Nuri Bilge Ceylan'ın Uzak (2002) filmi üzerine Deniz Kıral'la uzun uzun sohbet ettik.
Gizem: Merhaba.
Deniz: Selam. Ben bir soruyla başlayayım istersen?
Gizem: Tabii.
Deniz: Nuri Bilge Ceylan bir röportajında, “Uzak”ı bitirdikten sonra bir müddet onun bir film olup olmadığından bile emin olamadığını söylüyordu. Elbette seneler sonra bu soru ilk anda anlamsız geliyor. Öte yandan, vaktiyle filmi çok sevdiğimi söylediğim bir psikiyatrist arkadaşım da hemen hemen benzer bir yorum yapmıştı. Sen ne düşünüyorsun bu konuda? Silik bir olay örgüsü var, doğru; ama sence, bu çekince yerinde mi?
Gizem: Nuri Bilge Ceylan’ın önceki filmleri olan “Koza”, “Kasaba” ve “Mayıs Sıkıntısı”na fotoğrafik bir gerçeklik hâkim; belki bu filmlerin, film olup olmadığını düşündüğünü söylese o kadar şaşırmazdım. Ama bu filmlere kıyasla “Uzak”ın anlatısında öyküsel gerçekliğe daha fazla yer açmış.
Deniz: Evet, bu benim de dikkatimi çekmişti.
Gizem: Hatta senaryo üzerinde Cemil Kavukçu’yla da çalışmış. Senaryoyu üç kez değiştirmiş.
Deniz: Hakçası, ben de pek katılamıyorum bu çekinceye.
Gizem: Sert bir dramatik çatışma yok, kabul. Hatta “Uzak”ın senaryosunda ilk başta dramatik çatışma daha fazlaymış. Mahmut’un komşusu olan bir Fransız cinayete kurban gidiyormuş. Ceylan, “Cinayet sahnesi filmde bir eksen haline gelir, daha önem verdiği yerlerin gölgesinde kalır” diye Fransızla ilgili tüm sahneleri kurguda çıkarmış. Muhtemelen Ceylan, olayların, karakterleri anlamamızın önüne geçmesini istemiyor.
Deniz: Ne yalan söyleyeyim, ben de bunu ilk duyduğumda “Acaba o sahneyle nasıl bir film olurdu?” diye düşünmüştüm.
Gizem: Ben düşünemedim bile.
Deniz: Filmin geri kalanı düşünüldüğünde oldukça sert bir sahne.
Gizem: Sadece böyle bir olayla ilk başta neyi amaçladığını merak ettim. Söylemek istediğine nasıl bir katkı sağlayacaktı diye düşündüm.
Deniz: Benzer bir mantıkla, “Üç Maymun”da kaza sahnesini de çektiğini ancak sonra attığını söylüyordu Ceylan. Ben de bu bakış açısındayım biraz, olabildiğince yalın bir dille, büyük “olaylara” yer vermeden anlatmak. Belki de bu nedenle sineması bana daha yakın geliyor.
Gizem: Nuri Bilge Ceylan, insan ruhunun derinliklerini ve karanlıklarını didik didik etmeye çalışıyor, görsel olarak ortaya koymaya çalışıyor gibi.
Deniz: Yine bir röportajında, Mahmut’un kayıtsızlığını vurgulamak için çektiğini belirtiyordu yanlış hatırlamıyorsam ancak atılması daha yerinde bir karar olmuş diye düşünmüştüm ben de.
Gizem: Mahmut daha ne kadar kayıtsız olabilir ki! Hasta annesini bile umursamayan, onunla zoraki ilgilenen biri. Benim de ilk izleyişimde değil ama sonraki izleyişimde daha çok gözüme çarpan bir nokta var. “Uzak” ve genel olarak Nuri Bilge Ceylan anlatısı erkek odaklı görülüyor ve bu nedenle kimileri tarafından eleştiriliyor. Ama bence “Uzak”ta, “Uzak”ın iki erkeğinde kadın fikri oldukça baskın. Sen ne düşünüyorsun bu konuda? Erkek gözünden.
Deniz: Kesinlikle katılıyorum. Hatta filmde Mahmut’un Yusuf’tan aslında o kadar da “uzak” olmadığının en güzel kanıtlarından bir tanesi ikisinin de kadına bakışı diye düşünmüştüm ben de. Vaktiyle filmle ilgili yazdığım bir denemede buna değinmeye çalışmıştım: Evet, Mahmut daha entelektüel bir görünüm çizmeye çalışır ama aslında o da ayak altında dolanan biridir. Belirttiğin gibi, kadına bakış açısı da buna güzel bir örnek teşkil ediyor bence. Yusuf’tan, öyle çok da “uzak” değildir. İkisinde de kadınla olan ilişkilerinde sorumluluk almayan ve kadını daha ziyade bir cinsel obje olarak konumlandıran bir bakış açısı hâkim diye düşünmüştüm.
Gizem: Jenerikten sonraki ilk sahnede, yani kentle ve Mahmut’la tanıştığımız sahnede Mahmut bir kadınla birlikte. Ve Yusuf’un da kente geldiğinde Mahmut’u beklediği yani kentle tanıştığı sahne de bir kadınla ilişki kurma olasılığı, bir kadınla bakışma üzerinden; oysa Nuri Bilge Ceylan’ın önceki filmlerinde, yani taşrada geçen filmlerinde kadın bir arzu nesnesi olarak yoktu. Anne, kız kardeş gibi geleneksel çerçevede ele alınıyordu kadın.
