8 Temmuz 2014 Salı

İskandinavya Masal Yolu

Eskiden seyahat güzergâhımı masallar belirlerdi, ama geze geze her yerden bir masal çıkarmayı öğrendim. Gittiğim her yerde oraya ait en az bir masal öğrendim. Böyle böyle, eskiden sadece Türkiye’den topladığım masal kitaplarımın sınırlarını da genişletmiş oldum.


Stockholm


İskandinavya bölgesine yaptığım seyahate İsveç’in başkenti Stockholm ile başlarken, Stockholm’de ilk nereyi ziyaret edeceğimi çok iyi biliyordum. Uzun Çoraplı Pippi’ye, aslında yazarı Astrid Lindgren’e adanmış bir çocuk müzesi olan Junibacken. Yazar, ilk başta Uzun Çoraplı Pippi’yi hasta yatan kızını eğlendirmek ve muhtemelen ona moral vermek için uydurmuş, çünkü Pippi’nin en önemli özelliği, dünyadaki en güçlü çocuk olması. Müzeye, bizim dışımızda yanında çocuk olmadan giren kimse görmediysem de, sırf masal simülasyonunun içinde trenle gezmek için bile her yetişkine de müzeyi ziyaret etmesini öneririm. Bir yandan istediğiniz dilde anlatılan upuzun bir masalı dinlerken, diğer yandan da masalın canlandırıldığı sahnelerin bazen yanından trenle geçiyor, bazen üzerinden uçuyorsunuz. Ve bu öyle bir masal ki karşınıza bazen bir Viking, bazen bir fare çıkıyor; kendinizi bazen dağda, bazen ormanda, bazen kalabalık bir bahçede buluyorsunuz; bazen bir yaramazlığa, bazen bir savaşa, bazen bir rüyaya ortak oluyorsunuz. Bu masalın içinde gezme imkânı bulmanız ümidiyle, masalı anlatıp sürprizi bozmayacağım. Masalın anlatıldığı, Astrid Lindgren ve Marit Törnqvist imzalı The Story Journey adlı kitabı da müze kitapçısında bulmak mümkün.

Simülasyondan

 
Kitaptan (çalışma odama benziyor biraz :))



Oslo

The Troll Hunt - Ivar Rodningen

Oslo’ya geçtiğimizde, Norveç’in yüksek ağaçlarla kaplı dağlarında yaşadığına inanılan, saftirik ve iyi niyetli ama korkunç görünümlü Trol’lerden başka bir masal bulmayı beklemiyordum. Tam da hiç ummadığım bir yerde karşıma çıktı:
Oslo Rådhus (Oslo Belediye Binası). Belediye Binası’nın avlusundaki duvarlarda, tahtadan oyulmuş rengarenk 16 kabartma var. Her birinde, Norveç tarihine dair mitolojik bir efsane anlatılıyor. Bu eserlerin mimarı, ressam ve heykeltıraş Dagfin Werenskiold (1892-1977). Bereketi vurgulamak amacıyla parlak renkler kullandığı kabartmaları 30 cm kalınlığındaki budaksız çamdan yapmış ve bir kabartmayı yaklaşık yarım yılda bitirebilmiş. Bu görsel şairin ilkeleri denge, uyum ve doğallıkmış.



Norveç mitolojisine göre, ilk kadın Embla ve ilk erkek Ask, yaygın dini inanışların aksine topraktan değil ağaçtan yaratılıyor. Tanrı Odin onlara ruh, Tanrı Hone onlara canlılık ve Tanrı Lodur onlara kan ve renk veriyor. Üç Tanrının ilk insanları yaratmak üzere seçtikleri iki ağacın özelliği ise “kader sahibi olmamaları”.

Norn'lar

Tanrılar ile insanların kaderinden sorumlu olan peri benzeri dişi canlılara Norn deniyor. Cenneti ve dünyayı birbirine bağlayan Bifrost adlı gökkuşağı köprüsünden yürüyen Norn’ların görevi, bir insan öldüğünde ve doğduğunda onun yanında bulunmaları.
Başlıca Norn’lar olan Urd (geçmiş zaman), Verdande (şimdiki zaman) ve Skuld (gelecek) kader kuyusundan su çekerek dokuz dünyanın bağlı olduğu Yggdrasil adlı kutsal dişbudak ağacını suluyor. Yaşamın devam etmesi için ağacın yapraklarının kurumaması gerek.

Sincap araya kaçmış :)
Dördüncüsü nerede bilmiyorum
Bu ağaçta ise üç tür hayvan yaşıyor: Dünya canavarlarına karşı ağacı koruyan, ağacın köklerinde yaşayan ve ağacın köklerini kemirerek temizleyen Nidhogg adlı ejderha; ağacın tepesindeki adsız bir kartal ile kartalın da tepesinde Vedrfolnir adlı bir doğan; Dáinn, Dvalinn, Duneyrr and Duraþrór adlı dört erkek geyik. Geyik sayısının dört olmasını, dört mevsime, dört elemente ve ayın dört haline yoranlar var.

En bilinegelen mitoloji olan Yunan mitolojisinde Tanrı ile insan arasındaki ilişkiler konu edilirken, Norveç mitolojisindeyse Tanrı ile devler arasındaki ilişkilerden bahsediliyor. Örneğin, meyveleri ve evcil hayvanları koruyan Froy adındaki Tanrı, dişi dev Gerd’e aşık olmuş. Aşkından yiyip içemez, uyuyamaz olmuş ve nihayet tanışıp evlenmişler.
Froy ile Gerd

Frigg, Tanrı Odin’in karısı ve dokuz dünyadan biri olan Asgard’ın kraliçesi. Frigg’in özelliği geleceği bilmesi ancak söylememesi. Ayrıca, Frigg, İngilizce’de Cuma günü anlamına gelen “Friday” kelimesinin etimolojik kökeni. Frigg kelimesinin anlamıysa “aşk, sevilen kadın”. Evli kadın ve anne olması özelliğiyle ön plana çıkan Frigg’e üzünç kaynağını da yine bu özelliği getirmiş. Yaşayan her canlı şeye, masumiyet ve acıma Tanrısı olan oğlu Balder’e zarar vermemesi için söz verdirttiyse de, ökse otu yemin edemeyecek kadar küçük bir canlı diye ondan söz almamış ve ökse otu da oğlunun ölüm nedeni olmuş.

Balder'in öldürülmesi

Paganizme dayalı Norveç mitolojisinde, h
âliyle doğa, en çok da ağaç önemli bir yer tutuyor. Bu efsanelerin ilham kaynağı da Norveç’in haşmetli ağaçları ve nefes kesici doğası olsa gerek. 


Kopenhag


Oslo’dan sonra İsveç’in diğer üç büyük şehri olan Karlstad, Malmö ve Göteborg’a geçtiysek de, buralarda masallara pek vakit kalmadı. Bu nedenle, Hans Christian Andersen’in memleketi Danimarka’nın başkenti Kopenhag’la devam ediyorum. Andersen’i benim nazarımda diğer masal yazarlarından ayıran yanı, masallarının hüzünlü olması. Bilinen masallardan çoğu hep mutsuz bitiyor; örneğin, Kibritçi Kız (Yoksul ve yalnız kibritçi kız bir yılbaşı gecesi ölür), Küçük Deniz Kızı (Aşkı uğruna her şeyden vazgeçer ama ona asla kavuşamaz), Kurşun Asker (Tek ayağı yoktur ve aslında dansettiği için tek ayağı üzerinde duran balerine aşık olur ve sonunda ikisi de yanarak can verir). Sonu iyi biten masalları olsa da, masallarının çoğuna karamsarlık hakim (Örneğin, Çirkin Ördek Yavrusu mutlu sonla bağlanır ama annesi tarafından bile sevilmeyen bir ördeğin öyküsüdür bu).

Geleneksel olarak anlatılagelen çoğu masaldaki klasik konuların ve karakterlerin aksine, Andersen’in masallarındaki hep bir “öteki” olma durumu söz konusu. Zaten Andersen’in masalları ilk yayınlandığında, acıklı ve dokunaklı olduğu için pek tutulmamış ve çocuklara uygun olmadığı gerekçesiyle eleştirilmiş. Andersen’in masallarındaki kederin kaynağı da, kendi hayatı olsa gerek. Aşık olduğu insanlarca reddedildiği gibi, gerçek babasının bir kral olduğu söylentisi nedeniyle gerçek babası tarafından da reddedilmiş olabileceği, çocukken cinsel tacize uğramış olabileceği, yaşça kendisinden çok daha küçük çocuklarla aynı sınıfa alındığı, buna rağmen okuma güçlüğü çektiğinden küçük görüldüğü, çeşitli tuhaf takıntılarının olduğu, insanların hem yüzüne karşı hem de arkasından onunla dalga geçtiği, son yıllarını yapayalnız geçirdiği yönündeki bilgiler de Andersen’in hayatının pek kolay olmadığını gösteriyor. Öldüğünde ise göğsünün üzerinde duran kesede bir aşk mektubu bulunmuş.

