27 Nisan 2014 Pazar

“Herkes deli diye alay ediyor”



Kadıköy’de birkaç gün önce kapanan Penguen Kitabevi’nde dolaşırken bir kitap kapağı ilgimi çekiyor. Beni, çocukluğumun, ara sokaklarda cirit attığım günlerine götüren bir fotoğraf var kapakta. Pek itibar etmesem de, madem koymuşlar okuyalım mantığıyla, kitabın arka yazısına geçiyorum. İlk anda kafamda beliren fotoğrafın içeriği değişmemekle birlikte, mekân İstanbul’un yoksul bir mahallesine dönüşüyor. Benim aklımdan Balat geçiyor mesela. Öncesinde hakkında herhangi bir şey okumadığım veya duymadığım bu kitabı hemen alıp okumaya başlıyorum.

Kitap daha ilk sayfalarından belli ediyor ki hikâyesi nasıl akarsa aksın, kurgusu ister başarılı olsun ister olmasın, yazarın dili beni kendisine bağlayacak cinsten. Tıpkı sonradan Ara Güler’e ait olduğunu öğrendiğim kitap kapağında olduğu gibi, atmosfer yaratmada başarılı bir dili var yazarın. Mekân tasvirlerinde ayrıntıları öyle fevkalade dile getiriyor ki, bırakın gözümün önünde canlanmasını, sanki oradayım da tasvir ettiği kar taneleri Meryem ile Atilla’nın değil benim başıma yağıyor. Zaten bir kent hikâyesi olmasına rağmen, doğanın da oldukça etkin bir rolü var hikâyede. Kentlerde yaşanan yüzeysel hayatların üzerindeki örtüyü çekip içinde saklı efsunu ortaya çıkarmayı niyet etmişçesine; karıyla, rüzgârıyla, sisiyle kendini gösterip duruyor doğa. Kitabın düşündüren ama yormayan benzetmeleri duru diline çok kararında yedirilmiş. İnsan tasvirleri daha da iyi; bir insanın, bir hareketi hangi düşünceyi içinden geçirerek/geçirdiğinden yaptığı ancak bu kadar iyi gözlemlenmiş olabilir.

“Sabaha karşı nasıl bir uysal rüzgâr çıktı ise, her bir kar tanesini alıp, bir diğerininkine hiç benzemez bir güzergâh ile aheste aheste uçurup gökyüzünden yavaşça indiriyor, tam yere değecekken ani bir kavisle tekrar havalandırıyor. Bu sefer havada bambaşka helezonlar çizdirerek diğer kar taneleriyle iç içe sokup, ahenkle döndürüyordu. Her nasıl yapıyor ise, hiçbirini bir diğeriyle çarpıştırmadan, her birini ayrı ayrı yollardan döndüre döndüre taşıyıp, kendi bildiği bir yere, bir dala, bir dama, bir bacaya, bir pencereye, uyuyan bir bebeği yatağına bırakır gibi, usulca konduruyordu.”

Hikâyenin hem bir mahalle üzerinden anlatılması ve birkaç ana karakter yerine kitaptaki neredeyse tüm karakterlerin ana karakter olmasıyla (ve bu özelliğiyle geleneksel roman yaklaşımını reddetmesiyle), hem de büyülü gerçekçiliğe göz kırpan tarzıyla, bana Latife Tekin’in özgün eseri Berci Kristin Çöp Masalları’nı hatırlatıyor biraz. Romandan ziyade birkaç öykü barındıran bir eser tadında olmasının yanı sıra, anları yakalamadaki ustalığı, dilinin öyküye daha yatkın olduğunun da bir göstergesi niteliğinde. Zaten kitapta belirli bir olay örgüsü olsa da, kitap olaylardan çok anları vurgulayarak ilerliyor.

Yazarın aralara serpiştirdiği eski kelimeler, modern yüzlü İstanbul’un ara sokaklarında yer yer denk geleceğiniz eski tip evlere benziyor. Bu nedenle, yazarın bu tür kelimeler kullanmasının, tekniği içerikle uyumlu hâle getirdiği söylenebilir. Bu noktadaki tek sıkıntı ise kullanılası onca eski kelime varken yazarın sürekli aynı kelimeleri seçmesi olabilir.