Deniz: Böyle düşünmemiştim, haklısın gerçekten.
Gizem: Yani Nuri Bilge Ceylan, “Uzak” filmiyle sadece kentle değil, kadınla da yakınlaştı. Bu da erkeklik sorununu, sıkıntısını belirginleştiren bir şey. Geleneksel rollerin dışına çıkıldığından. Kocasını aldatan kadın, kürtaj yaptıran kadın, sevgilisiyle Taksim’de buluşan kadın, kitapçıda tek başına gezinen (ve Yusuf’un sandığının aksine tek başınalığı “aranmak” olarak yorumlanmaması gereken) kadın.
Deniz: Bu düşüncen kafamda başka bir soru oluşturdu: Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerindeki kadın imgesi, özellikle “Bir Zamanlar Anadolu’da”da çok eleştirilmişti; oysa bir kesim de “kadının bu kadar başrolde olduğu bir film izlememiştim.” demişti. Sohbetimizin başlamasına vesile olduğundan senin de bu filmi çok sevdiğini biliyorum; sen bu konuda ne düşünüyorsun? Ben Nuri Bilge Ceylan’ın bu toprakları anlattığı kanısındayım; peki bir kadın olarak senin rahatsız olduğun bir tercih midir bu?
Gizem: Her sanat eserinin ideal olanı mı işaret etmesi gerekir? Nuri Bilge Ceylan, gerçek dünyayı yansıtmayı amaçlıyor ve dediğin gibi bu toprakları anlatıyor. Bir erkek olduğundan bu toprakları erkek gözünden yansıtması bence normal. Ama şunu da belirteyim, hiçbir sanat eserine, bunu kadın yazmış, bunu erkek yazmış diye bakmadım. Sadece esere bakıyorum. Gerçeği yansıtmayı amaçlayan eserlerde, eserin gerçekle ne kadar temas edebildiğine. Daha genel düşününce, eserin, meselesini ne kadar iyi ve özgün anlatabildiğine. Sözün özü, bir kadın olarak Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri beni rahatsız etmedi. Ama “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminde kadının başrolde olduğunu da sanmıyorum. Belki “Uzak”ta daha fazla vardır kadın.
Deniz: Ben de benzer bir düşüncedeyim. “Sanat eserinin ideal olanı işaret etmesi” düşüncesinin biraz arkaik kaldığı kanısındayım. Bunu daha detaylı olarak belki başka bir sohbetimizde konuşuruz. Ben de Nuri Bilge Ceylan filmlerindeki kadın imgesinden rahatsız olmadım ama burada şöyle bir açıklama yapmak gereği duyuyorum: Filmlerdeki kadına bakış, “yönetmenin kadına bakışı” olarak düşünülmemeli. Yöneltilen eleştirilerde böyle bir düşünce hatası olduğunu hissetmiştim. “Uzak”ta, gerek Mahmut’un gerekse Yusuf’un kadınlarla ilişkisi oldukça belirleyici bence de: Her ikisi için de kadın, öncelikle bir cinsel kimlik olarak vardır. Haklısın, Yusuf biraz da “kentin” şaşkınlığı ile herkesin ona “yazdığını” düşünür: Metroda bacağı bacağına değen kadın, parkta avarelik eden kadın, Beyoğlu Sineması’nda kendince dolaşan kadın… Öte yandan, “Mahmut Abi”nin de kadınlarla ilişkisi pek farklı değildir: Cinsellik düzeyinde kaçamaklar bir tarafa, kadın hayatında kalmamış gibidir.
Gizem: “Filmlerdeki kadına bakış, ‘yönetmenin kadına bakışı’ olarak düşünülmemeli.” sözüne kesinlikle katılıyorum. Tabii bir de, neyi “nasıl” gösterdiği mefhumu var ama bunlar da sanat üzerine ayrı bir tartışma konusu.
Deniz: “Uzak”ın erkekleri, kadınlarla kuramadıkları ilişkiler üzerinden tanımlanıyor. “Kadın öncelikle bir cinsel kimlik olarak vardır.” düşüncemi biraz açmak isterim: Senin de belirttiğin gibi, Mahmut’un annesi ve ablası ile olan ilişkisi de tamamen rayından çıkmıştır; hiçbir sorumluluk almak istemez. Mahmut, ailesindekiler de dâhil olmak üzere, üzerine sorumluluk yükleyecek kadınlardan kaçar. Vaktiyle yazdığım denemede bu konuyla ilgili şöyle bir cümle yer alıyor: “Benzer bir durumu günün akşamında beraber izledikleri Tarkovski filminde de görürüz; ama bu sahne bizim için bir açıdan daha önemlidir. Yusuf filmi sıkıcı bulup yatmaya karar verdikten sonra Mahmut bir porno film açar. Sabah arkadaşlarıyla fotoğraf üzerine derin sohbetler yapan adam, filmin başından itibaren sunulan tabloya baktığımızda cinsel açlık çeken birisidir ve bu anlamda Yusuf’la benzeşmektedir.” Ben Nuri Bilge Ceylan sinemasında en çok bu sinematik yana hayran oluyorum sanırım: Çok kompleks bir düşünceyi, akıllıca dizayn edilmiş bir iki sahne ile seyirciye aktarabiliyor.
