Ama minik kızın yüzü asılır; çünkü, abisi su tabancasıyla civcivleri ıslatmıştır. Ve çünkü minik kız, çizgi filmde mahsuscuktan düşen, yaralanan, acı çeken, ölen her türlü canlıya bile hep ağlamıştır.
11 Ağustos 2013 Pazar
Fotoğraf, kimi zaman sevinci korumaya çalışan bir tür muska.
Ama minik kızın yüzü asılır; çünkü, abisi su tabancasıyla civcivleri ıslatmıştır. Ve çünkü minik kız, çizgi filmde mahsuscuktan düşen, yaralanan, acı çeken, ölen her türlü canlıya bile hep ağlamıştır.
28 Haziran 2013 Cuma
Orta Avrupa* Turunun İlk Ayağı: Yeşil Başkent Budapeşte
Buda ve Peşte |
Budapeşte, Buda ve Peşte adlı iki farklı şehrin
birleşmesiyle oluşmuş. Buda, şehrin daha eski, Peşte ise daha modern yüzünü
temsil ediyor.
Macaristan Parlamentosu |
Kahramanlar Meydanı |
Barışı temsilen |
Av sahnesinden |
Hayatımda gördüğüm en yeşil başkent. Bina ve yeşil alan dağılımı çok dengeli. Her yer park dolu, parklar geniş ve temiz. Kahramanlar Meydanı’nın hemen arkasında bulunan Vajdahunyad Kalesi’nin civarındaki parkta güzel bir göl de var. Burada yaşayan herkesin “en az” iki köpeği var. Şehrin mütevazı ve yardımsever insanları, yaşam alanlarına çok saygılı. Doğa, hayvan, insan, herkese ve her şeye yer var. Hem büyük şehirde yaşayayım hem de her yer yemyeşil olsun diyenler için Budapeşte doğru bir yer.
Hristiyanlığı Macaristan’a getiren kral adına yapılan Aziz Istvan Bazilikası kutsal sayıldığından, bu bazilikanın yüksekliği olan 96 metreyi geçecek bina yapılması yasak ve yok da. Bu nedenle, sonradan yapılan parlamento binası muazzam büyüklükte olmasına rağmen, bu binanın yüksekliği de 96 metrede bırakılmış.
Gellert Tepesi |
Özgürlük Anıtı |
Terör Müzesi |
1981 yılı UNESCO tarafından Atatürk yılı ilan edilmiş. Bu nedenle Cumhurbaşkanlığına giden yolda Atatürk Sokağı bulunuyor. (Tüm dünyada kutlanan Atatürk yılının ülkemizde kutlanmama nedeniyse, 80 darbesi sonrasına denk gelmesiymiş. Atatürk diye diye darbe yapanların Atatürk yılını kutlamamaları da pek ironik).
Orta Avrupa
turunda Budapeşte, Viyana ve Dresden’de olmak üzere üç opera binası gezdim. Aralarında en güzel olanı Budapeşte’dekiydi. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu zamanında Viyana’da ikamet eden kraldan Budapeşte’de de bir opera binası yapılması rica edilmiş. Bu teklifi ilk önce kabul etmeyen kral, sonrasında Viyana’dakinden daha küçük olması şartıyla kabul etmiş. Açılış konserinde ilk kez Budapeşte’deki opera binasına gelen kral 5 dk sonra binayı terk etmiş ve bir daha da hiç gelmemiş, çünkü Budapeşte Opera Binası’nın ünlü Viyana Opera Binası’ndan daha küçük ama çok daha güzel olmasına bozulmuş. Opera binalarında kraliyet locası sahneyi en iyi gören yer olan en arkada ortada yer alır. Ancak, ünlü Avusturya-Macaristan kraliçesi Sisi ise sahnenin sağına kendisine özel loca yaptırmış ki bu noktadan sahnenin yarısı gözükmüyor. Burayı seçmesinin nedeniyse, herkesin onu görebilmesiymiş. Sisi ile ilgili bir başka anekdotsa, Budapeşte Opera Binası’nda önemli konuklara özel merdiven çok itinayla yapılmış bir odaya açılıyor. Sonradan mimar, o güzel odanın merdivenler çıkılırken görülmediğini fark ettiğinden, hemen merdivenin çıkış noktasına bir ayna yerleştirerek odanın güzelliğinin ortaya çıkmasını sağlamış. Sisi’nin merdivenden çıkınca gördüğü tek şeyse odanın güzelliği değil kendisi olmuş: “Bu aynayı çok sevdim, beni ince gösteriyor”.
