kendi acziyle yani kendisiyle yüzleşiyor. Kitapta kişisel olan ile politik olan iç içe geçtiğinden, kişisel olan politiktir, diyor da olamaz mı?
Kesin yanıtlar vermek yerine işte okuru böyle düşünmeye sevk eden kitabın son bölümü, adını bir kuştan alıyor: “Gökardıç”. Asla yakalanamayan, hatta var mı yok mu bilinmeyen o kuş “hakikat”i temsil ediyor belki. Ne kuşu gören veya yakalayan çıkıyor, ne de okur hakikate ulaşıyor. Ve belki kuşun sesi de vicdanın sesidir, haset ve husumet içinde hiç duyulmayan. Peki “Bozlak” hangi acı için söyleniyor? Adı var kendisi yok Hatice için mi? Yoksa ister köylü ister kentli olsun insanın vurdumduymazlığına ve de bencilliğine, yani bütün bu karanlığın müsebbibine yakılan bir ağıt mı?
[1] Nurdan Gürbilek, Sessizin Payı (İstanbul: Metis Yayınları, 2015), 145.
[2] Marc Nichanian, Edebiyat ve Felaket (İstanbul: İletişim Yayınları, 2011), 156.
NOT: Bu yazı ilk olarak 30 Kasım 2022'te Parşömen Edebiyat'ta yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder