Ne Paris, ne Roma, ne Barselona; henüz hiç yurtdışına
çıkmamışken benim hayalim Prag’a gitmekti. Bunun nedeni, oraya 4-5 kez gitmiş
olan
teyzemin gezgin işi anlatımları ve kitapları ile ortaokuldayken hayata
bakışımı etkileyerek değiştiren yazar Franz Kafka’nın orada yaşamış olması idi.
Ve tabi ki ilk yurt dışı seyahatim de Prag’a oldu. Prag’a 2
sene arayla 2 kez gittim.
Bana Prag’ı sevdiren, Prag’da aradığımdan fazlasını bulmam
oldu; Prag’da kendimi buldum: Bir yanda kuklaların başı çektiği bir görsel
sanat dünyasının rengârenkliği, diğer yanda Kafka, Charles Köprüsü ve gotik
mimarinin kasveti. Bir yerde hayata tutunmaya umut, diğer yanda hayattan kopmaya
karamsarlık. “Karamsarım ama asla umutsuz değilim” diyene yakışır en çok bu
şehir. Bir de, kitapların ve albümlerin peynir-ekmek gibi sattığı, her adımın sanata çıktığı bir şehir görmek isteyene...
Kafka Müzesi’nde Kafka’nın el yazısıyla kaleme
aldıkları dışında pek bir şey olmasa da, bunların sunumundaki müzik ve
ışıklandırma, Kafka’nın ruhuna o kadar uygun ki etkilenmemek mümkün değil.
Kafka’nın hayatına giren üç kadın hakkında, önceden bilginiz yoksa da, yeterli
bilgiyi burada edinebilirsiniz. Kafka ile ilgili olarak müzeden
edinemeyeceğiniz ama onun hayatının değerlendirilmesi açısından önemli bulduğum
birkaç noktayı da belirteyim. Hem görünüm hem davranış açısından güçlü bir baba
figürünün etkisi altında ezilerek büyüyen Franz Kafka çelimsiz, kolay
rahatsızlanan, görünümünden hiç memnun olmayan ve kompleksli biriymiş. Ayrıca,
memleketinden hiç ayrılmamış olsa da, Kafka eserlerini Çekçe değil Almanca
yazarak kendi ülkesinde de eleştiri oklarının hedefi olmuş. Müzeye dönecek
olursak, müzede fotoğraf çekmek yasak. Zaten ortam da yeterince karanlık. Müze
mağazasındaki ürünlerin çoğunu Prag genelindeki dükkanlarda da bulabilirsiniz,
fiyatlar üç aşağı beş yukarı aynı.
Komünizm Müzesi beni en çok şaşırtan yer oldu. Bu
vakte kadar gezdiğim hiçbir müzede rastlamadığım bir müzecilik tavrı vardı burada.
Burası, adeta bir nefret müzesi; komünizm nefreti. Hatıra niteliğindeki
hediyelik eşyalar bile komünizmi aşağılar nitelikle. Örneğin, burnunu
karıştıran Marks resimli buzdolabı magneti. Bu küçük müzede, özensiz bir düzenleme var ve komünizm çok kötüdür temalı bir
belgesel gösteriliyor. Ülke halklarının geçmişiyle gurur duymamasını
anlayabilirim ama geçmişini bu kadar çok aşağılayan bir müze yaklaşımı görüşüm
ilktir. Ayrıca, Prag’ın bir tepesine vaktiyle komünist rejimin diktirdiği
büyükçe bir heykel indirilip yerine kocaman bir “Tears of Stalin” yazısı
konulmuş. Ancak, Prag’a ikinci gidişimde bu yazının artık orada olmadığını
gördüm. Bunun yerine dengenin simgesi olarak metronom koymuşlar.
Mucha Müzesi’nin yerini çok zor bulduk. Kime sorduysak
bilmemesinden uyanmalıydık; tam bir hayal kırıklığıydı. Eserlerin çoğu başka
müzelerde olduğu için burada çoğu eseri yok. Müze mağazası çalışanları ise
kaba. Ama Mucha’yı sevdiğim için gitmesem pişman olurdum, o ayrı.