Hayvanat bahçelerine karşı olmama rağmen, buradaki hayvanat bahçesini gezdim. İstanbul’dakinden daha iyice ama sonuçta yine de bir hayvanat bahçesi ve hayvanların bir kısmı, en azından büyükçe olanları pek de mutlu görünmüyor. Viyana’daki hayvanat bahçesini gezecek vaktim olmadı ama oradaki hayvanların daha mutlu ve oradaki hayvanat bahçesinin örnek bir yer olduğunu duydum. Budapeşte Hayvanat Bahçesinin methini pek duyduğum kelebek odasını ise göremedim, meğer her mevsim açık değilmiş.
Hem koşturmaktan vaktim kalmadığından, hem de vejetaryenliğim nedeniyle et (özellikle av eti!) sever Orta Avrupa’da yemek sorunu yaşadığımdan, pek bir şey yemedim ama Orta Avrupa’nın diğer şehirlerine göre Budapeşte ağız tadıma daha çok hitap eden bir yerdi. Bira olarak da Dreher ve Ottakringer: Ucuz, hafif ve güzel. Gezici bar denebilecek bir araçta, insanlar bir yandan bira içiyor, bir yandan da pedal çevirip aracı sürerek ve şarkılar söyleyerek şehri dolaşıyorlar. Çevreden kimse rahatsız olmadığı gibi, herkes gülerek ve ellerinde içecek varsa kaldırıp selam vererek onlara karşılık veriyor. Macar geleneksel içkisiyse, içinde yüzde 50 alkol bulunduran “palinka” likörü. Ben armutlusunu denedim, içmeyi başaramadım, oldukça ağır. Girişi ücretli olan ve tahminen farklı üreticilerin palinka’larının ücretsiz olarak denenebileceği palinka festivali de Mayıs ayında. Vaktim kalmadığından ben giremedim. Şimdiye kadar gittiğim her şehirde yemek yemeden gezip fotoğraf çekebildiğim Hard Rock Cafe’yi yemek yemeden gezmeme ve fotoğraf çekmeme burada izin vermediler. Buranın en popüler caddesi olan Vaci Utca’da bulunan Cafe de Paris’te hayatımda yediğim en güzel dondurmayı yedim: Mojito’lu.
likephilanthia |
Tüm Orta Avrupa boyunca
- Türkiye’dekinin aksine, nehir (Tuna) kenarları çay bahçeleri, oteller, vs. tarafından işgal edilmemiş. Sadece yürüyüş ve bisiklet yolu var. Güzel havalarda da gençler akşamları buralarda toplanıyor ve/veya geziyor.
- Özellikle Budapeşte’de, Türkiye’de diğer çiçeklere nazaran çokça bulunmayan, gelincikler var.
- “Interchange” döviz ofislerinde kesinlikle para bozdurmayın. İndirim yapıyorlarmış gibi yapıp parayı en düşük kurdan bozuyorlar.
- Komünist dönemde yapılan banliyö tarzı evleri, öncesinde yapılan dini ve/veya tarihi eserleri, en son döneme ait modern eserleri bir arada görmek mümkün elbette. Ancak, rehberin anlattığına göre, komünist dönem baskı rejimi olması nedeniyle pek iyi anılmasa da, şehrin tüm altyapısını komünistler gayet güzel bir şekilde yapmışlar ve hâlâ da aynı altyapı kullanılmaktaymış. Komünistlerin dini binaları yıkmadığına da dikkat çekmek lazım.
*Yaptığım Orta Avrupa
turu, Budapeşte (Macaristan), Bratislava (Slovakya), Viyana (Avusturya), Prag
ve Karlovy Vary (Çek Cumhuriyeti), Dresden (Almanya) şehirlerinden oluşmaktadır.
Yazı boyunca tüm Orta Avrupa ile kastettiğim yerler bu şehirlerdir.
**Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.
**Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.
12 Nisan 2013 Cuma
“Kesişen Hayatlar” (Krugovi) filmi söyleşisi üzerine
1993 yılında Sırpların yönetimindeki Bosna’da, üç Sırp
askerinin -olmadık bir nedenle- bir Müslüman sivili dövmesini gören
başka bir
Sırp askeri o Müslüman’ı kurtarmak uğruna kendi hayatını feda eder. 2008
yılına gelindiğinde bu olaya müdahil tarafların hayatları üzerinden
film ilerler.
Bu noktada dikkat çekici olan ve beni üzerine düşündüren bir
başka şey de, Marko’nun en yakın arkadaşının da olaya yakın bir mesafede olduğu
halde kayıtsız kalıp müdahale etmemesi. Filmin ilerleyen sahnelerinde
görüleceği üzere, (filmi izlemeyi düşünüyorsanız burayı okumayın!) *Marko’nun dövüldüğünü
gören en yakın arkadaşı onun hayatını kurtarmıyor da, Marko’nun babası, oğlunu
öldürenin oğlunu kendi oğlu olarak kabul edebiliyor, hatta onun hayatını
kurtarmak adına kendi hayatını tehlikeye atabiliyor. Peki, birine insancıl bir şekilde
davranmak, o kişiye olan yakınlığımızla mı ilgili, yoksa tanıyıp
tanımadığımızdan ilgisiz olarak insancıl olmak içten gelen bir şey mi? Herkesin
yanıtı farklı olabilir. Ben, hayata bakışım gereği, ikincisini savunuyorum.
Filmi izlemeden önce öğrenmediğime şükrettiğim ve aksi takdirde
gözyaşlarıma daha zor hâkim olmama neden olarak yanımda oturan filmi anlamamış
teyzeye tüm filmi özetlememi zorlaştıracak kadar beni duygusallaştıracak olan
acı gerçek, bu filmin gerçek bir olaydan esinlenilerek çekilmiş olması. Sırp
yönetmen Srdan Golubovic, aklında böyle bir film çekmek yokken, Sırbistan’da
bir halk kahramanı haline gelen Marko’nun, yani kendini feda eden Sırp askerin
hikâyesini duymuş ve yıllardır insanlıkla ilgili olarak anlatmak istediklerine
uygun bir kahraman bulduğuna karar verip bu filmi çekmiş.
Ben ne filmi anlatacağım, ne filmi eleştireceğim. Filmin hikâyesi
ve meselesi, filmle ilgili tarafsız bir sinema eleştirisi yapmama engel olacak
kadar beni etkiledi. Film sonrasında yönetmenle yapılan söyleşiden defterime
not edebildiğim kadarıyla yönetmenin görüşlerini ve dolayısıyla filmin ruhunu
aktarmaya çalışacağım.
“Yugoslavya’da Hırvatlar, Bosnalılar ve Sırplar olarak üç
farklı millettik ama aynı halktık. İç savaş başlamadan önce yan komşumuz hangi
milliyetten veya dinden bilmezdik, çünkü bunun bir önemi yoktu. Savaş ilk nasıl
başladı hiçbir zaman anlayamadık bile. Ama politikacılar sürekli kavga ediyor ve
çok eğitimli olmayan insanları manipüle ediyorlar. Sanat bizi birbirimize bağlayan
şey. Dinlerimiz farklı olsa da dillerimiz aynı çünkü. Ben bu filmde, bir Sırp’ın
bir Müslüman’ın hayatını kurtarmasını değil, bir insanın komşusunun hayatını
kurtarmasını anlattım.”
Film, Sırbistan’da Sırp karşıtı olmakla eleştirilmiş. Yönetmen
ise filminin siyasi olmadığını, insanlığı, yani insanlığın iyiliğini ve
ilerlemesini savunan bir film olduğunu vurguluyor. Gerçek hayat çoğu kez aksini
gösterse de, insanların genel olarak iyi olduğuna ve iyiliğin iyilik
doğurduğuna inanmak istiyormuş.
Filmde Müslüman karakter, 2008 yılında ölümle tekrar yüz
yüze kaldığında karşı koymuyor, kavga etmiyor. Çünkü ölümün kaderi olduğuna ve
zaten vaktiyle Sırp askerin hayatını kurtarmasıyla “ödünç” bir hayat yaşadığına
inanıyor. Müslümanları temsil eden karakterin kaderine boyun eğmiş ve sürekli
ezilen halinden yola çıkarak da, Sırp yönetmen cesur bir şekilde vaktiyle Müslümanların
kurban konumunda olduğunu ve onlara karşı bir insanlık suçu işlendiğini kabul
ediyor. Yönetmen, Yugoslavya özelinde şunu söylüyor ki farklı milletlerden
oluşan her ülke için, örneğin bizim ülkemiz için de geçerli: “Asıl trajedi şu:
Düşmana ihtiyacımız yok. Biz kendimizin düşmanıyız.”