Modern Türkiye edebiyatında alışıla gelindiği üzere altı çizilesi büyük laflar etmeksizin, acı gerçekliğin, küfür etmenin bile ne kadar şiirsel olabileceğini gösteren, üstelik satır aralarından merhametin okunduğu eserlerden olmuş. İyi olmuş, iyi ki olmuş.

- "Herkes deli deli diye alay ediyor sokakta. 
- Bak işte o çok kötü bişey, amca, iyi ki öyle bir oğlun yok. Deliyle alay eden… Esas öyle bir oğlu olan adamın kapı kapı dolaşıp derdine çare araması lâzım…"


Minare Gölgesi
Engin Ergönültaş
İletişim Yayınevi
2013


*Bu yazıyı aslında 5 Mart 2014 tarihinde kaleme almıştım ve bu yazı, BirGün gazetesinin kitap eki olan BirGün Kitap'ın 18 Nisan 2014 tarihli 145. sayısında yayınlanmıştır.



11 Ağustos 2013 Pazar

Fotoğraf, kimi zaman sevinci korumaya çalışan bir tür muska.

Mersin'in bir köyünde şen bir bayram günü çocuklar, önce fotoğraf çektirir, sonra fotoğraf çekmeyi öğrenirler.







su tabancasından başka silah bilmeyesin.























Ama minik kızın yüzü asılır; çünkü, abisi su tabancasıyla civcivleri ıslatmıştır. Ve çünkü minik kız, çizgi filmde mahsuscuktan düşen, yaralanan, acı çeken, ölen her türlü canlıya bile hep ağlamıştır.


*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.

28 Haziran 2013 Cuma

Orta Avrupa* Turunun İlk Ayağı: Yeşil Başkent Budapeşte


Buda ve Peşte
Budapeşte, Buda ve Peşte adlı iki farklı şehrin birleşmesiyle oluşmuş. Buda, şehrin daha eski, Peşte ise daha modern yüzünü temsil ediyor.

Macaristan Parlamentosu

Kahramanlar Meydanı
Kahramanlar Meydanı’nda Osmanlı İmparatorluğu’na yenilen veya hâkimiyetini kabul eden hükümdarların heykelleri yok. Türkiye’den gelenlerin ilgisini en çok çeken ise, “Török Hoditokat” yani “Türk Kovan”. Kahramanlar Meydanı’ndaki en göz alıcı eser ise Macar kralına tacını getiren Cebrail’in heykeli. Tarihi eserlerin çoğu kumtaşından yapılmış. Bu taşın özelliği, çabuk şekil verilebilmesi ancak zamanla kararması. Bu nedenle, bazı önemli tarihi eserlerde kararmayı en aza indirgemek için sürekli temizlik yapılıyor. Öyle ki, büyük bir binanın çevresindeki üç duvar bitene kadar dördüncü duvar tekrar kararmış oluyor. Macar Parlamento Binası, dünyanın en büyük üçüncü parlamento binası. Özelikle ışıklandırmasıyla gece dışarıdan görünümü oldukça etkileyici. Aslanlı Köprü, şehrin en eski ve en güzel köprüsü. Diğerlerinin bir olayı yok zaten. Şehrin genelinde heykeller, Avrupa’nın gezdiğim diğer şehirlerindeki heykellerden daha ayrıntılı ve daha ilginç. Dini öğeler o kadar ağır basmıyor. Özellikle Buda Kalesi’ndekilerde.

Barışı temsilen
Av sahnesinden


Hayatımda gördüğüm en yeşil başkent. Bina ve yeşil alan dağılımı çok dengeli. Her yer park dolu, parklar geniş ve temiz. Kahramanlar Meydanı’nın hemen arkasında bulunan Vajdahunyad Kalesi’nin civarındaki parkta güzel bir göl de var. Burada yaşayan herkesin “en az” iki köpeği var. Şehrin mütevazı ve yardımsever insanları, yaşam alanlarına çok saygılı. Doğa, hayvan, insan, herkese ve her şeye yer var. Hem büyük şehirde yaşayayım hem de her yer yemyeşil olsun diyenler için Budapeşte doğru bir yer.

Hristiyanlığı Macaristan’a getiren kral adına yapılan Aziz Istvan Bazilikası kutsal sayıldığından, bu bazilikanın yüksekliği olan 96 metreyi geçecek bina yapılması yasak ve yok da. Bu nedenle, sonradan yapılan parlamento binası muazzam büyüklükte olmasına rağmen, bu binanın yüksekliği de 96 metrede bırakılmış.


