Kadıköy’de birkaç gün önce kapanan Penguen Kitabevi’nde
dolaşırken bir kitap kapağı ilgimi çekiyor. Beni, çocukluğumun, ara sokaklarda
cirit attığım günlerine götüren bir fotoğraf var kapakta. Pek itibar etmesem de,
madem koymuşlar okuyalım mantığıyla, kitabın arka yazısına geçiyorum. İlk anda
kafamda beliren fotoğrafın içeriği değişmemekle birlikte, mekân İstanbul’un
yoksul bir mahallesine dönüşüyor. Benim aklımdan Balat geçiyor mesela. Öncesinde
hakkında herhangi bir şey okumadığım veya duymadığım bu kitabı hemen alıp
okumaya başlıyorum.
Kitap daha ilk sayfalarından belli ediyor ki hikâyesi nasıl
akarsa aksın, kurgusu ister başarılı olsun ister olmasın, yazarın dili beni kendisine
bağlayacak cinsten. Tıpkı sonradan Ara Güler’e ait olduğunu öğrendiğim kitap
kapağında olduğu gibi, atmosfer yaratmada başarılı bir dili var yazarın. Mekân
tasvirlerinde ayrıntıları öyle fevkalade dile getiriyor ki, bırakın gözümün
önünde canlanmasını, sanki oradayım da tasvir ettiği kar taneleri Meryem ile Atilla’nın
değil benim başıma yağıyor. Zaten bir kent hikâyesi olmasına rağmen, doğanın da
oldukça etkin bir rolü var hikâyede. Kentlerde yaşanan yüzeysel hayatların
üzerindeki örtüyü çekip içinde saklı efsunu ortaya çıkarmayı niyet
etmişçesine; karıyla, rüzgârıyla, sisiyle kendini gösterip duruyor doğa. Kitabın
düşündüren ama yormayan benzetmeleri duru diline çok kararında yedirilmiş.
İnsan tasvirleri daha da iyi; bir insanın, bir hareketi hangi düşünceyi içinden
geçirerek/geçirdiğinden yaptığı ancak bu kadar iyi gözlemlenmiş olabilir.
“Sabaha
karşı nasıl bir uysal rüzgâr çıktı ise, her bir kar tanesini alıp, bir
diğerininkine hiç benzemez bir
güzergâh ile aheste aheste uçurup gökyüzünden yavaşça indiriyor, tam yere değecekken ani bir kavisle
tekrar havalandırıyor. Bu sefer havada bambaşka helezonlar çizdirerek diğer kar taneleriyle iç içe sokup,
ahenkle döndürüyordu. Her nasıl
yapıyor ise, hiçbirini bir diğeriyle çarpıştırmadan, her birini ayrı ayrı
yollardan döndüre döndüre
taşıyıp, kendi bildiği bir yere, bir dala, bir dama, bir bacaya, bir pencereye, uyuyan bir bebeği
yatağına bırakır gibi, usulca konduruyordu.”
Hikâyenin hem bir mahalle üzerinden anlatılması ve birkaç
ana karakter yerine kitaptaki neredeyse tüm karakterlerin ana karakter olmasıyla
(ve bu özelliğiyle geleneksel roman yaklaşımını reddetmesiyle), hem de büyülü
gerçekçiliğe göz kırpan tarzıyla, bana Latife Tekin’in özgün eseri Berci Kristin Çöp Masalları’nı hatırlatıyor
biraz. Romandan ziyade birkaç öykü barındıran bir eser tadında olmasının yanı
sıra, anları yakalamadaki ustalığı, dilinin öyküye daha yatkın olduğunun da bir
göstergesi niteliğinde. Zaten kitapta belirli bir olay örgüsü olsa da, kitap olaylardan
çok anları vurgulayarak ilerliyor.
Yazarın aralara serpiştirdiği eski kelimeler, modern yüzlü
İstanbul’un ara sokaklarında yer yer denk geleceğiniz eski tip evlere benziyor.
Bu nedenle, yazarın bu tür kelimeler kullanmasının, tekniği içerikle uyumlu hâle
getirdiği söylenebilir. Bu noktadaki tek sıkıntı ise kullanılası onca eski
kelime varken yazarın sürekli aynı kelimeleri seçmesi olabilir.
Modern Türkiye edebiyatında alışıla gelindiği üzere altı
çizilesi büyük laflar etmeksizin, acı gerçekliğin, küfür etmenin bile ne kadar
şiirsel olabileceğini gösteren, üstelik satır aralarından merhametin okunduğu
eserlerden olmuş. İyi olmuş, iyi ki olmuş.
- Bak işte o çok kötü bişey, amca, iyi ki öyle bir oğlun yok. Deliyle alay eden… Esas öyle bir oğlu olan adamın kapı kapı dolaşıp derdine çare araması lâzım…"
Minare Gölgesi
Engin Ergönültaş
İletişim Yayınevi
2013
*Bu yazıyı aslında 5 Mart 2014 tarihinde kaleme almıştım ve bu yazı, BirGün gazetesinin kitap eki olan BirGün Kitap'ın 18 Nisan 2014 tarihli 145. sayısında yayınlanmıştır.