Kibritçi Kız masalından bir sahne


Parmak Kız masalından bir sahne

Kopenhag’da Andersen’in izlerini takip edecek olursanız, deniz kızı masalına atfen deniz kıyısındaki kayalıklardan birinin üzerine iliştirilmiş ve Kopenhag’ın simgesi haline gelmiş küçük deniz kızı heykeli var. Kralın Bahçesi diye bilinen Rosenborg Sarayı’nın bahçesinde bir tane, küçük bir harikalar diyarı olan Tivoli Bahçeleri’nin karşısında, Belediye Binası’nın yanında bir tane ve Masal Evinde bir tane olmak üzere üç Andersen heykeli var. Belediye Binası’nın diğer yanındaki Andersen Eventyrhuset adlı masal evinde, Andersen’in masallarını seçtiğiniz üç dilden birinde dinliyor ve kısa birkaç sahne eşliğinde de izliyorsunuz. Andersen Müzesi ise Kopenhag’ta değil, doğduğu şehir olan Odense’de bulunuyor. Masalları en fazla dile çevrilen yazar olan Andersen hakkında, daha doğrusu masalları hakkında Kopenhag'ta umduğum kadar çok şey bulamadığımı da belirteyim.


Daha çocukken insan dolu bir yalnızlığa adım atan Andersen'in "Her insanın hayatı bir peri masalıdır" demesi bu durumla tezat mı? Sanırım değil. Geçirdiği zor zamanlara rağmen, hatta tam da geçirdiği zor zamanlar yüzünden, hayal dünyasını canlı tutarak kendisine güç vermiş, ilk masallarını kendisi için uydurmuş olmalı. Belki de, yalnızlığın kaldırma kuvvetidir bu.

Her yetişkin içten içe öfkeli değil mi, elinden alınan çocukluğu karşısında? Biraz da çocukluğun bittiği hissedildiğinden değil mi, anne-baba ölünce üzülmeler bile? Çocukluk, kayıp bir cennet, sonsuza dek kaçırılmış bir fırsat gibi. Ama masallar bitmedi. Anlattığımız veya anlatılan her masal, içimizdeki çocuğu besleyecek. 

Bir şairin dediği gibi, "dünyaya masalını düşmeye gelirmiş insan". 


*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.


7 Haziran 2014 Cumartesi

Benim Meskenim Dağlardır Dağlar: Norveç Fiyortları


İskandinavya seyahatine başlamadan önce, baş karakterlerin ağaçlar olduğu bir öykü yazmayı deniyordum. Bulabildiğim her tür ağacın yanı başında otururken söyleyebileceklerine kulak vererek yazıyordum. Ama öykü bir türlü bitmedi; olduğu kadarı, duyduğumu sandığım kadarı beni tatmin etmedi. Öyküyü defterimde, o defterimi evde bırakıp düştüm yollara sonra. Bir yerlerine yazmıştım, "Tabiatın sırrına erenin aklı yerinde durmaz" diye. Fiyortları gezerken bir sırra erdim mi gerçekten, Türkiye'ye döndüğümden beri her şey bu nedenle mi daha anlamsız, bilmiyorum. Belki gerçekten aklımı yitirmişimdir veya bir ihtimal, Fiyortlarda bırakmışımdır. Kalan aklımda yalnız şu var: Biz insanlar, doğa oryantalisti gibi bir şey olmuşuz. Tabiatı manzara yaparız, inceleriz, tabiattan yararlanırız ama tabiatın bir parçası olamayız. Medeniyet ve doğa birbirine zıt şeyler çünkü. Bizler, medeniyetin parçasıyız, üzerimizde kıyafet olmasından bile belli bu. Bizler tabiatın dilini anlayamayız. Tabiatın insana söyleyeceği bir şey yok. Tabiatın sırrını asla öğrenemeyeceğiz. Bir tilki, bir sincap, bir ayı, bir geyik gibi mazhar olamayız. Bizler, artık, doğaya değil betona aitiz.

