*Yazı, kitapla ilgili bazı sürprizleri açık etmektedir.
Hep Aynı Sabaha
Uyandım (2016) ve Muzaffer İzgü Öykü Ödülü’nü alan Bozma Kızın Moralini (2018) adlı öykü kitaplarından sonra yazar
Semra Bülgin’in Kara Kaplı adlı öykü
kitabı Ekim 2021’de Sel Yayıncılık etiketiyle raflarda yerini aldı. Bu yazı ise
kitabı, kadın ve çocuk karakterler üzerinden ele almayı amaçlıyor.
Kitapta yer alan dokuz öykünün ilk bakışta sıradan gibi duran
adları, öykünün meselesini açık etmiyor ve ancak öyküyü okuyup bitirdikten
sonra okurun zihnindeki anlam kümesinde yerini buluyor. Benzer bir şekilde,
çoğu karakter ile adının arasındaki dikkat çekici uyum da özenli bir seçimin
söz konusu olduğunu düşündürüyor.
Açılışı yapan ilk öykünün “Adımı Çaldılar” şeklindeki
göndermesi de bunu destekler nitelikte. Bu ters köşe yapan türden “kadın”
öyküsü, kitaba hâkim tonun da bir göstergesi. Son zamanlarda sosyal medyadaki
çoğu feminist hareketin sıkça başvurduğu “Kadın kadının yurdudur” sloganına şerh
düşen bir hikâye bu: Evin içindeki kadınlar ile ev içlerini sıkıntılı bulan,
evin dışından bir kadının karşılaşması denebilecek hikâyede hemen hemen tüm
kadınlar Suzan’a düşman. Bunun nedeni, Suzan’ın genel normlara uygun olmayışı nedeniyle
“ahlaksız” görülmesi mi, yoksa diğerleri gibi mutsuz bir evliliğe kendisini
hapsetmeden ve kocasını elinde tutmak gibi bir görevin altına girmeden gönlünce
hareket edebilmesi mi? “Şehirdeki pek çok kadın gibi onun da beni yaşamdan
alamadıklarının borçlusu saydığı aşikâr,” (s. 10).
Ahlak demişken; kendisini diğer kadınlarla kıyaslayan,
birbirlerine habis bir merak duyan, kendi hemcinsi için “o kız, yakacak oğlanın
başını” ve “hevesini alsın oğlan, bırakır nasıl olsa” (s. 15) diyerek genç bir
kadının değil de erkeğin yanında yer almayı tercih eden, bir erkekteki tavır
değişikliğinin müsebbibi olarak erkeği değil başka bir kadını gören ve daha
yaşlıca bir kadınla “bu yaşında ne işine yarayacaksa” (s. 16) diye dalga geçen
kadınlar ne kadar ahlaklı ve bu kadınlar mı birbirinin yurdu olacak? Öyküde bir
noktada Suzan’a, Metin’le ilgili ne yapacağı konusunda fikir değiştirten tam da
bu.
“Adımı Çaldılar”
öyküsünün adının sırrı, öykünün ikliminde saklı. Karda kışta ağdacı Gülten’e
giden Suzan, başka bir kadına inat olsun diye onun tam karşısına otururken
“Sobaya yakın olayım, üşüdüm biraz,” diyor (s. 13). Diğer kadın da inadına
“Kötü koktu burası Gülten, biraz cam açsan,” diyor (s. 14). Sıcak ile soğuk
üzerinden adeta zıt kutupların bir çarpışmasına dönüyor buğular içindeki ortam ve
intikam çanları çalıyor sonunda. Suzan bütün hikâye boyunca adından ziyade
“orospu” olarak anılıyor. “Suzan” adıysa ilk anlamıyla “yakan, yakıcı”; ikinci
anlamıyla “ateşli, coşkulu” demek. Öykü de, adının çalınmasına bu mealde başka
bir boyut katan bir sonla kapanıyor.
