Son iki senede izlediğim yerli filmler ve diziler o kadar kötüydü ki, Emin Alper’in Kurak Günler filmine çok kötü demek büyük bir haksızlık olur. Ama beni hem ideolojik duruşuyla hem içerdiği boşluklarla hayalkırıklığına uğrattığını inkâr edemem.
İnsanları ya iyi ya kötü şeklinde çizen
karikatürize bir bakış açısının ürünü bu film ile Tepenin Ardı gibi usta işi bir eserin aynı yönetmenden çıktığına
inanmak zor. Kurak Günler’in tematik
açıdan Tepenin Ardı’nın devamı niteliğinde
olabileceğini, tepenin ardında kalan yani görünmez olan şiddetin bu filmde
izleyiciye tepenin ardını göstererek görünür hale geleceğini, dört bir yanı
saran bir şiddete tanıklık edeceğimizi tahmin etmiştim. Ancak bunu yaparken, Türkiye’deki
toplumsal kutuplaşmayı eleştirmek şöyle dursun, ona hizmet eden bir film olmuş.
Ve biz enteller de, elbette AKP karşıtı duruşumuzla taraf oluyor ve muhafazakâr
köylüye tükaka, ezilen aydına yazık, diyoruz. Oysa, AKP’yi başa getiren
koşulları hazırlayan da bu bakış açısı değil miydi? Sanırım hiç ders çıkaramamışız.
Ayrıca film pat diye bitiveriyor; hızlı oluşu
nedeniyle zor kurulan bağlantı bir yana, filmin aydına önerisi kaçmak mı, yoksa
obruk gibi bir mucize beklemek mi? Hakkımızı arayınca olmuyorsa, zora gelince, başka
bir ülkeye mi kaçalım? Yoksa dışarıdan bir el kurtarsın mı bizi? gibi sorular
dolaşıyor aklımda. Bir araya gelip örgütlensek mesela olmaz mı? Sanırım bu bir
seçenek bile değil. Çünkü kasabada seçim olduğuna göre, en az iki siyasi parti
yarışıyor olmalı ama ne hikmetse, kasabada gazeteci dışında muhalif partinin
bir üyesi yok gibi bir tablo çizilmiş. Bir de, her şey, seçimin sonucuna
bağlıysa seçim böyle geçiştirilmeli miydi? Söz konusu bir film olduğundan
sürenin kısıtlı olduğunu tahmin edebiliyoruz ama işte bu noktada, yönetmen de
zekâsını ve yeteneğini konuşturarak bir çözüm bulabilirdi.
Başrollerdeki Selahattin Paşalı ve Ekin Koç’un
sürekli övülen oyunculuklarını iyi bulmadım. Gazeteci rolündeki Koç manken
gibi, niteliksiz bir dizinin karakteri gibi bir bakış ve duruş sergiliyor.
Özellikle ilk bölümde Erol Babaoğlu’nun oyunculuğunu beğenmiştim ama hikâyenin
gidişatı ve verilme şekli yüzünden bir zaman sonra onun oyunculuğu bile
inandırıcılığını yitirdi. Zaten genel olarak insanlar arasındaki ilişkinin iyi
verilemediğini, eşcinselliğin fazla belirsiz bırakıldığını, ilişkinin zorlama
ve halkın tepkisinin aşırı olduğunu, ortaya çıkan düşmanlığın, lincin
arkasındaki motivasyonun yetersiz kaldığını düşünüyorum.
Bazı sahneler, skeç olmaktan öteye geçememiş.
Doğrudan anlatım bir tercih olabilir ama bu kadar kör göze parmak olması şart
mıydı? Zaten Alper bir röportajında şöyle demiş: “Doğrudan olsun, açık olsun istedim. Hiç öyle kaygılarım
olmadı açıkçası. Bu biraz diğer filmlerime kıyasla daha lafını söyleme filmi
olduğu için, o konuda dilimin özel bir inceliği ve zarafeti olsun diye çok
düşünmedim.” Lafı söyleme filmi ne demek? Tepenin
Ardı, lafını söylemiyor muydu? Çok da güzel söylüyordu, hem de bu kadar
göze sokmadan, geveze olmadan.
Bu senenin favorisi üç film Kerr, Karanlık Gece, Kurak Günler
ve üçünün ortak noktası obruklar. Şu anda en az bir öğrenci Türkiye’nin
geçmişiyle yüzleşmesini Çağdaş Türk Sineması’nda obruklar üzerinden okuyan bir
makale yazıyor olmalı. Belirli dönemlerde ülke sinemaları da belirli bir konuya
odaklanıyor ama böyle aynı metaforda buluştukları nadirdir sanırım. Obruk yani
çukur deyince aklıma Dario Fo’nun sözü geliyor: “Başımız dik yürüyoruz çünkü
boğazımıza kadar boka battık.”
Ancak, son senelerde sadece izlediğim yerli
filmlere değil okuduğum yerli kitaplara da (hatta ikisi hakkında yazmıştım, bkz.
Kadastrocu, bkz. Bozlak) benzer bir tema hâkim: Gerçeğin üstünün örtülmesi, suçun
örtbas edilmesi. Faili meçhuller aydınlatılmadığı, susanlar konuşmadığı, adalet
yerini bulmadığı sürece bir yüz yıl daha aynı hikâyeyi anlatırız.
Ve faili meçhul suçların konu edinildiği bu
filmler ve kitaplar hep taşrada geçiyor. Neden kentte değil de taşrada? Kent
çok medeni de, taşra mı hep suçlu? Burada da yine başta bahsettiğim şeye
dönüyorum. Aydınlar olarak, toplumu kentli ve köylü diye ayırıp, kendimizi
kentli olarak taşralılıktan, köylülükten azade konumlamayı tercih ediyorsak
şayet, hadi ben demeyeyim de Nazım Hikmet desin: “Kabahatin çoğu senin canım
kardeşim”
NOT: Bu bir film incelemesi değil. 2022 Aralık'ta sinemadan çıktığımda kâğıda döktüğüm anlık hislerimden ibaret. Film Netflix'e geldi diye de tekrar izlemeyeceğim.