Evet, yine de, benim meskenim dağlardır dağlar, diyorum. Belki, günün birinde bir dağ bulurum kavuşacak. İki yabancı gibi, sırlarımız kendimizde, ben ona sırtımı dayarım, o bana kucağını açar.

Lafı yine uzattım. Size Fiyortlardan bahsedecektim. Aslında, söylenecek bir şey yok, görülecek çok şey var.


Otobüsle Fiyortlar






Feribotla Fiyortlar









Ve bazı insanlar bu doğa harikasında yaşayacak kadar şanslılar. Farkındalar mıdır acaba?





Dağ Treniyle Fiyortlar





*Fotoğraflar tarafımca çekilmiştir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.

8 Mayıs 2014 Perşembe

Hem Karanlık Hem Rengârenk bir Masal: Prag




Ne Paris, ne Roma, ne Barselona; henüz hiç yurtdışına çıkmamışken benim hayalim Prag’a gitmekti. Bunun nedeni, oraya 4-5 kez gitmiş olan teyzemin gezgin işi anlatımları ve kitapları ile ortaokuldayken hayata bakışımı etkileyerek değiştiren yazar Franz Kafka’nın orada yaşamış olması idi. 


Ve tabi ki ilk yurt dışı seyahatim de Prag’a oldu. Prag’a 2 sene arayla 2 kez gittim.
Bana Prag’ı sevdiren, Prag’da aradığımdan fazlasını bulmam oldu; Prag’da kendimi buldum: Bir yanda kuklaların başı çektiği bir görsel sanat dünyasının rengârenkliği, diğer yanda Kafka, Charles Köprüsü ve gotik mimarinin kasveti. Bir yerde hayata tutunmaya umut, diğer yanda hayattan kopmaya karamsarlık. “Karamsarım ama asla umutsuz değilim” diyene yakışır en çok bu şehir. Bir de, kitapların ve albümlerin peynir-ekmek gibi sattığı, her adımın sanata çıktığı bir şehir görmek isteyene...



Kafka Müzesi’nde Kafka’nın el yazısıyla kaleme aldıkları dışında pek bir şey olmasa da, bunların sunumundaki müzik ve ışıklandırma, Kafka’nın ruhuna o kadar uygun ki etkilenmemek mümkün değil. Kafka’nın hayatına giren üç kadın hakkında, önceden bilginiz yoksa da, yeterli bilgiyi burada edinebilirsiniz. Kafka ile ilgili olarak müzeden edinemeyeceğiniz ama onun hayatının değerlendirilmesi açısından önemli bulduğum birkaç noktayı da belirteyim. Hem görünüm hem davranış açısından güçlü bir baba figürünün etkisi altında ezilerek büyüyen Franz Kafka çelimsiz, kolay rahatsızlanan, görünümünden hiç memnun olmayan ve kompleksli biriymiş. Ayrıca, memleketinden hiç ayrılmamış olsa da, Kafka eserlerini Çekçe değil Almanca yazarak kendi ülkesinde de eleştiri oklarının hedefi olmuş. Müzeye dönecek olursak, müzede fotoğraf çekmek yasak. Zaten ortam da yeterince karanlık. Müze mağazasındaki ürünlerin çoğunu Prag genelindeki dükkanlarda da bulabilirsiniz, fiyatlar üç aşağı beş yukarı aynı.


Komünizm Müzesi beni en çok şaşırtan yer oldu. Bu vakte kadar gezdiğim hiçbir müzede rastlamadığım bir müzecilik tavrı vardı burada. Burası, adeta bir nefret müzesi; komünizm nefreti. Hatıra niteliğindeki hediyelik eşyalar bile komünizmi aşağılar nitelikle. Örneğin, burnunu karıştıran Marks resimli buzdolabı magneti. Bu küçük müzede, özensiz bir düzenleme var ve komünizm çok kötüdür temalı bir belgesel gösteriliyor. Ülke halklarının geçmişiyle gurur duymamasını anlayabilirim ama geçmişini bu kadar çok aşağılayan bir müze yaklaşımı görüşüm ilktir. Ayrıca, Prag’ın bir tepesine vaktiyle komünist rejimin diktirdiği büyükçe bir heykel indirilip yerine kocaman bir “Tears of Stalin” yazısı konulmuş. Ancak, Prag’a ikinci gidişimde bu yazının artık orada olmadığını gördüm. Bunun yerine dengenin simgesi olarak metronom koymuşlar.