Charles Köprüsü, üzerindeki heykellerin kattığı
havadan olacak, şimdiye kadar gördüğüm köprüler arasında beni en çok
etkileyendir. Hristiyanlık temalı bu heykellerden orijinal olan, yani ilk
yapılmış halinde de yer alan heykel sanırım üç taneymiş, diğerleri sonradan
eklenmiş. Köprü üzerindeki bir figür, Türklerin özellikle ilgisini çeker
nitelikte. Bu, köle tüccarı rolündeki Osmanlı figürüdür.
Bu figürün yapılma nedeni, Osmanlı gelip sizi köle yapacak diye halkı
bilinçlendirmek içinmiş. En kötü havada bile köprü hep dolu; turistler,
resim satanlar ve dilencilerle. Dilenciler, utançlarını örtmek için başlarını
öne eğerek dileniyor.
|
|
Çok fazla dini motif barındıran Prag, ironik bir şekilde,
istatistiklere göre en fazla ateistin yaşadığı şehir. Ancak, dini eserlerin hepsi
zarar verilmeden korunmuş durumda; sadece amaçlarına uygun bir şekilde kullanılmıyorlar. İbadet yerine opera
ve konserler için kullanılan kiliseler var, örneğin. En önemli dini yapı ise
Prag’a tepeden bakan St. Vitus Katedrali. Her ayrıntısı ince ince işlenmiş bu katedral, gotik mimarinin en göz alıcı örneklerinin başında geliyor.
Prag’ın en ünlü simgelerinden biri de, Old Town Square’de
bulunan astronomik saat Orloj’dur. Dünyada hâlâ çalışan en eski astronomik saat, hem görsel hem işlevsel olarak büyüleyici. Öyle ki, söylentiye göre, bu saati yapan Hanuš Usta aynı güzellikte bir saati bir daha yapamasın diye, yöneticiler
gözlerini kör etmişler. Bunun üzerine saatçi de saati bozmuş ve kendini saate
asarak/saatin çarklarına atlayarak intihar etmiş. Ancak seneler sonra saati
tamir eden biri çıkabilmiş. Saat, üç bölümden oluşuyor: En üst kısımda, her
saat başı saatin çalmasıyla birlikte döndükleri görülen havari figürleri var.
Orta kısımda, saat küresi var; ibreler, ayın, güneşin ve yıldızların
hareketlerine göre yapılmış. Küredeki çarklardan ilkindeki yıldızlı gösterge
bir yıldız gününde bir kez dönüyor, ikincisi bir güneş gününde bir kez dönüyor,
üçüncüsü ise aya göre hareket ediyormuş. Saatin alt kısmında ise takvim var.
Saatin üzerinde başka ilginç figürler de var. Üst kısımdaki figürler, saatin
yapıldığı yıllarda Prag’ı tehdit eden dört şeyi temsil ediyor: Aynada kendine
bakan, kendini beğenmiş bir kişi figürü, altın kesesi tutan, cimri bir Yahudi
figürü, ölümü simgeleyen bir iskelet figürü ve sefaya düşkünlüğü temsil eden,
çalgıcı Osmanlı figürü. Alt kısımdaki figürler ise erdemleri temsil ediyor: Bir
tarihçi, bir melek, bir gökbilimci, bir filozof. Bu saatin bir benzeri ama bu
kadar güzel olmayanı, Venedik’te de var.
Prag’ın ünlü meydanı Old Town Square
demişken, Jan Hus Anıtı’ndan bahsetmemek olmaz. Jan Hus Anıtı,
baskıcı rejimlere karşı duruşun sembolü. Protestan hareketin öncüsü Rahip Jan
Hus da karşı duruşu nedeniyle zamanının dini otoriterlerince sapkınlıkla
suçlanarak idam edilmiş. Hatta Prag'ın %60’ından fazlasının ateist olmasını,
buna bağlayanlar da var.
|
Jan Hus Anıtı |
Prag’ın modern yüzü olan Wenceslas Meydanı ise ’89
yılında Kadife Devrim’e ev sahipliği yapmış olması açısından önemli. Bu
devrimin izlerine meydanda çok rastlayamadıysak da, olayları
protesto için kendisini yakan öğrencilerin anısına, yanan eller temalı küçük
bir anıt var.