Gellert Tepesi
Gellert Tepesi adını, Hristiyanlığı yaymaya çalışırken paganlar tarafından bir fıçıya konulup söz konusu tepeden aşağı atılarak öldürülen bir keşişten alıyor. Bu tepede, şehrin güzel bir manzarasını alabileceğiniz bir park, maalesef vakitsizlikten gidemediğim ünlü Gellert Hamamları (aslında kaplıcaları) ve özgürlük anıtı bulunuyor. Özgürlük anıtı, Rusların şehri Nazilerden kurtarmasının anısına Ruslar tarafından yapılmış; üzerine “Kızıl Ordu” yazılmış ve iki yanına Rus askeri heykelleri konuşmuş. Komünist rejimden sonra ise bu iki asker heykeli kaldırılmış ve yazı “yaşamlarını Macaristan’ın varlığına adayanlar” şeklinde değiştirilmiş.
 

Özgürlük Anıtı
Terör Müzesi
Alman işgali sırasında Nazilerce, Komünist dönemde devlet tarafından kullanılan karakol, baskıyla özdeşleştirildiği için terör müzesi haline getirilmiş.

1981 yılı UNESCO tarafından Atatürk yılı ilan edilmiş. Bu nedenle Cumhurbaşkanlığına giden yolda Atatürk Sokağı bulunuyor. (Tüm dünyada kutlanan Atatürk yılının ülkemizde kutlanmama nedeniyse, 80 darbesi sonrasına denk gelmesiymiş. Atatürk diye diye darbe yapanların Atatürk yılını kutlamamaları da pek ironik).

Orta Avrupa
turunda Budapeşte, Viyana ve Dresden’de olmak üzere üç opera binası gezdim. Aralarında en güzel olanı Budapeşte’dekiydi. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu zamanında Viyana’da ikamet eden kraldan Budapeşte’de de bir opera binası yapılması rica edilmiş. Bu teklifi ilk önce kabul etmeyen kral, sonrasında Viyana’dakinden daha küçük olması şartıyla kabul etmiş. Açılış konserinde ilk kez Budapeşte’deki opera binasına gelen kral 5 dk sonra binayı terk etmiş ve bir daha da hiç
gelmemiş, çünkü Budapeşte Opera Binası’nın ünlü Viyana Opera Binası’ndan daha küçük ama çok daha güzel olmasına bozulmuş. Opera binalarında kraliyet locası sahneyi en iyi gören yer olan en arkada ortada yer alır. Ancak, ünlü Avusturya-Macaristan kraliçesi Sisi ise sahnenin sağına kendisine özel loca yaptırmış ki bu noktadan sahnenin yarısı gözükmüyor. Burayı seçmesinin nedeniyse, herkesin onu görebilmesiymiş. Sisi ile ilgili bir başka anekdotsa, Budapeşte Opera Binası’nda önemli konuklara özel merdiven çok itinayla yapılmış bir odaya açılıyor. Sonradan mimar, o güzel odanın merdivenler çıkılırken görülmediğini fark ettiğinden, hemen merdivenin çıkış noktasına bir ayna yerleştirerek odanın güzelliğinin ortaya çıkmasını sağlamış. Sisi’nin merdivenden çıkınca gördüğü tek şeyse odanın güzelliği değil kendisi olmuş: “Bu aynayı çok sevdim, beni ince gösteriyor”.
 