Mucha Müzesi’nin yerini çok zor bulduk. Kime sorduysak bilmemesinden uyanmalıydık; tam bir hayal kırıklığıydı. Eserlerin çoğu başka müzelerde olduğu için burada çoğu eseri yok. Müze mağazası çalışanları ise kaba. Ama Mucha’yı sevdiğim için gitmesem pişman olurdum, o ayrı.

Charles Köprüsü, üzerindeki heykellerin kattığı havadan olacak, şimdiye kadar gördüğüm köprüler arasında beni en çok etkileyendir. Hristiyanlık temalı bu heykellerden orijinal olan, yani ilk yapılmış halinde de yer alan heykel sanırım üç taneymiş, diğerleri sonradan eklenmiş. Köprü üzerindeki bir figür, Türklerin özellikle ilgisini çeker nitelikte. Bu, köle tüccarı rolündeki Osmanlı figürüdür. Bu figürün yapılma nedeni, Osmanlı gelip sizi köle yapacak diye halkı bilinçlendirmek içinmiş. En kötü havada bile köprü hep dolu; turistler, resim satanlar ve dilencilerle. Dilenciler, utançlarını örtmek için başlarını öne eğerek dileniyor.



Çok fazla dini motif barındıran Prag, ironik bir şekilde, istatistiklere göre en fazla ateistin yaşadığı şehir. Ancak, dini eserlerin hepsi zarar verilmeden korunmuş durumda; sadece amaçlarına uygun bir şekilde kullanılmıyorlar. İbadet yerine opera ve konserler için kullanılan kiliseler var, örneğin. En önemli dini yapı ise Prag’a tepeden bakan St. Vitus Katedrali. Her ayrıntısı ince ince işlenmiş bu katedral, gotik mimarinin en göz alıcı örneklerinin başında geliyor.




Prag’ın en ünlü simgelerinden biri de, Old Town Square’de bulunan astronomik saat Orloj’dur. Dünyada hâlâ çalışan en eski astronomik saat, hem görsel hem işlevsel olarak büyüleyici. Öyle ki, söylentiye göre, bu saati yapan Hanuš Usta aynı güzellikte bir saati bir daha yapamasın diye, yöneticiler gözlerini kör etmişler. Bunun üzerine saatçi de saati bozmuş ve kendini saate asarak/saatin çarklarına atlayarak intihar etmiş. Ancak seneler sonra saati tamir eden biri çıkabilmiş. Saat, üç bölümden oluşuyor: En üst kısımda, her saat başı saatin çalmasıyla birlikte döndükleri görülen havari figürleri var. Orta kısımda, saat küresi var; ibreler, ayın, güneşin ve yıldızların hareketlerine göre yapılmış. Küredeki çarklardan ilkindeki yıldızlı gösterge bir yıldız gününde bir kez dönüyor, ikincisi bir güneş gününde bir kez dönüyor, üçüncüsü ise aya göre hareket ediyormuş. Saatin alt kısmında ise takvim var. Saatin üzerinde başka ilginç figürler de var. Üst kısımdaki figürler, saatin yapıldığı yıllarda Prag’ı tehdit eden dört şeyi temsil ediyor: Aynada kendine bakan, kendini beğenmiş bir kişi figürü, altın kesesi tutan, cimri bir Yahudi figürü, ölümü simgeleyen bir iskelet figürü ve sefaya düşkünlüğü temsil eden, çalgıcı Osmanlı figürü. Alt kısımdaki figürler ise erdemleri temsil ediyor: Bir tarihçi, bir melek, bir gökbilimci, bir filozof. Bu saatin bir benzeri ama bu kadar güzel olmayanı, Venedik’te de var.