Bülgin, iğneyi de çuvaldızı da eksik etmeyen ve kendi
anlatıcısıyla dalga geçebilen bir tavırla, kadınlık hallerini politik doğrucu
bir kanala sapmadan doğal bir rahatlıkla kaleme alırken, erkeklik hallerini de
ince gözlemlerle beslediği ifadelerle yeriyor. Kentlilerin ilişkilerine
yoğunlaştığı öykülerinde, kadınların erkeklerle olumsuz deneyimlerini ele alışı
içeriden ama tarafsız. “Konuşmadan Anlaşırız” ve “Bir İhtimal” adlı öykülerde,
başka bir kadınla yaşanan/yaşanmış ilişki aksi yönde bir hareketi telkin
etmesine rağmen anlatıcı kadın, söz konusu erkekle ilişkiye girmekten
kaçınmıyor. Bu iki öyküde dikkat çeken; söz konusu erkek, kadına yönelik
duygusuz tavrını açık ettikten sonra bile, kadının o erkeğin peşini bırakmak
istemeyen, onunla birlikte olma ihtimaline bel bağlayabilen ve romantizmden
ziyade bir zaaf, bir takıntı izlenimi uyandıran hissiyatı.
“Aslında gerçeği duymak istemiyordum. İçimde tek bir şeyin
korkusu vardı. O odadan çıkacağımızın ve bir daha Ozan’ı göremeyeceğimin
korkusu. Telaşla söylenecek bir yalana, onun için önemli olduğumu gösterecek
bir çabaya razıydım,” (“Konuşmadan Anlaşırız”, s. 45).
“Bazen öyle derin bir suçluluk, öyle büyük bir utanç
duyuyorum ki bütün taleplerimden vazgeçip bu savaşı sonlandırmak istiyorum. Bahane!
Direncimi zayıflatan içimden söküp atamadığım ümit. Yeniden Selim’le birlikte
olma ümidi: Onun istediği kadar ve onun istediği zamanda. Başından beri olduğu
gibi,” (“Bir İhtimal”, s. 58).
Bu iki öyküde kadın-erkek ilişkilerine yönelik bu tür bir
perspektif; erkeğin istediğini aldıktan sonra kadını yarı yolda bırakmaktan
çekinmemesini konu edinen salt erkek düşmanı ancak pasif sayılabilecek bir
yaklaşım yerine, eleştiri oklarını kadından da esirgemeyerek hatayı iki cinse paylaştıran
ve kadının da bir durup kendi içine bakarak kendini değiştirme gücü taşıyan bir
eyleme geçmesini salık vermesi şeklinde ele alınabilir.
İlk öykü “Adımı Çaldılar” ile son öykü “Kapıların Ardında” birbirini
bütünleyen hikâyeleri iki farklı bakış açısından anlatıyor: ilkinde çocuksuz
Suzan’ın, öbüründe bir çocuğun ağzından. Böylece, kırgın ve bölünmüş yaşamların
yakası iyi öyküde bir araya gelerek, evin dışı ile evin içi, gerçek bir ev
resmini tamamlıyor. İlk öyküde Suzan’ın sert ve gerçekçi bakış açısı kadar
bildiğimiz bir “ev” kavramı söz konusuyken, son öyküde bir kız çocuğunun
gözünden daha ayrıntılı ve fakat nahif bir anlatımla “ev” ortaya seriliyor. Suzan
içten içe kendisine ait olması gerektiğine inanarak gıpta ettiği normal bir ev
hayatının bir kadın için mutluluk dolu olmadığını tahmin ediyor aslında. Ne var
ki, asıl son öykü, ev içi mutsuzluktan en çok mustarip olanların, ebeveynler
değil çocuklar olduğuna dikkat çekiyor. Ekseriyetle ayrılık, boşanma ve aldatma
temalarının ön plana çıktığı öykülerin bu son öyküyle okura son sözü de sanki
bu. Öykülerin bir kısmında yer alan çocuk karakterler, bu sert soluklu
sayılabilecek öykülere, bir şefkat molası gibi görünen ama öyküleri daha da
derinleştiren kesikler atıyor. Öyküler arasında dolaşan kediler ve köpekler ise
insan ilişkilerinin ötesinde bir masumiyet arayışı gibi. Nitekim kitabın belki
de en ümitvar öyküsü “Eksi Bakiye” de bir hayvan meselesi.