|
Yanan Eller |
Prag'ın pek bilinmeyen güzelliklerinden biriyse, Wallenstein saray bahçesi. Burada bir sanatçı tarafından tasarlanmış yapay bir mağaranın yanı sıra, çeşitli kuşlar ve çiçekler ile bir göl ve bunlara eşlik eden heykeller var. Prag'a tepeden baktığınızda bile görünen ancak ne olduğu pek anlaşılmayan bu mağaraya dikkatlice bakarsanız, insan yüzleri ve hayvan motifleri görmeniz mümkün. Ayrıca, burası ender bulunan bir baykuş türüne de -maalesef kafes içinde- ev sahipliği yapıyor.
Çek Cumhuriyeti’nin ünlü içeceği Becherovka’yı
mutlaka deneyin. 40-50 çeşit baharat ve ot içeriyor, tarçın tadı baskın. %40
oranında alkollü. İlk başta ilaç olarak yapılmış. Ben alkole pek dayanıklı
değilimdir ama nice içiciler gördüm bunu içince bir tuhaf oldular ama seven de
seviyor. Ağzınızdan midenize ulaşana kadar girdap gibi önüne gelen her şeyi
alıp götürüyor ve içinizde ferahlık kaynaklı kocaman bir boşluk bırakıyor gibi.
Ayrıca, Çek Cumhuriyeti’nin yerlileri kendi biralarını kendileri ürettiğinden,
ev yapımı biralar yaygın ve bunlar, sudan daha ucuz. Sudan çok bira tüketilmesi
de bundan. Bir de, siyah biraları var. Siyah bira, bir söylentiye göre, sperm
sayısını düşürdüğünden erkeklere tavsiye edilmiyor.
Dünyanın her yerinde bulunan pizza ve
makarna türlerini saymazsak, av eti yaygın. Maalesef! İlle de et yiyeceğim
diyorsanız, şehir merkezinin biraz dışında bulunan, fiyatları makul, her daim yer ve canlı
müzik bulabileceğiniz, içten bir mekan var: Ukalicha. Hem Ukalicha’nın
hem de Çek Cumhuriyeti’nin simgelerinden biri ise Aslan Asker Şvayk.
Anlatılan o ki, kendisi, savaş karşıtı bir askermiş ve savaşmak yerine sürekli
bira içip dururmuş.
|
Ukalicha |
Prag’da Euro’yu yerel para birimi Kron’a
çevirirseniz hesabınız hiç şaşmaz, çünkü neredeyse TL ile aynı değerde. Hatta
para bozdurabileceğiniz bir Türk mağazası var; rehberle gidecek olursanız,
muhtemelen parayı size orada bozdurtacaktır. Yerini benim anlatmam zor çünkü
merkezde değil. Bilmediğiniz bir yerde para bozduracak olursanız, kazıklanma
ihtimaliniz yüksek. Paranızı size söyledikleri orandan bozmadıklarını ancak
parayı ve fişi geri aldıktan sonra görürsünüz ki bu durumda itiraz etseniz de
lehinize sonuç alma şansınız pek yok. En azından, Prag’da fiyatlar yüksek
değil. Evdeki hesap çarşıya uyabilir.
Prag’da size hesabınızı
şaşırtabilecek tek şey, kuklalar olur. Ucuz kuklalar olduğu gibi -ki bunların
pek bir özelliği yok- fiyatı milyarı bulan, el yapımı ve işçiliği fazla kuklalar da
var. Kukla almasanız da, illa ki bir kukla tiyatrosuna gidin. En sık gösterisi
olanlardan biri, Don Giovanni. Turistik bir etkinlik olduğundan,
beklentinizi yüksek tutmayın. Profesyonel olmasa da, izlemeye değer.
Çek Cumhuriyeti, Almanya’ya komşu
olduğundan, insanları ikinci dil olarak İngilizce değil Almanca biliyor.
Özellikle hafta sonları oldukça fazla Alman öğrenci görmeniz mümkün. Gece
hayatını daha da canlandırıyorlar.