Hayvanat bahçelerine karşı olmama rağmen, buradaki hayvanat bahçesini gezdim. İstanbul’dakinden daha iyice ama sonuçta yine de bir hayvanat bahçesi ve hayvanların bir kısmı, en azından büyükçe olanları pek de mutlu görünmüyor. Viyana’daki hayvanat bahçesini gezecek vaktim olmadı ama oradaki hayvanların daha mutlu ve oradaki hayvanat bahçesinin örnek bir yer olduğunu duydum. Budapeşte Hayvanat Bahçesinin methini pek duyduğum kelebek odasını ise göremedim, meğer her mevsim açık değilmiş.
 Hem koşturmaktan vaktim kalmadığından, hem de vejetaryenliğim nedeniyle et (özellikle av eti!) sever Orta Avrupa’da yemek sorunu yaşadığımdan, pek bir şey yemedim ama Orta Avrupa’nın diğer şehirlerine göre Budapeşte ağız tadıma daha çok hitap eden bir yerdi. Bira olarak da Dreher ve Ottakringer: Ucuz, hafif ve güzel. Gezici bar denebilecek bir araçta, insanlar bir yandan bira içiyor, bir yandan da pedal çevirip aracı sürerek ve şarkılar söyleyerek şehri dolaşıyorlar. Çevreden kimse rahatsız olmadığı gibi, herkes gülerek ve ellerinde içecek varsa kaldırıp selam vererek onlara karşılık veriyor. Macar geleneksel içkisiyse, içinde yüzde 50 alkol bulunduran “palinka” likörü. Ben armutlusunu denedim, içmeyi başaramadım, oldukça ağır. Girişi ücretli olan ve tahminen farklı üreticilerin palinka’larının ücretsiz olarak denenebileceği palinka festivali de Mayıs ayında. Vaktim kalmadığından ben giremedim. Şimdiye kadar gittiğim her şehirde yemek yemeden gezip fotoğraf çekebildiğim Hard Rock Cafe’yi yemek yemeden gezmeme ve fotoğraf çekmeme burada izin vermediler. Buranın en popüler caddesi olan Vaci Utca’da bulunan Cafe de Paris’te hayatımda yediğim en güzel dondurmayı yedim: Mojito’lu.
likephilanthia
Ne satın alınabilir derseniz, özgün objeler satan iki tane mağazaya denk geldim. Biri, “likephilanthia”; içine girer girmez kendinizi perilerle dolu bir bahçenin bulunduğu bir masalda gibi hissediyorsunuz. Bir şey satın almasanız da, görülmeye değer. Diğeriyse, harika el yapımı bardaklarıyla ve müziğe ilişkin her türlü objesiyle -adını doğru hatırlıyorsam- “blue c'art”. Ayrıca, Budapeşte’nin kırmızı pul biberi ve çiçek işlemeli bluzları ünlü. Hunor Hotel diye şehrin en uç noktasında (bir durak sonra başka şehir var!) bir otelde kaldım. Kötü bir otel olması, otel konuk profilinin berbat olması, kahvaltının erkenden bitmesi ve yenilenmemesi ve masaların temizlenmemesi falan hepsi bir yana, ulaşım çok zor. Aslında tek bir metroya atlayıp gidebilecekken açık biletçi bulmak ve bileti biner binmez okutmanız gerekirken bileti okutacak makineyi bulmak gibi basit görünen bazı zor işlemler var. Çok fazla bilet kontrolü yapılmasına rağmen ben hiçbirine denk gelmemeyi başardım. Bir de, Buda tarafında hava karardıktan sonra taksi bulmak çok zor, Peşte tarafından binin.


Tüm Orta Avrupa boyunca

- Türkiye’dekinin aksine, nehir (Tuna) kenarları çay bahçeleri, oteller, vs. tarafından işgal edilmemiş. Sadece yürüyüş ve bisiklet yolu var. Güzel havalarda da gençler akşamları buralarda toplanıyor ve/veya geziyor.

- Özellikle Budapeşte’de, Türkiye’de diğer çiçeklere nazaran çokça bulunmayan, gelincikler var. 
- “Interchange” döviz ofislerinde kesinlikle para bozdurmayın. İndirim yapıyorlarmış gibi yapıp parayı en düşük kurdan bozuyorlar. 
- Komünist dönemde yapılan banliyö tarzı evleri, öncesinde yapılan dini ve/veya tarihi eserleri, en son döneme ait modern eserleri bir arada görmek mümkün elbette. Ancak, rehberin anlattığına göre, komünist dönem baskı rejimi olması nedeniyle pek iyi anılmasa da, şehrin tüm altyapısını komünistler gayet güzel bir şekilde yapmışlar ve hâlâ da aynı altyapı kullanılmaktaymış. Komünistlerin dini binaları yıkmadığına da dikkat çekmek lazım.
   
*Yaptığım Orta Avrupa turu, Budapeşte (Macaristan), Bratislava (Slovakya), Viyana (Avusturya), Prag ve Karlovy Vary (Çek Cumhuriyeti), Dresden (Almanya) şehirlerinden oluşmaktadır. Yazı boyunca tüm Orta Avrupa ile kastettiğim yerler bu şehirlerdir.

**Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.

12 Nisan 2013 Cuma

“Kesişen Hayatlar” (Krugovi) filmi söyleşisi üzerine

1993 yılında Sırpların yönetimindeki Bosna’da, üç Sırp askerinin -olmadık bir nedenle- bir Müslüman sivili dövmesini gören başka bir Sırp askeri o Müslüman’ı kurtarmak uğruna kendi hayatını feda eder. 2008 yılına gelindiğinde bu olaya müdahil tarafların hayatları üzerinden film ilerler.

Filmi izlemeden önce öğrenmediğime şükrettiğim ve aksi takdirde gözyaşlarıma daha zor hâkim olmama neden olarak yanımda oturan filmi anlamamış teyzeye tüm filmi özetlememi zorlaştıracak kadar beni duygusallaştıracak olan acı gerçek, bu filmin gerçek bir olaydan esinlenilerek çekilmiş olması. Sırp yönetmen Srdan Golubovic, aklında böyle bir film çekmek yokken, Sırbistan’da bir halk kahramanı haline gelen Marko’nun, yani kendini feda eden Sırp askerin hikâyesini duymuş ve yıllardır insanlıkla ilgili olarak anlatmak istediklerine uygun bir kahraman bulduğuna karar verip bu filmi çekmiş.

Ben ne filmi anlatacağım, ne filmi eleştireceğim. Filmin hikâyesi ve meselesi, filmle ilgili tarafsız bir sinema eleştirisi yapmama engel olacak kadar beni etkiledi. Film sonrasında yönetmenle yapılan söyleşiden defterime not edebildiğim kadarıyla yönetmenin görüşlerini ve dolayısıyla filmin ruhunu aktarmaya çalışacağım.

“Yugoslavya’da Hırvatlar, Bosnalılar ve Sırplar olarak üç farklı millettik ama aynı halktık. İç savaş başlamadan önce yan komşumuz hangi milliyetten veya dinden bilmezdik, çünkü bunun bir önemi yoktu. Savaş ilk nasıl başladı hiçbir zaman anlayamadık bile. Ama politikacılar sürekli kavga ediyor ve çok eğitimli olmayan insanları manipüle ediyorlar. Sanat bizi birbirimize bağlayan şey. Dinlerimiz farklı olsa da dillerimiz aynı çünkü. Ben bu filmde, bir Sırp’ın bir Müslüman’ın hayatını kurtarmasını değil, bir insanın komşusunun hayatını kurtarmasını anlattım.”

Film, Sırbistan’da Sırp karşıtı olmakla eleştirilmiş. Yönetmen ise filminin siyasi olmadığını, insanlığı, yani insanlığın iyiliğini ve ilerlemesini savunan bir film olduğunu vurguluyor. Gerçek hayat çoğu kez aksini gösterse de, insanların genel olarak iyi olduğuna ve iyiliğin iyilik doğurduğuna inanmak istiyormuş.

Filmde Müslüman karakter, 2008 yılında ölümle tekrar yüz yüze kaldığında karşı koymuyor, kavga etmiyor. Çünkü ölümün kaderi olduğuna ve zaten vaktiyle Sırp askerin hayatını kurtarmasıyla “ödünç” bir hayat yaşadığına inanıyor. Müslümanları temsil eden karakterin kaderine boyun eğmiş ve sürekli ezilen halinden yola çıkarak da, Sırp yönetmen cesur bir şekilde vaktiyle Müslümanların kurban konumunda olduğunu ve onlara karşı bir insanlık suçu işlendiğini kabul ediyor. Yönetmen, Yugoslavya özelinde şunu söylüyor ki farklı milletlerden oluşan her ülke için, örneğin bizim ülkemiz için de geçerli: “Asıl trajedi şu: Düşmana ihtiyacımız yok. Biz kendimizin düşmanıyız.”