Malum olay, birçok insanın bulunduğu geniş bir meydanda
yaşanıyor. Ancak, muhtemelen hayatının son günlerini yaşayan 80’lik amca da dâhil
olmak üzere, hiç kimse üç Sırp askerin göz göre göre başka bir Sırp askeri döve
döve öldürmesine müdahale etmiyor; ya izliyor ya kafasını çevirip gidiyor. Hem
de aynı Sırp asker bir Müslüman’ın hayatını kurtarmışken. Film seyircisini
zorlayan bu kanlı sahnede, film sonrası söyleşide anlaşıldığı üzere, seyircilerin
tümü bu kayıtsızlığa sinirlenmiş. Yönetmenden bu durumu yorumlaması
istendiğinde, yönetmenin yanıtı insancıl değil ama insani. Mesele de, insanın
bu doğası zaten: “Savaş zamanı herkes korkuyor. Bu kayıtsızlık onları suçlu
yapmaz. Bu kayıtsız insanların tarafında değilim ama onları anlıyorum. Ben o
durumda kalsam ne yapardım diye çok düşündüm. İnanın bilmiyorum. Yaparım-ederim demek kolay
ama gerçek hayat çok farklı. ‘Ben olsam kayıtsız kalmazdım’ diyenlere de pek
inanmıyorum.”
Marko’ya yardım etmeyen yakın
arkadaşı da çektiği vicdan azabını, beklenmedik ama özünde yerinde bir
hareketle gideriyor. Kendisi bir doktor ve Marko'nun katillerinden birinin
ameliyatını yapması gerekiyor. Bu ameliyatı yapabilecek tek doktor kendisi ve
katilin ameliyattan kurtulma ihtimali yarı yarıya. Önce ameliyatı yapmamayı düşünüyor,
ardından da ameliyattan adam ölü çıksa bir ödeşme yaşanacağını aklından geçirdiğini
hissediyoruz. Üstelik bu katil, Marko'nun ölümüyle ilgili olarak vicdanının
rahat olduğunu da açıkça ifade ediyor. Kendinizi doktorun yerine koyun; çok zor
bir durum. Doktor ne yapıyor? “Ben bir insanın (Marko’nun) hayatını
kurtarmak için vaktiyle hiçbir şey yapmamıştım. Şimdi de bir insanın (Marko’nun
katilinin) ölmesine izin vererek yine bir insanın hayatını kurtarmaktan kaçınacak
mıyım?” diye düşünmüş olacak ki katili ameliyat etmeyi kabul ederek ve ameliyattan sağ çıkması
için elinden geleni yaparak onun hayatını kurtarıyor.*
Çünkü yönetmenin üzerine basa basa birkaç kez söylediği
üzere “önemli olan, unutmamak ama bağışlamak”.
32. İstanbul Film Festivali’nin “İnsan Hakları Yarışması”
bölümünde izlediğim ve izleyeceğim başka filmler de var. Oyum
şimdilik “Kesişen Hayatlar”a.
15 Aralık 2012 Cumartesi
Kızıl Ağaç
Bazen gün doğar ve hiç umut getirmez beraberinde
Ve gitgide kötüleşir her şey
Bir kasvet çöker üstüne
Kimse anlamaz halinden
Ne his vardır içinde, ne de mantık
Bazen
Beklersin
Beklersin
Beklersin
Beklersin
Beklersin
Beklersin de
Hiçbir şey olmaz yine de
Geçip gider yanından tüm güzellikler
Kaçınılmaz gibi görünür korkunç akıbetler
Bazen bilemezsin, ne yapman gerektiğini
Aslında kim olduğunu
Ama işte!
Birdenbire karşına çıkıverir
Canlı ve parlak
Sessizce beklemektedir seni
Tam da hayal ettiğin gibi.
Not: Sevgili kız kardeşimin bana hediye ettiği kitaptan...