Gizem: Yine kent filmleri olan “İklimler” ve “Üç Maymun”da da mevzu; beden, arzu ve iktidar mesela. Demin de dediğim gibi Nuri Bilge Ceylan, kente açıldıkça bedenler de açılıyor. Taşralı Yusuf ile -sözde- kentli Mahmut’u eşitleyen şey, kadına bakış. Nuri Bilge Ceylan’ı erkek filmi yapmakla eleştirenler, onun erkeğe getirdiği bu özeleştiriyi gözden kaçırmamalı. Annesinin evinde, yani “porno” izleyemediği yerde bunun yerine Mahmut, “Fashion TV” izliyor; o sahneden de Yusuf’un, Mahmut’un evinde “Fashion TV” izlediği sahneye geçiyoruz.
Deniz: Bugün filmi tekrar izlerken ben de benzer bir şeyi düşünmüştüm: Fashion TV, aslında ikisini de eşitleyen müthiş bir metafor olarak yer alıyor filmde.
Gizem: Bir erkek, entelektüel bile olsa kadına bakışı “taşralı” kalabiliyor. Kadının “bedenine” bakıyor sadece. Dediğin gibi, sorumluluk söz konusu olunca da almıyor.
Deniz: Bu dediklerin beni başka bir düşünceye savurdu: Havaalanı sahnesini düşünelim. Mahmut, eski karısının şimdiki eşiyle yeni bir hayata doğru mutlu mesut gidişini hüzünlü gözlerle izler. Bu sahne sana neler düşündürdü?
Gizem: Bir şey daha ekleyeyim, sonra soruna döneyim. Aynı konuda bence film açısından önemli olan ve neden bu filmde kadının çok yer tuttuğunu gösteren bir sahne daha var. Mahmut, Yusuf’u da alıp arkadaşlarıyla görüşmeye gidiyor. Arkadaşı, Mahmut’u eleştiriyor, ticari amaçla değil sanat amacıyla fotoğraf çekmeyi, Tarkovski gibi film yapma hayallerini bıraktığı için. Mahmut, fotoğraf bitti diye gevelerken konuyu “Hani kadınlar nerede?” diye değiştiriyor. (“Hatunların” da bu görüşmeye geleceğini önceden telefon görüşmesinde öğrenmiştik.) Başka bir arkadaşı da “Kaytarıyorsun” deyince, “Fotoğraf bir yana, karılar bir yana! Hangisinden yanasın?” diyor. Mahmut, ideallerini tatmin edememiş ve bunun yerine de, cinsel, kadın üzerinden tatmini koymuş gibi.
Deniz: Ben burada biraz daha farklı düşünüyorum sanırım: Mahmut ideallerini tatmin etse de aynı cümleyi söylerdi gibi geliyor.
Gizem: Ama anlatıya cinsel arzu ve haz bu kadar hâkim olmazdı bence. Mahmut o zaman zaten egosunu başka şekilde tatmin ediyor olurdu, kadın bedeni tek tatmin unsuru olmazdı sanki.
Deniz: Bundan emin olamıyorum; Mahmut, genel itibarıyla kadına böyle bakar gibi geliyor. Ben bu filmde hep Mahmut’un “gidemeyen ama aynı zamanda kalamayan” biri olduğunu hissettim. Evet, kasaban çıkar ama kasabalılıktan çıkamaz. İdeallerini gerçekleştirmesi de bunu sağlamayacaktı gibi geliyor.
Gizem: Dediklerine katılıyorum: “Gidemeyen ama kalamayan”. Ben de benzer bir şey yazmıştım Twitter’da: “Nuri Bilge Ceylan’ın taşra sıkıntısı, taşradan gitmek ama aslında gidememektir.” Ben sadece kadınlarla ilişkisi üzerinden bir okuma yapınca aklıma gelenleri yazmak istedim. Mesela, birlikte olduğunu kadının da aslında evli olması ilginç. Başka bir erkeğe “ait” olan bir kadınla birlikte oluyor. Bu bir erkek için daha tatmin edici bir şey sanırım. Üstelik sorumluluk almasını da gerektirmiyor.
Deniz: Yıllar sonra bu film üzerine düşündükçe, aslında “kadına” dair ne kadar fazla şey söylediğini de fark ediyorum. Yıllar önce, yirmili yaşlarımın ortasındayken daha ziyade taşra, taşradan çıkma, taşradan hiçbir zaman çıkamama düşünceleri ile izlemiştim filmi ancak yıllar sonra yeniden izlerken hayretle aslında kadına bakışın ne kadar başat olduğunu da fark ettim. Şimdi seninle konuştuklarımız da bu anlamda ne kadar derin bir film olduğunu ortaya koyuyor.
Gizem: Havalanında eski karısının gitmesine hüzünlenmesi neden? Kürtaj yüzünden suçluluk duygusu mu, vicdan azabı mı? Eski karısının “seni suçlamıyorum” demesi daha da onu ezen bir şey değil mi? Yoksa, eski karısı Kanada’ya, yani artık ulaşamayacağı kadar “uzak”a gidecek olana kadar onu gerçekten tamamen kaybettiğine inanmıyor muydu? Veya şöyle mi: Karısı hayatına devam etti, hatta aşama kaydetti, ne taşrada ne kentte kaldı, ülke değiştirir hale geldi, ya Mahmut? Yerinde saymaktan beter, artık idealleri bile yok, yaşama tutunacağı bir şeyi yok. Karısını sevdiği için duygusallaştığından üzüldüğünü sanmıyorum. Mahmut bencil biri.