Malum olay, birçok insanın bulunduğu geniş bir meydanda yaşanıyor. Ancak, muhtemelen hayatının son günlerini yaşayan 80’lik amca da dâhil olmak üzere, hiç kimse üç Sırp askerin göz göre göre başka bir Sırp askeri döve döve öldürmesine müdahale etmiyor; ya izliyor ya kafasını çevirip gidiyor. Hem de aynı Sırp asker bir Müslüman’ın hayatını kurtarmışken. Film seyircisini zorlayan bu kanlı sahnede, film sonrası söyleşide anlaşıldığı üzere, seyircilerin tümü bu kayıtsızlığa sinirlenmiş. Yönetmenden bu durumu yorumlaması istendiğinde, yönetmenin yanıtı insancıl değil ama insani. Mesele de, insanın bu doğası zaten: “Savaş zamanı herkes korkuyor. Bu kayıtsızlık onları suçlu yapmaz. Bu kayıtsız insanların tarafında değilim ama onları anlıyorum. Ben o durumda kalsam ne yapardım diye çok düşündüm. İnanın bilmiyorum. Yaparım-ederim demek kolay ama gerçek hayat çok farklı. ‘Ben olsam kayıtsız kalmazdım’ diyenlere de pek inanmıyorum.”

Bu noktada dikkat çekici olan ve beni üzerine düşündüren bir başka şey de, Marko’nun en yakın arkadaşının da olaya yakın bir mesafede olduğu halde kayıtsız kalıp müdahale etmemesi. Filmin ilerleyen sahnelerinde görüleceği üzere, (filmi izlemeyi düşünüyorsanız burayı okumayın!) *Marko’nun dövüldüğünü gören en yakın arkadaşı onun hayatını kurtarmıyor da, Marko’nun babası, oğlunu öldürenin oğlunu kendi oğlu olarak kabul edebiliyor, hatta onun hayatını kurtarmak adına kendi hayatını tehlikeye atabiliyor. Peki, birine insancıl bir şekilde davranmak, o kişiye olan yakınlığımızla mı ilgili, yoksa tanıyıp tanımadığımızdan ilgisiz olarak insancıl olmak içten gelen bir şey mi? Herkesin yanıtı farklı olabilir. Ben, hayata bakışım gereği, ikincisini savunuyorum.
 
Marko’ya yardım etmeyen yakın arkadaşı da çektiği vicdan azabını, beklenmedik ama özünde yerinde bir hareketle gideriyor. Kendisi bir doktor ve Marko'nun katillerinden birinin ameliyatını yapması gerekiyor. Bu ameliyatı yapabilecek tek doktor kendisi ve katilin ameliyattan kurtulma ihtimali yarı yarıya. Önce ameliyatı yapmamayı düşünüyor, ardından da ameliyattan adam ölü çıksa bir ödeşme yaşanacağını aklından geçirdiğini hissediyoruz. Üstelik bu katil, Marko'nun ölümüyle ilgili olarak vicdanının rahat olduğunu da açıkça ifade ediyor. Kendinizi doktorun yerine koyun; çok zor bir durum. Doktor ne yapıyor? “Ben bir insanın (Marko’nun) hayatını kurtarmak için vaktiyle hiçbir şey yapmamıştım. Şimdi de bir insanın (Marko’nun katilinin) ölmesine izin vererek yine bir insanın hayatını kurtarmaktan kaçınacak mıyım?” diye düşünmüş olacak ki katili ameliyat etmeyi kabul ederek ve ameliyattan sağ çıkması için elinden geleni yaparak onun hayatını kurtarıyor.*

Çünkü yönetmenin üzerine basa basa birkaç kez söylediği üzere “önemli olan, unutmamak ama bağışlamak”.

32. İstanbul Film Festivali’nin “İnsan Hakları Yarışması” bölümünde izlediğim ve izleyeceğim başka filmler de var. Oyum şimdilik “Kesişen Hayatlar”a.






15 Aralık 2012 Cumartesi

Kızıl Ağaç

 Bazen gün doğar ve hiç umut getirmez beraberinde

 Ve gitgide kötüleşir her şey

Bir kasvet çöker üstüne

 Kimse anlamaz halinden

 Ne his vardır içinde, ne de mantık

Bazen
Beklersin
Beklersin
Beklersin
Beklersin
Beklersin
Beklersin de
Hiçbir şey olmaz yine de

  Geçip gider yanından tüm güzellikler

Kaçınılmaz gibi görünür korkunç akıbetler

Bazen bilemezsin, ne yapman gerektiğini

Aslında kim olduğunu


Ama işte! 
Birdenbire karşına çıkıverir
Canlı ve parlak
Sessizce beklemektedir seni

Tam da hayal ettiğin gibi.