27 Ekim 2012 Cumartesi
Ab-ı Hayat dedikleri Viskiyle gelen Sefa
Ken Loach demek, yoksul hikâyesi demek.
Son filminin konusu ise emekçi sınıfına çok hitap etmeyen ve
burjuva içkisi diye bilinegelen viski. Tam da, yoksulluk ile zenginliği aynı
potada eritebilme iddiası nedeniyle de film ilgi çekici. Ken Loach izlemenin
tadı başkadır ama ne yazık ki, film ikna edemedi hikâyesine, en azından beni.
Filmin açılış sahnesi çok doğru bir yerden başlıyor. Ama
sistemi eleştirmesini veya daha sert bir şekilde eleştirmesini beklediğim bu sahne,
bana istediğimi veremiyor. İngiltere’de olsun başka bir ülkede olsun, sistemin
gençlere şans tanımadığına ilişkin yapılmış onca filmden sonra, çok hafif
kalıyor burada aksettirilen sistem ve eleştirisi.
Hastaneden bile içeri alınmayacak, iş görüşmesine bile çağrılmayacak
kadar kılıksız olduğu filmce bizzat dikte edilen bu tipler, nasıl böyle rahat
rahat “elit” seviyedeki tadım etkinliklerine katılıyor ve hiç yadırganmıyorlar?
Ayrıca, bu arkadaşları viskiyle tanıştıran sosyal yardım görevlisi amca, daha
bir önceki sahnede onlarla yeni tanışmışken, onları azarlarken ve onlarla hiç
samimi görünmezken, birdenbire iyilik meleği kesiliyor ve kol kanat geriyor
hepsine. Başı beladan eksik olmayan ana karakteri bile daha ilk anlarda
belalılarına karşı savunacak kadar da cüretkâr. Dünya böyle bir yer değil; peri
masalları olabilir. Ünlü şarap koleksiyoncusu amcanın, ana karakteri keşfi de
şüpheli başka bir durum. Zaten o viski tadım etkinliğinde ana karakterin ön
plana çıkması da anlaşılır değil. Viskiyi tadan diğer kişilere fikri sorulmuyor
bile. Çok kolaya kaçan geçişler gibi geldi bunlar bana.
Daha da beteri, filmin giriş kısmı o kadar uzun tutulmuş ki
gelişme kısmına filmin ikinci yarısının ortasında geliniyor. Hatta “dramatik
komedi” türüne ait olduğu bildirilen filmin, kanımca, komik sahneleri de nihayet burada
başlıyor. Mona Lisa ile başlayan espri zincirlemesi, bir Cuma akşamı koskoca
Beyoğlu sinemasındaki dört seyirciyi de güldürdü en azından.
Filmi izlediğime pişman değilim tabi ki de. Glasgow’lu
gençlerin aksanı olsun, Britanya adasının manzaraları olsun, onca viski türünü
barındıran toprakları olsun, sinematik anlamda olmasa da çekiyor kendine bir
şekilde film. Ama bunun için belgesel veya turistik bir tanıtım da yeterli olurdu
sanırım.
‘Kurulu düzende gençler harcanıyor. Hâlbuki, en kayıp
görüneni bile kendi içinde bir potansiyel taşıyor’u Ken Loach’tan da duyup
umutla dolması bekleniyor seyircinin. Gel gör ki, bu konuda yeni bir şey
söylemediği gibi, bir çıkış yolu da sunmuyor ki nasıl umutla dolayım. Günümüz
gençlerinin kolaycı zihniyetine uygun bir şekilde, sistemi kendi silahıyla vur
diyerek, sistemi değiştirmeyi değil gençleri de eleştirdiği sistemin bir
parçası yapmayı çözüm olarak sunuyor. Yoksulun hakkından çalıp çırparak zengin
olan sistem bekçileri gibi hırsızlıktan, üçkâğıttan mı geçiyor bu gençlerin
kurtuluşu?
Konuyu güzel bağladı mı bağladı. Hatta, mutlu sonundan olacak, sandım ki bir Hollywood filmindeyim. Fazla beklentisi olmayan ortalama bir izleyiciyi veya çözümsüz umut vaatlerini seven iyimserleri mutlu edebilecek bir film.
Neyse ki, adı çok anlamlı. Meleklerin de bir payı olmalı.
1 Ekim 2012 Pazartesi
Ölüm Yasasına Hayır Pankartları
**Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)