Deniz: Filmi ilk defa izlediğimde daha ziyade ikincisini düşünmüştüm: Karısı hayatına devam etti, aşama kaydetti. Burada şunu da düşünmüştüm: Giderek artan bir şekilde “yurt dışına gitme” isteği var. Mahmut bunun ezikliğini mi hissediyor acaba, diye içimden geçirmiştim. Yakın zamanda bir denemeye başladım “Dünyanın Taşrasında Yaşamak” başlıklı; aklıma hep “Uzak”tan sahneler geliyor.
Gizem: Karısı -ki kürtaj yüzünden çocuğu bile olmuyor, toplum bakış açısında “eksik” bir kadın- ilerleme kaydederken, hayatına devam ederken, Mahmut gerileme kaydediyor. Erkeklik egosunu inciten bir şey bu.
Deniz: Öte yandan şimdi konuşurken şunu da düşündüm: Karısı, yeni eşiyle, yeni ve umut dolu bir hayata doğru yelken açar. Üstelik Mahmut’a kırgın ya da kızgın da değildir. Bu, geride kalmışlık duygusunu iyiden iyiye artırıyor sanırım.
Gizem: Evet, demek istediğim böyle bir şey. Bu kayıp duygusu, erkekliğine saldırı gibi biraz. Artık ne taşralı ne tam bir kentli, bu yüzden uyumsuz ve uzak. Tüm bu başarısızlık hissini doruk noktasına çıkaran bir kayıp bu belki. “Dünyanın Taşrasında Yaşamak” dedin de Nuri Bilge Ceylan’ın da bir röportajında dediği gibi, Türkiye dünyanın taşrası. Taşra bir mekân değil ruh hali. Kendisini diğer insanların taşrasında hissetmek. Gürbilek’in tabiriyle “bir dışta kalma” hali.
Deniz: Evet; bu hissin doruğa çıktığı filmin “Bir Zamanlar Anadolu’da” olduğunu düşünüyorum. Oradaki karakterler de hep bir öfke içerisindedir; her şeyin, işte böyle, kırık dökük olmasının sebebi buralardır. Hatta Komiser Naci o kadar bezmiştir ki “Valla ben senin yerinde olsam, bir dakika durmam, basar giderim; neresi olursa, hiç fark etmez.” der. Benzer bir tavır Yusuf’ta da vardır. Hatta Nuri Bilge Ceylan’ın üç filminde de Mehmet Emin Toprak’ın karakterleri benzer bir duygu içerisindedir. Ben bunu şöyle yorumlamıştım: Taşradakiler şehre gelirler ancak şehir de taşranın makro hali gibidir. Bu sefer başka bir boşluk duygusu başlar: Kimi bu taşradan da çıkmak ister; kimi, Mahmut gibi, anlamı bütünüyle kaybeder. “Taşra bir mekân değil ruh hali. Kendisini diğer insanların taşrasında hissetmek. Gürbilek’in tabiriyle ‘bir dışta kalma’ hali.” dedin, bu tespitine katılıyorum. Hatta Nuri Bilge Ceylan sinemasının temelini bu düşüncenin oluşturduğu kanaatindeyim: Boşluk duygusu taşradan kaynaklanmaz; mesele insanın içindedir.
Gizem: Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak”taki İstanbul’u renkli değil. Karla kaplı (kapalı bir ruhun simgesi gibi) ve Galata Köprüsü, Gezi Parkı gibi şehir simgeleri gösterilmese neresi olduğu belli olmaz. Mesela, “İklimler”de de İstanbul olduğu belli bile değil. “Üç Maymun”da da genel bilinen İstanbul’dan ziyade İstanbul varoşları. Çünkü Nuri Bilge Ceylan, İstanbul’u karanlık ve hüzünlü göstermeyi tercih ediyor. Karakterin iç dünyasının bir tezahürü İstanbul.
Deniz: Haklısın. Bu anlamda “İstanbul” imgesinin “Uzak” için pek bir önemi olmadığı kanaatindeyim ben de. Herhangi bir “şehir”de geçebilirdi. Filmin merkezinin gitmek-kalmak, yalnızca bir üst lige gelerek oranın oyuncusu olduğunu sanmak olduğunu düşünüyorum. İzmir’de, Ankara’da, Antalya’da geçebilecek bir film aslında. Yusuf hayatındaki tüm sorunların temelini “köy” olarak görür. Köye dönme düşüncesi bile onu korkutmaya yeter; oysa film boyunca yalnızca avarelik eder. O anlamda “büyükşehirde olmanın” herhangi bir katkısı yoktur aslında. Köy, bir anlamda sorumluluk demektir; oraya dönmek, sorumluluklar ve sorunlar ile yüzleşmek demektir; oysa Mahmut’un, tabiri caizse, kaçacağı yer kalmamıştır. Bu ülkeden gidemez ama burada da pek bir varlık gösteremez.
Gizem: Yabancılaşma. Önceden yazmıştım hatırlarsan, “Uzak” filminde şehirde yaşayan Mahmut’un kasabadan gelen Yusuf’u hor görmesinin altında bir tür imrenme de saklı olabilir. Yusuf’un İstanbul’a yönelik heyecanını, Mahmut artık taşımıyor. Mahmut’un ideali/anlam arayışı başarısızlıkla sonuçlanmış. Ama Yusuf’un halen umudu var.
Deniz: Mustafa Altıoklar’ın “Sinemacı” programına Nuri Bilge Ceylan’ın katıldığı bir bölüm vardı, izlemiş miydin?