Not: Sevgili kız kardeşimin bana hediye ettiği kitaptan...

27 Ekim 2012 Cumartesi

Ab-ı Hayat dedikleri Viskiyle gelen Sefa

Ken Loach demek, yoksul hikâyesi demek.

Son filminin konusu ise emekçi sınıfına çok hitap etmeyen ve burjuva içkisi diye bilinegelen viski. Tam da, yoksulluk ile zenginliği aynı potada eritebilme iddiası nedeniyle de film ilgi çekici. Ken Loach izlemenin tadı başkadır ama ne yazık ki, film ikna edemedi hikâyesine, en azından beni.

Filmin açılış sahnesi çok doğru bir yerden başlıyor. Ama sistemi eleştirmesini veya daha sert bir şekilde eleştirmesini beklediğim bu sahne, bana istediğimi veremiyor. İngiltere’de olsun başka bir ülkede olsun, sistemin gençlere şans tanımadığına ilişkin yapılmış onca filmden sonra, çok hafif kalıyor burada aksettirilen sistem ve eleştirisi.

Hastaneden bile içeri alınmayacak, iş görüşmesine bile çağrılmayacak kadar kılıksız olduğu filmce bizzat dikte edilen bu tipler, nasıl böyle rahat rahat “elit” seviyedeki tadım etkinliklerine katılıyor ve hiç yadırganmıyorlar? Ayrıca, bu arkadaşları viskiyle tanıştıran sosyal yardım görevlisi amca, daha bir önceki sahnede onlarla yeni tanışmışken, onları azarlarken ve onlarla hiç samimi görünmezken, birdenbire iyilik meleği kesiliyor ve kol kanat geriyor hepsine. Başı beladan eksik olmayan ana karakteri bile daha ilk anlarda belalılarına karşı savunacak kadar da cüretkâr. Dünya böyle bir yer değil; peri masalları olabilir. Ünlü şarap koleksiyoncusu amcanın, ana karakteri keşfi de şüpheli başka bir durum. Zaten o viski tadım etkinliğinde ana karakterin ön plana çıkması da anlaşılır değil. Viskiyi tadan diğer kişilere fikri sorulmuyor bile. Çok kolaya kaçan geçişler gibi geldi bunlar bana.

Daha da beteri, filmin giriş kısmı o kadar uzun tutulmuş ki gelişme kısmına filmin ikinci yarısının ortasında geliniyor. Hatta “dramatik komedi” türüne ait olduğu bildirilen filmin, kanımca, komik sahneleri de nihayet burada başlıyor. Mona Lisa ile başlayan espri zincirlemesi, bir Cuma akşamı koskoca Beyoğlu sinemasındaki dört seyirciyi de güldürdü en azından.

Filmi izlediğime pişman değilim tabi ki de. Glasgow’lu gençlerin aksanı olsun, Britanya adasının manzaraları olsun, onca viski türünü barındıran toprakları olsun, sinematik anlamda olmasa da çekiyor kendine bir şekilde film. Ama bunun için belgesel veya turistik bir tanıtım da yeterli olurdu sanırım.

‘Kurulu düzende gençler harcanıyor. Hâlbuki, en kayıp görüneni bile kendi içinde bir potansiyel taşıyor’u Ken Loach’tan da duyup umutla dolması bekleniyor seyircinin. Gel gör ki, bu konuda yeni bir şey söylemediği gibi, bir çıkış yolu da sunmuyor ki nasıl umutla dolayım. Günümüz gençlerinin kolaycı zihniyetine uygun bir şekilde, sistemi kendi silahıyla vur diyerek, sistemi değiştirmeyi değil gençleri de eleştirdiği sistemin bir parçası yapmayı çözüm olarak sunuyor. Yoksulun hakkından çalıp çırparak zengin olan sistem bekçileri gibi hırsızlıktan, üçkâğıttan mı geçiyor bu gençlerin kurtuluşu?

Konuyu güzel bağladı mı bağladı. Hatta, mutlu sonundan olacak, sandım ki bir Hollywood filmindeyim. Fazla beklentisi olmayan ortalama bir izleyiciyi veya çözümsüz umut vaatlerini seven iyimserleri mutlu edebilecek bir film.

Neyse ki, adı çok anlamlı. Meleklerin de bir payı olmalı.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Ölüm Yasasına Hayır Pankartları


















































**Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.