“Adımı Çaldılar”daki görece sıradışı karakterin bile
saklayamadığı çocuk hasreti “Sonsuz”da bir yan konu olmaktan çıkıp öykünün ana
konu koltuğuna oturuyor. Çocuklar, kadınların sahip olamayışıyla, yani
yokluklarıyla var. Anne olamayan bu kadınların hikâyeleri, bedenlerine yönelik ciddi
birer zayiatla sonlanarak adeta bu eksikle var olamayacaklarını imliyor: Kışkırtıcı
bedeniyle tüm erkekleri kapısına dizen Suzan da olsa, kocasının çok “kadın” bulduğu,
kusursuz gördüğü Şükran da olsa –yani güzelliklerine rağmen– bu böyle. Ve
toplumda ayrıksı bir portre çizen Suzan da olsa, evinin kadını olan Şükran da
olsa –yani toplumsal konumlarından bağımsız olarak– bu böyle. Kitaptaki başka
kimi öykü de kadınların ruh halini suçluluk ve utanç gibi kendi içinde baş
edilmesi güç duygularla vererek kadının varoluşunu, kendine yönelik bakışına
bağlıyor gibi görünüyor. “Sonsuz”da bizzat Şükran kendisini eksik ve bu yüzden
kusurlu sayıyor, başkalarının gözünde
kendisini acınası buluyor (öykünün başında da bu tip kişilerin “yaşamayı” hak
etmediğini ima etmişti). Ne var ki, yazarın tam kararında sunduğu yerinde tespitler,
satır aralarına gizlenen toplumsal kodların kadının üzerindeki esas baskı
araçları olduğunu gösteriyor.
Bülgin hem kadını bir birey olarak topluma hâkim bakış
açısından azade konumlandırmıyor, hem öbür kadınların (farklı olan) kadını eksikleştirerek
ötekileştirmesine dikkat çekiyor, hem de bu iki bakış açısını da yedirdiği
genel resimde sistemin ezici ve yıkıcı tavrına karşılık kadının ne kendi
hemcinsine yurt olabilen ne karşı cinsle onu yok etmeden veya yüceltmeden
barışabilen çözümsüz duruşuna işaret ediyor gibi. Bu çözümsüzlük, onu kalıplara
asıl sıkıştıran şey diyor belki de. Yazarın tutumuna Çimen Günay-Erkol’un Tezer
Özlü için kullandığı şu ifade ışık tutabilir: “[…] onu biçimlendiren sistemin
‘erkek egemen’liğinin karşısına ötekiliğini bir ‘kadınlık’ övgüsüne
dönüştürerek çıkmaz; sesini, kadınlığı olumlu, eşitlikçi ve barışçıl bir
alternatif olarak sunarak yükseltmez.” Ve Günay-Erkol, kadınların da sisteme
desteği olduğunu vurgular.[1]
Yazarın, çocuklu kadınları, yani anneleri odağına alan öykülerinde
ise çocuklar, daha doğrusu kız çocukları anneleriyle ilişkileri üzerinden var
oluyor ve öyküde anlatıcı konumuna geçiyor. “Baharlar Soldu”da Betül, annesinin
ölümüyle yüzleşmeye çalışırken annesini, vazgeçmek zorunda kaldıklarının müsebbibi
olarak anıyor. Vazgeçtiklerinden biri de bir kedi. Mezarlıktaki kedi adeta
annesi yüzünden ertelediklerinin bir metaforuna dönüşüyor. Ve annesiyle
vedalaşmak yerine kedinin, yani annesi varken yaşayamadıklarının, belki de yeni
“baharların” peşine düşüyor. Anne-kız ilişkisinde her şey bu kadar siyah-beyaz
mı, yoksa iki tarafa da pay biçen bir yanlış mı var? “Daha pek çok şeyden
vazgeçtim […]. Bunların hiçbirini doğrudan söylemediği halde kendiliğimden
anlayarak kendimden,” (s. 50). Sadece bu cümleden bile anlaşılacağı üzere, anne
ile kızı arasında iletişimsizlik söz konusu.
“Boş Yere”, özünde bir anne-çocuk hikâyesi olmasa da,
“Kendimi bildim bileli anneme benzememek için uğraşıyorum,” cümlesiyle açılıyor
(s. 87). “Sonsuz” ve “Baharlar Soldu”da arzu edilmeyen nitelikteki merhamet duygusu
burada da okurun karşısına çıkıyor; annesinin yoksul, acıklı, merhamet dilenen
hikâyesini devralmak istemiyor anlatıcı. Annesinin, babasıyla tanışmasıyla elde
ettiği mutlu hayat vaadinin hayal kırıklığına dönüşmesi de bu hikâyenin önemli
bir kısmı. Yeşim, annesinin aksine, sadece özel değil iş hayatında da güçlü bir
kadın. Gelgelelim bu, annesinin başına gelenin, onun da başına gelmesini
engelleyemiyor. Ve Yeşim’in aynı duruma verdiği tepkiyi de, yine annesinin
duruşu belirliyor ve annesinin vaktiyle vermediği tepkiyi vermeyi seçiyor.