Gizem: Hayır, izlemedim.
Deniz : Nuri Bilge Ceylan, bazı kararları pragmatist bir bakış açısı ile de alabiliyor kimi zaman: “İklimler” filmini konuşurken Mustafa Altıoklar kadının sanat yönetmeni olmasına dikkat çekmişti ve bunu “doğurmak, doğurganlık” gibi bir yere bağlamıştı. Nuri Bilge Ceylan, bunu çok daha pratik bir nedenle yaptığını söylemişti: “Kadını doğuda bir yere götürmek istiyordum. Onun entelektüel konumu ile bu mesleğin iyi uyuşacağını düşündüm” minvalinden bir yanıt veriyordu. Kimi zaman pragmatik kararlarla da buraya meyledebiliyor Nuri Bilge Ceylan.
Gizem: Olabilir. Bir de, eserin bittikten sonra artık okuruna/izleyicisine ait olduğunu ve yeni anlamlar edinmeye müsait olduğuna inanıyorum. Hatta okura/izleyiciye yer açan eserleri daha çok beğeniyorum. Eserin sadece yazarına ait olmasındansa. “Beğeniyorum” demeyeyim, çünkü bunun da bir nedeni var. Eserin, okuru/izleyiciyi düşünmeye sevk etmesi asıl meselem. Bu arada, İletişim’den çıkan “Sıkıntı Var” adlı derleme deneme kitabında şu minvalde bir şey okumuştum: Kimi izleyiciye sıkıcı gelebilecek bakışlar, durağanlıklar, ölü zamanlar aslında izleyiciye filmde olan biten üzerine düşünmesi için verilmiş es’ler gibi.
Deniz: Evet, katılıyorum. Ben de, filmin geri kalanındaki öğelerle de desteklendiği sürece bu tarz bakış açılarının filmi genişlettiği kanaatindeyim. Mahmut’un bencilliğinden bahsetmiştin. Mahmut’un bencilliğini gördüğümüz büyük olaylar var: Karısı çocuk istemesine rağmen kürtajda ısrarcı olması, annesi ile ilgili hiçbir sorumluluk almaması. Ben, Yusuf’a sapladığı “hançer”i de bunun bir göstergesi kabul ediyorum: Filmin sonlarına doğru, “gümüş köstekli saat” hikâyesi.
Gizem: Bencillik mi intikam mı?
Deniz: Mahmut, “hırsızlık” suçlamasının Yusuf’u tarumar edeceğini, onun onurunu zedeleyeceğini bilir. Kendine karşı bütün öfkesini, bencilce bir şekilde Yusuf’tan çıkartır. Ben intikamdan ziyade, bir kasıtlı can yakma isteği görüyorum orada.
Gizem: Zaten Yusuf’a gitme kararı aldıran köstekli saat olayı değil mi? Evet, Mahmut onuruna oynuyor Yusuf’un. Öfkesini çıkarmak, canını yakmak dedin; bunun altında, gelip kendi düzenini bozması nedeniyle intikam alma isteğini görüyorum. İntikam, içi fazla dolu bir kelime ama bu tür bir ilişkide ancak bu tür bir intikam olabilir zaten. Ama intikam isteği de yine empati eksikliğinden, yani bencillikten. Adamın işi düşmüş, İstanbul’da başka tanıdığı yok. Ama Mahmut’un umurunda değil.
Deniz: Bu konuda yazdığım denemeye “Uzak: Yabancının Rahatsızlığı” adını takmıştım. Orada şöyle diyordum: Mahmut en başta bir konuşur Yusuf’la ve bu işin ne kadar süreceğini sorar. Yusuf “Valla işte, bir iki hafta” gibi yuvarlak bir yanıt verince Mahmut üsteler: “Bana (…) demiştin de…” Ben şöyle düşünmüştüm: Mahmut bu kapalı devre yaşantısına Yusuf’un da bir müddet dahil olmasına; hadi, en azından içinde bulunmasına katlanabilecek gibi ayarlar kendini ancak Yusuf “seramik fabrikasında kendisi için iş isteyince” kafada bir şeyler kopar. Zira bu, aynı zamanda Yusuf’un tamamen başına kalması demektir; orada da, artık onun onurunu düşünmeden canını en fazla yakacak silahı fütursuzca kınından çıkartır.
Gizem: Ayrıca Mahmut, Yusuf’un her şeye rağmen umut ve heyecan dolu oluşundan da rahatsız. Mahmut kendisini çoktan bırakmış, başaramamış. Mahmut hayata karşı ne kadar uzak ve tepkisizse, Yusuf o kadar heyecanlı ve meraklı. Mesela, Yusuf iş bulamıyor ama bir oyuncak onu neşelendirebiliyor.