Prag’ın ünlü meydanı Old Town Square demişken, Jan Hus Anıtı’ndan bahsetmemek olmaz. Jan Hus Anıtı, baskıcı rejimlere karşı duruşun sembolü. Protestan hareketin öncüsü Rahip Jan Hus da karşı duruşu nedeniyle zamanının dini otoriterlerince sapkınlıkla suçlanarak idam edilmiş. Hatta Prag'ın %60’ından fazlasının ateist olmasını, buna bağlayanlar da var.

Jan Hus Anıtı

Prag’ın modern yüzü olan Wenceslas Meydanı ise ’89 yılında Kadife Devrim’e ev sahipliği yapmış olması açısından önemli. Bu devrimin izlerine meydanda çok rastlayamadıysak da, olayları protesto için kendisini yakan öğrencilerin anısına, yanan eller temalı küçük bir anıt var.

Yanan Eller

Prag'ın pek bilinmeyen güzelliklerinden biriyse,
Wallenstein saray bahçesi. Burada bir sanatçı tarafından tasarlanmış yapay bir mağaranın yanı sıra, çeşitli kuşlar ve çiçekler ile bir göl ve bunlara eşlik eden heykeller var. Prag'a tepeden baktığınızda bile görünen ancak ne olduğu pek anlaşılmayan bu mağaraya dikkatlice bakarsanız, insan yüzleri ve hayvan motifleri görmeniz mümkün. Ayrıca, burası ender bulunan bir baykuş türüne de -maalesef kafes içinde- ev sahipliği yapıyor.



Çek Cumhuriyeti’nin ünlü içeceği Becherovka’yı mutlaka deneyin. 40-50 çeşit baharat ve ot içeriyor, tarçın tadı baskın. %40 oranında alkollü. İlk başta ilaç olarak yapılmış. Ben alkole pek dayanıklı değilimdir ama nice içiciler gördüm bunu içince bir tuhaf oldular ama seven de seviyor. Ağzınızdan midenize ulaşana kadar girdap gibi önüne gelen her şeyi alıp götürüyor ve içinizde ferahlık kaynaklı kocaman bir boşluk bırakıyor gibi. Ayrıca, Çek Cumhuriyeti’nin yerlileri kendi biralarını kendileri ürettiğinden, ev yapımı biralar yaygın ve bunlar, sudan daha ucuz. Sudan çok bira tüketilmesi de bundan. Bir de, siyah biraları var. Siyah bira, bir söylentiye göre, sperm sayısını düşürdüğünden erkeklere tavsiye edilmiyor.

Dünyanın her yerinde bulunan pizza ve makarna türlerini saymazsak, av eti yaygın. Maalesef! İlle de et yiyeceğim diyorsanız, şehir merkezinin biraz dışında bulunan, fiyatları makul, her daim yer ve canlı müzik bulabileceğiniz, içten bir mekan var: Ukalicha. Hem Ukalicha’nın hem de Çek Cumhuriyeti’nin simgelerinden biri ise Aslan Asker Şvayk. Anlatılan o ki, kendisi, savaş karşıtı bir askermiş ve savaşmak yerine sürekli bira içip dururmuş.

Ukalicha

Prag’da Euro’yu yerel para birimi Kron’a çevirirseniz hesabınız hiç şaşmaz, çünkü neredeyse TL ile aynı değerde. Hatta para bozdurabileceğiniz bir Türk mağazası var; rehberle gidecek olursanız, muhtemelen parayı size orada bozdurtacaktır. Yerini benim anlatmam zor çünkü merkezde değil. Bilmediğiniz bir yerde para bozduracak olursanız, kazıklanma ihtimaliniz yüksek. Paranızı size söyledikleri orandan bozmadıklarını ancak parayı ve fişi geri aldıktan sonra görürsünüz ki bu durumda itiraz etseniz de lehinize sonuç alma şansınız pek yok. En azından, Prag’da fiyatlar yüksek değil. Evdeki hesap çarşıya uyabilir. 


Prag’da size hesabınızı şaşırtabilecek tek şey, kuklalar olur. Ucuz kuklalar olduğu gibi -ki bunların pek bir özelliği yok- fiyatı milyarı bulan, el yapımı ve işçiliği fazla kuklalar da var. Kukla almasanız da, illa ki bir kukla tiyatrosuna gidin. En sık gösterisi olanlardan biri, Don Giovanni. Turistik bir etkinlik olduğundan, beklentinizi yüksek tutmayın. Profesyonel olmasa da, izlemeye değer. 