“Kapıların Ardında” öyküsü de annesiyle birlikte pazara
giden kız çocuğu imgesiyle açılıyor. Çocuk; annesinin sırf bir kadını sevmediği
için o kadına “orospu” dediğini ve annesinin kendisinden beklediği üzere o
kadını sevmiyor gibi davrandığını; annesinin ona başka bir kadını da “orospu”
diye tanıttığını ve kendisinin de –elbette önce annesi tarafından olduğu tahmin
edilebileceği üzere toplumca belletilen şekilde– kıyafeti nedeniyle o kadının “orospu”
oluşunu onayladığını, annesinin kendilerinden farklı bir yaşam tarzına sahip
olan ve hizmet görevini erkeklerin de üstlenebildiği evlerin kadınlarını da “orospu”
diye adlandırdığını bildiriyor. Bir annenin, küçük yaştaki kızına aktardığı
bilgiler, başka kadınları namus üzerinden kodlayan ifadelerden ibaret. Ne var
ki aynı anne, çocuğunun neyle vakit geçirdiğinin farkında bile değil ve ona
yersiz tembihlerde bulunabiliyor. Çocuğun, annesinden bahsederken diğer söyledikleri
de çok iç açıcı değil: annesinin en acıtan yeri bularak kendisini çimdiklemesi,
başka kadınları yerip duran annesi yeni bir kılık deneyince babasının onunla
deliymiş gibi dalga geçtiğinden annesinin acınası duruma düşmesi, annesinin
köpek beslemesine izin vermemesi, annesinin mutsuz olması. Çocuk “Anneler
kızları yanlarında olmazsa çok üzülürmüş, ağlarmış. Amcam dediğine göre
doğrudur,” (s. 105) diyor. Sevip saydığı amcası bunu dememiş olsa belli ki buna
inanmayacak, çünkü annesi onda böyle sevgi dolu bir izlenim bırakmamış. Nitekim
çocuk da, olan ama aslında olmayan bir anne figürüne yanıtını, okumakta olduğu Küçük Kadınlar romanına özenerek veriyor:
“Keşke ben de annemi saçlarımı kesecek kadar sevsem,” (s. 103). Anne çocuğu o
kadar sevmeyince, çocuk da anneyi o kadar sevmiyor. Ancak annenin çocuğu
üzerindeki etkisi bununla da kalmıyor ve çocuk şöyle diyor: “Belki de anne
olmak böyle bir şeydir. Kararlıyım, ben anne olmayacağım,” (s. 108). Yine de
öykünün sonunda çocuk, masumiyeti baskın çıkarırcasına, kendisini ve abisini
umursamayan ve tek derdi arasını kocasıyla iyi tutmakmış gibi duran annesinin
fıkır fıkır güldüğünü duyunca seviniveriyor. Bu öyküdeki baba karakterinin de hiç
sempatik olmadığını ancak ona daha ziyade oğluyla olumsuz ilişkisi üzerinden
yer verildiğini de belirtmeli.
Yazarın, derme çatma bir makam gibi çizdiği annelik, kadınlara yönelik bir itham değil. Harcı; korkuyla, yoklukla, utançla ve suçlulukla karılmış, kendi içlerindeki evlere ne yerleşebilen ne de sığabilen, onları ne yıkabilen ne de onarabilen kadınlardan bahsediyor yazar Semra Bülgin. Çok iyi tanıdığımız, kendimizden veya çevremizden bildiğimiz kadınlar. Mırıltı şeklinde çıkan sesleri çığlığa dönüşürken kadınların kendi iç dünyası ile dış dünya arasındaki uzaklıkla çatışmanın hamurunu yoğuran bu öyküler; birikmiş, ağırlaşmış ve taşınması güçleşmiş yükleri boşaltır gibi. Kara Kaplı, okuru kara kaplı defteri açmaya çağırıyor.
[1]Çimen
Günay-Erkol, Yaralı Erkeklikler,
İletişim Yayınları, İstanbul, 2021.
*Bu yazı ilk olarak Varlık dergisinin 2022 Şubat sayısında yayımlanmıştır.