Deniz: Bu tespitine sonuna kadar katılıyorum: Mahmut derinlerde bir yerde, Yusuf’un içinde, belki bir zamanlar kendisinin de sahip olduğu, hayat neşesini, umudunu barındırmasını içten içe kıskanır. Ben bu filmin kültürümüzdeki yüzleşme eksikliğini, hatayı kabul etme sorumluluğunun noksanlığını sade bir şekilde anlattığını düşünüyorum; bilmem katılır mısın? Mahmut, vaktiyle kurduğu “Yeni Bir Tarkovski Olmak” hayallerinden uzaklaşmıştır. Elbette “hayal”lerin gerçekleşmesi, biraz da kişinin yaşadığı topluma ve zamana bağlıdır; beri yandan, içten içe biliriz ki Mahmut, Tarkovski ile aynı koşullarda yaşasa da o hayallerin peşinden koşmak cesaretini gösteremeyecektir. İçinde bir şeyler eksiktir fakat o bunu kabul etmez. “Fotoğraf öldü” diyerek suçu zahiri kavramlara, çıkarsamalara atar. Benim bu filme, hatta genel olarak Nuri Bilge Ceylan sinemasına dair sevdiğim şeylerden bir tanesi de bu sanırım: Kültürümüzü, didaktik olmayan, seyirciye üstten bakmayan bir tavırla, sade bir dille, belki kendisi dahi farkına varmadan gösterebilmesi. Sen ne düşünüyorsun? Katılır mısın bana yoksa farklı görüşlere mi sahipsin?
Gizem: Elbette katılıyorum ama bunu yaparken imgeleri ve metaforları da çok yerinde kullanmasa ve bağlantıları iyi kurmasa, Nuri Bilge Ceylan sineması beni bu kadar çok etkilemeyebilirdi.
Deniz: Bunu sinema diliyle başarmasını mı kastediyorsun: Sinema sınırları içerisinde kalarak, derdini mümkün mertebe görüntülerle anlatmaya çalışarak ilerlemesi?
Gizem: Evet, doğrudan söylemiyor; görüntüleri, yani sinema dilini kullanıyor. Sonuçta bu bir roman değil film. En güçlü ifade aracı görüntüler olmalı. “Kış Uykusu” ve “Ahlat Ağacı” Nuri Bilge Ceylan sinematografisinde, öncellerine kıyasla geveze filmler ama o filmlerde bile görüntülere yüklenen ve doğrudan sözle ifade edilmeyen anlamlar gizli.
Deniz: Katılıyorum. Bunun müthiş örneklerini görüyoruz Nuri Bilge Ceylan sinemasında. Özellikle “Bir Zamanlar Anadolu’da” ile birlikte, “alaycı dudak kıvrımları”nı çok daha kuvvetli bir şekilde yansıtmaya başladı. “Bir Zamanlar Anadolu’da”da, savcının yüzünde gülüsemeyle dönüp doktora “Yav doktor… bir insan, bir başkasını cezalandırmak için hakikaten kendini öldürebilir mi; olabilir mi yani böyle bir şey?” deyişini asla unutamam. Mideme yumruk yemiş gibi hissetmiştim: O kadar tanıdık bir duyguyu, böyle küçük bir tebessümle anlatabilmesine hayran kalmıştım: Kişi içten içe derin bir vidan azabına düşmüştür çoktan; ancak dışarıdan “façasının bozulmasını” istemez. “Uzak”ta da “küçük şeylerin rahatsız ediciliğini” müthiş yakaladığı kanaatindeyim.
Gizem: Bu arada, Mahmut’un derdi de, içinde bulunduğu atalet değil mi? Eyleme geçmiyor, geçemiyor, bu yüzden acı çekiyor. Bunun farkında.
Deniz: Evet; ancak “Oblomov”luk gibi de değil. Bütün hücrelerine “anlamsızlık” hissi çökmüş gibi.
Gizem: Fotoğraf çekmek istediği bir nokta vardı hatırlarsan. Yusuf çekelim diyor. Ama Mahmut arabadan inip eyleme geçemiyor. Fotoğraf çekmiyor.
Deniz: Evet, çok güzel hatırlattın, o sahne Mahmut’a dair çok şey söyler. “Neden Tarkovski olamadığının” bir özeti gibidir aslında: Elindeyken de yapmaz, atabilecekken de adım atmaz. Nuri Bilge Ceylan, bahsettiğim programda vaktiyle dağcılıkla çok ilgilendiğini ancak hiç “zirve”sinin olmadığını söylüyordu: Oraya kadar gelirim, zirveye varmak üzereyken üzerime bir anlamsızlık hissi çöker, geri dönerim. En otobiyografik filmim dediği “Uzak”ta da bunun yansımalarını görüyoruz.
Gizem: “Uzak”tan sonra verdiği bir röportajında kendi içine çekilmekle ilgili bir şeyler diyordu ama tam cümleyi hatırlayamadım. Tabii Nuri Bilge Ceylan, Katip Bartleby gibi “Yapmamayı tercih ediyorum” da demiyor, çektiği onca filmle bunu anladık.
Deniz: Evet; çok güzel bir özet. “Yapmamak” bir tercih değil. Tuhaf bir atalet içerisinde geziyor Mahmut.
Gizem: “Uzak”ın otobiyografik olduğunu anlamamak mümkün değil, kendisi söylemese bile anlıyoruz bunu. Ama Nuri Bilge Ceylan artık “Uzak”ın Nuri Bilge Ceylan’ı değil sanki, kendisini daha çok açmak istiyor. Neyse. “Uzak”a dönelim. “Uzak”ta dikkatimi çeken bir nokta da, Mahmut’u daha çok iç mekanlarda, Yusuf’u daha çok dış mekanlarda göstermesi. Elbette Yusuf bir turist gibi de geziyor İstanbul’u ama şöyle de düşünülebilir mi: Yusuf’un hep dış mekanlarda gösterilmesi, Yusuf’un “dışarıda kalan” olduğunu destekliyor olabilir mi? Hatta evdeki bir sahnede Mahmut çalışma odasında oturur, Yusuf balkondadır. Mahmut gelip aralık kapıyı kapatır Yusuf’un üstüne, Yusuf dışarıda kalır.