Gençlerin takıldığı nehir kenarındaki
parka giden yolda, John Lennon duvarı var. Komünist rejim esnasında
duvarlar yazı yazan, grafiti yapan karşıt görüşlü gençlerle polis arasında
çatışmalar yaşanmış. Polisler, duvara yazılanları silmiş, gençler yine yazmış
ve bu böylece sürüp gitmiş. Yazılanlar ise barış ve sevgi temalı sözler ile
genel olarak John Lennon’a ait şarkı dizeleri. Sonunda Leninism’e karşı "Lennonism"
çıkmış, bir anlamda. Prag’a ikinci gidişimde, gençlerin duvara yazma işinin
cılkını çıkardıklarını gördüm. Duvarda Lennon’a ait az şey kalmıştı. Prag’a
ikinci gidişimde dikkatimi çeken bir başka nokta da, daha popüler hale gelmiş
ve biraz buna bağlı olarak hatıra eşya ürün çeşitliğinin artmış ve esnafın
gözünün daha açılmış olmasıydı. Masallar şehri diye bilinegelen Prag, hediyelik
eşya konusunda sizi hiç hayalkırıklığına uğratmıyor. Özellikle, funexplosive
mağazalarına bir göz atın derim.
Madem masal dedik, sözlerimi bir Prag masalıyla
sonlandırayım.
Vaktiyle, Prag’da Jehuda Loew ben Bezalel adında bir haham yaşarmış. Kimsenin bilmediği sırları
bilir ve hayatı herkesten daha iyi okurmuş. Yahudilerin çektiği acılardan
dolayı Tanrı’ya yalvarıp dururmuş. Onlara yol göstermesini dilermiş. Sonunda, bir
gün uykusunda bir melek ona görünmüş ve demiş ki “Talihsiz insanları kurtarmak
artık senin elinde. Bu umudun adı, Golem”. Haham, eski kitapları araştırarak bu
sırrı da çözmüş. Yapay bir insan yapacakmış. Bu yapay insan yalnızca hahamın sözünü
dinleyecekmiş. Haham, en güvendiği öğrencileriyle birlikte nehirden kil toplamış
ve kile insan şekli vermişler. Şafak sökerken Golem dünyaya gelmiş. Golem,
hahamın emriyle Yahudi Mahallesi’nin gözcüsü olmuş ve mahallenin güvenliğini
sağlamış. Ancak, güçlü Golem’in yine de boş vakti kalıyormuş. Bir gün, hahamın yardımcısı kadın, hahamdan, Golem’in kendisine kuyudan su taşımasında yardım
etmesini rica etmiş. Golem, böyle hafif işlere alışkın olmadığından, kuyunun
yarısı kadar suyu taşıyıp getirmiş. Meydanın yarısını sel götürmüş. Bir başka
sefer de kendisinden ateş için odun getirmesi istenmiş. Bu kez de, kraliyet
bahçesindeki ağaçları kökleriyle birlikte söküp getirmiş. Golem’in bu kadar
güçlü olduğunu gören üst düzey bir asker de bu durumdan faydalanmak istemiş.
Hahama, Golem karşılığında tüm mal varlığını teklif etmiş. Haham, Golem’in
yanlış ellerde çok tehlikeli olabileceğini fark etmiş. Yardıma muhtaç ve
güvende olmayan insanların iyiliği için çalışan Golem’i kötülüğe karışmaktan
korumak için ne yapabileceğini düşünüp durmuş ve sonunda Golem’i yok etmiş.
Prag’a gidince efsanelere
konu hahamın heykelini aramayı unutmayın.
Prag ile ilgili anlatılacak ve keşfedilecek daha çok şey
var; benden şimdilik bu kadar, gerisini de siz kendiniz gidip görün derim.
|
Dans Eden Ev - Hemen ilerisinde Nazım
Hikmet'in Prag'tayken zaman geçirdiği cafe var |
|
|
|
Sokak o kadar dar ki insanların geçişleri
trafik ışığıyla yönetiliyor |
*Fotoğraflar bana aittir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.