 


Çek Cumhuriyeti, Almanya’ya komşu olduğundan, insanları ikinci dil olarak İngilizce değil Almanca biliyor. Özellikle hafta sonları oldukça fazla Alman öğrenci görmeniz mümkün. Gece hayatını daha da canlandırıyorlar.

Gençlerin takıldığı nehir kenarındaki parka giden yolda, John Lennon duvarı var. Komünist rejim esnasında duvarlar yazı yazan, grafiti yapan karşıt görüşlü gençlerle polis arasında çatışmalar yaşanmış. Polisler, duvara yazılanları silmiş, gençler yine yazmış ve bu böylece sürüp gitmiş. Yazılanlar ise barış ve sevgi temalı sözler ile genel olarak John Lennon’a ait şarkı dizeleri. Sonunda Leninism’e karşı "Lennonism" çıkmış, bir anlamda. Prag’a ikinci gidişimde, gençlerin duvara yazma işinin cılkını çıkardıklarını gördüm. Duvarda Lennon’a ait az şey kalmıştı. Prag’a ikinci gidişimde dikkatimi çeken bir başka nokta da, daha popüler hale gelmiş ve biraz buna bağlı olarak hatıra eşya ürün çeşitliğinin artmış ve esnafın gözünün daha açılmış olmasıydı. Masallar şehri diye bilinegelen Prag, hediyelik eşya konusunda sizi hiç hayalkırıklığına uğratmıyor. Özellikle, funexplosive mağazalarına bir göz atın derim.









Madem masal dedik, sözlerimi bir Prag masalıyla sonlandırayım.

Vaktiyle, Prag’da Jehuda Loew ben Bezalel adında bir haham yaşarmış. Kimsenin bilmediği sırları bilir ve hayatı herkesten daha iyi okurmuş. Yahudilerin çektiği acılardan dolayı Tanrı’ya yalvarıp dururmuş. Onlara yol göstermesini dilermiş. Sonunda, bir gün uykusunda bir melek ona görünmüş ve demiş ki “Talihsiz insanları kurtarmak artık senin elinde. Bu umudun adı, Golem”. Haham, eski kitapları araştırarak bu sırrı da çözmüş. Yapay bir insan yapacakmış. Bu yapay insan yalnızca hahamın sözünü dinleyecekmiş. Haham, en güvendiği öğrencileriyle birlikte nehirden kil toplamış ve kile insan şekli vermişler. Şafak sökerken Golem dünyaya gelmiş. Golem, hahamın emriyle Yahudi Mahallesi’nin gözcüsü olmuş ve mahallenin güvenliğini sağlamış. Ancak, güçlü Golem’in yine de boş vakti kalıyormuş. Bir gün, hahamın yardımcısı kadın, hahamdan, Golem’in kendisine kuyudan su taşımasında yardım etmesini rica etmiş. Golem, böyle hafif işlere alışkın olmadığından, kuyunun yarısı kadar suyu taşıyıp getirmiş. Meydanın yarısını sel götürmüş. Bir başka sefer de kendisinden ateş için odun getirmesi istenmiş. Bu kez de, kraliyet bahçesindeki ağaçları kökleriyle birlikte söküp getirmiş. Golem’in bu kadar güçlü olduğunu gören üst düzey bir asker de bu durumdan faydalanmak istemiş. Hahama, Golem karşılığında tüm mal varlığını teklif etmiş. Haham, Golem’in yanlış ellerde çok tehlikeli olabileceğini fark etmiş. Yardıma muhtaç ve güvende olmayan insanların iyiliği için çalışan Golem’i kötülüğe karışmaktan korumak için ne yapabileceğini düşünüp durmuş ve sonunda Golem’i yok etmiş.

Prag’a gidince efsanelere konu hahamın heykelini aramayı unutmayın.

Prag ile ilgili anlatılacak ve keşfedilecek daha çok şey var; benden şimdilik bu kadar, gerisini de siz kendiniz gidip görün derim.

Dans Eden Ev - Hemen ilerisinde Nazım
Hikmet'in Prag'tayken zaman geçirdiği cafe var


Sokak o kadar dar ki insanların geçişleri
trafik ışığıyla yönetiliyor

*Fotoğraflar bana aittir. Fotoğrafların üzerine tıklayarak daha büyük görüntüleyebilirsiniz.