Deniz: Aynı sahnede, aynı şeyi düşünmüştüm ben de. Onu bir şekilde “dışarıda” bırakır. Haklısın: Mahmut “kendi mekanlarını” bir zırh gibi üzerine geçirmiştir, oradan çıkmak istemez.
Gizem: Yusuf’un kentle bağlantısı o ev üzerinden. Ve kente dahil edilmiyor.
Deniz: Ben biraz daha Yusuf’un umudu olarak da düşünmüştüm: Mahmut o zırhın asla delinmesini istemez, en ufak bir “delinme teşebbüsünde” huzursuz olur. Yusuf’sa, “avarelik için” bile olsa oradan oraya gitmekten mutludur. Biraz Nuri Bilge Ceylan’ın gençliği gibi: Seyahat oldukça hayattan sıkılmak mümkün değil, düşüncesindedir.
Gizem: Yusuf’u son kez evde/balkonda gördüğümüzde, Yusuf evi terk etmeden önce, Yusuf iki şeye bakar balkonda. İnşaatı devam eden bir “ev”e ve “giden bir gemiye”. Yusuf balkonda, o evin/kentin dışında özlemini çektiği şeylere bakar: Kentte bir “ev” ve bir iş yani “gemi”. Ama Yusuf da başarısız olmuştur, bu sahneden sonra onu filmde bir daha görmeyiz.
Deniz: Yukarıda söylediğin bir cümle ile bağlantılı bir soru yöneltmek istiyorum: “Ayrıca Mahmut, Yusuf’un her şeye rağmen umut ve heyecan dolu oluşundan da rahatsız. Mahmut kendisini çoktan bırakmış, başaramamış. Mahmut hayata karşı ne kadar uzak ve tepkisizse, Yusuf o kadar heyecanlı ve meraklı. Mesela, Yusuf iş bulamıyor ama bir asker oyuncağı onu neşelendirebiliyor.” Haklısın, aslında Yusuf da başarısız olur: Peki sence Yusuf, Mahmut gibi bir anlamsızlık denizinde mi yüzmeye başlayacaktır yoksa “başka bir yoldan da olsa” yürümeye devam mı edecektir?
Gizem: Yusuf ile Mahmut’un yaşanmışlıkları farklı. Muhtemelen Yusuf köyüne dönecek (dönmem diye rest çekmiş olsa da) ama “Ahlat Ağacı”ndaki Sinan gibi de olmayacak, öyle bir farkındalığa sahip değil. Uzanamadığı ciğere pis diyen kediye dönebilir. “Aman büyük şehirde ne var ki, mis gibi kasabamızda yaşayıp gidiyoruz” diyen ama kenti, içinde hep uhde olarak taşıyan. Tabii bunlar filmden bağımsız aşırı bir yorum.
Deniz: Ben de burada ciddi bir fark olduğunu düşünüyorum: Yusuf’un umudu, neşesi yalnızca gençliğinden ya da “arşivinin darlığından” kaynaklanmaz. Bir şekilde yaşantısına devam edecektir. Mahmut gibi bedbinlerde, böyle kişilere karşı da bir çeşit öfke olduğunu düşünüyorum. Bu arada, ben senden farklı olarak, nedense köyüne dönmeyeceğini düşünüyorum.
Gizem: Köyüne dönmez, kentte kalırsa Nuri Bilge onun da filmini çeker. Mahmut’ta neden öfke olduğunu düşünüyorsun Yusuf gibilere karşı? Bunu filmde bir açıdan gördük “işiniz gücünüz torpil arama” dediği sahnede. Ama sen bundan farklı bir şey diyorsun sanırım?
Deniz: Evet. Biraz açayım: Senin de dediğin gibi, Mahmut Yusuf’un içerisindeki umudu da kıskanır. Kendi bedbinliği ile kıyaslandığında Yusuf’un hayata karşı duyduğu açlığı, umudu, neşeyi hem küçümser hem de kıskanır. Genelde Mahmut gibi bedbinlerde, ki belki kendimi de dahil etmeliyim bu güruha, Yusuf gibilere karşı şöyle bir bakış olur: “Sen hele bir dur, biraz daha yaşa, burnun biraz sürtsün de göreyim!”
Gizem: “Küçümseyerek” kıskanma, haklısın.
Deniz: Öte yandan, Yusuf’un nikbinliğinin “yaşanmamışlıktan” kaynaklandığını düşünmüyorum. Yusuf “gemilerde ne iş olsa yapamasa da” bir şekilde hayatına devam edecektir. Mahmut bunu bir şekilde bilir ve içten içe bu duyguya da öfkelenir. “Hayattan daha net beklentisi olan bendim, hayalleri olan bendim, tırnaklarıyla kazıyarak istanbul’da tutunan bendim ama mutlu olan Yusuf oldu” gibi bir duygu.
Gizem: Mahmut, Yusuf’un çocukça neşesine, taşralı saflığına karşı tavır alıyor ama Mahmut ile Yusuf neden farklı olsun ki? Bu da biraz burjuva bakış açısı değil mi? Mahmut, Tarkovski gibi film çeken bir yönetmen, sanat fotoğrafçısı olacaktı ama olamadı. Yusuf daha bilinçsiz ve cahil olabilir, daha küçük şeylerle yetinebilir ama bu da, Yusuf’un düşünce dünyasına göre “net bir istek” değil mi? Gemide çalışmak, ki Yusuf da Mahmut’suz artık, İstanbul’da tutunursa bunu kendi başına yapmak zorunda.
Deniz: Bunu şöyle düşünerek söylemiştim: Mahmut kendisine bir “anlatım” yolu olarak fotoğrafı/sinemayı seçtiğini düşünür oysa Yusuf’un “gemilerde ne iş olsa yapmak” düşüncesi, köyden kurtulmak için bir bahanedir Mahmut’a göre. Gemilerde iş yapmak yerine, bir restaurantta çalışmak da zaman içerisinde Yusuf’un bir tercihi olabilir ve Yusuf bundan gocunmaz. Hatta otel odasında Mahmut’un sigarasının bittiğini gören Yusuf gülerek “yak bir gemici cigarası” diyerek kendi sigarasından ikram edince Mahmut’un ona bakışlarında ve terslemesinde de biraz bunu görüyorum. Mahmut, Yusuf’un denizciliği bir “yaşam biçimi” gibi sunmasını da küçümser sanki.
Gizem: Aslında bu dediğine kocaman bir parantez açmak için de Nuri Bilge Ceylan “Kış Uykusu”nu çekmiş olabilir: Aydının/yarı-aydının, kendisinden alt seviyede gördüğünü küçümsemesi.
Deniz: Çok haklısın.
Gizem: Filmin başında Mahmut’un yemek sahnesi var. Masada fotoğraf filmleri ve yemek var. Orada tükettiği yiyecekleri belki de memleketinden annesi gönderdi ve sofrada gerçekte kim olduğu (Mahmut bir kasabalı) ile olmak istediği (Mahmut bir entellektüel) kişiler buluştu. Ki bu, Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak”ın özü için söylediği şu cümleyi de destekler: “İnsanın idealize ettiği hayatla, fikirlerle kendi yaşadığı hayat arasında her zaman bir uçurum vardır. Ve bu uçurum insana acı verir. Sinema bu noktada gündeme gelir. […] Bu acının üstüne gitmek isterim.” Daha da önemlisi Mahmut o sahnede çatal bıçak kullanmaz, yemeği elleriyle, ekmek bana bana yer. Hani “hayvan” olan Yusuf’tu!
Deniz: Peki, dilersen yavaş yavaş toparlayalım: Son bir soru yöneltmek istiyorum. Aziz Nesin bir röportajında “Türkler cesur mudur?” sorusunu şöyle yanıtlar: “Hiç cesur insan, ben cesurum der mi? (…) Biz ne zaman cesur oluruz? Biz tabii cesuruz, kabadayıyız; karşımızda bizden güçsüz biri varsa, onu garanti döveceksek o zaman cesur oluruz.” Mahmut tüm film boyunca medeni cesaretten ne denli yoksun olduğunu gösterir: Yusuf’la medeni bir şekilde konuşamaz, eşiyle ilişkisini medeni bir şekilde yürütemez, kadınlarla olan ilişkisi tamamen çalkantıdadır. Biraz yukarıdaki cümleme bağlamak istiyorum: Ben bu filmin hatta genel anlamda Nuri Bilge Ceylan sinemasının böylesine sert sözleri sade bir bakışla anlatabildiğini düşünüyorum. “Kişinin içine bakamaması, cesaretle hatalarını kabullenememesi” hemen her filminde var zaten. Burada da çok güçlü bir şekilde hissediyorum bunu. Sen ne dersin? Görüşlerin nelerdir?
Gizem: Ben de Aziz Nesin gibi iddialı bir laf edeyim mi, haddim olmayarak? Bence iyi film de öykü gibidir: Anlatmaz, gösterir. Sinemanın gücü ve onu -en azından benim nazarımda- bu derece etkileyici kılan bu. Nuri Bilge Ceylan’ı, benim için çoğu yönetmenden ayrı kılan da bu. Afilli cümlelere gerek kalmadan, hatta özellikle gerekmedikçe söz kullanmadan, görüntülerle derdini anlatıyor. Bir de, Nuri Bilge Ceylan politik olmamakla eleştirilirdi bir zamanlar. Nuri Bilge Ceylan’ı yeterince anlamayanların bu sözleri sarf ettiğini düşünüyorum. Nuri Bilge Ceylan her filminde insana, topluma eleştiri getiriyor. Daha politik ne olabilir?
Deniz: Katılıyorum. Buna iki yönden bakıyorum: “Sanat eserinin politik olması zorunluluğu”nun arkaik bir düşünce olduğu kanaatindeyim. Elbette burada “politika” sözcüğünü dar anlamıyla kullanıyorum. Bu bize maalesef 1970’li yılların edebi dünyasından miras kaldı sanırım. Kaldı ki “politika” ile kastedilenin yalnızca günlük sorunlar olması bu tartışmayı güdükleştiriyor. Nuri Bilge Ceylan bu anlamda son derece politik konuları ele alıyor: Senin de dediğin gibi, insanın kendi içine bakamaması, küçük didişmelerle hiyerarşik yapılar, tahakkümler kurmaya çalışması da politik değil mi?
Gizem: “Hiyerarşi” ve “tahakküm” kesinlikle. Politika buradan başlıyor bence. Değinemediğimiz noktalar illa ki kalmıştır. Mümkün olsa filmi açıp an an, sahne sahne bile gidilebilir Nuri Bilge Ceylan filmlerinde. Ama sanırım “Uzak”ı genel hatlarıyla epey konuştuk.