Deniz: Bugün 9 üzerine doğaçlama sohbet etmek istiyoruz. Fazla vaktinizi almadan başlayalım. Bir röportaj gibi olmasından ziyade, üçümüzün ortak bir sohbeti olarak konumlandırmaya çalışalım istiyoruz elimizden geldiğince.
Ümit: Buyrun.
Deniz: Ben şöyle bir başlangıç yapayım: 9’u ilk izlediğimde “Müthiş bir içerik-biçim uyumu” dediğimi hatırlıyorum. Bu sohbet için tekrar izlediğimde de ağzımdan, istemsiz, aynı cümle döküldü. Hikâye ile anlatım biçimi müthiş bir uyum içerisinde.
Ümit: Teşekkür ederim. Burada biçim, içerik birlikte gelişti. Birbirini doğurdu.
Gizem: İçerik ve biçim uyumunu biraz açmak ister misin, Deniz?
Deniz: Evet, bu film özelinde bunun oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. 9’un sinema yapmak isteyenleri de yüreklendiren bir yanı olduğu kanaatindeyim. Girift bir hikâye var ancak bu çok yalın bir teknikle anlatılmış. Burada “birbirini doğurdu”dan kastınız nedir Ümit Bey? Çıkış noktasını biraz açabilir misiniz?
Ümit: 1996’da reklam şirketinde çalışıyordum. İKSV festivalleri için tanıtım filmleri hazırlıyorduk, bir kısmını ben çekiyordum. Tiyatro Festivali için bir film çekmiştik. Oyuncular hazır bir ışığın altına gelip bize çeşitli “masklar” yaratmışlardı. Sonra bu filmin bir de uzun versiyonunu kurguladım. Onu kurgularken insan yüzünün ne kadar etkili olduğunu gördüm. Yakın plan insan yüzlerinden oluşan bir film hayal ettim. Bu nasıl bir hikâye olabilir diye düşünürken cinayet sorgusu fikri çıktı. Oradan 9‘a vardım. Bir de bu filmlerin bazısını bütçe azlığı yüzünden video çekip 35’e basıyorduk. Bu tekniği uygulamayı öğrenince uzun metraja uygulayabileceğimi düşündüm. O sırada Türkiye’de hiç denenmemişti, yurt dışında örnekleri vardı. Filmi video estetiği ile oluşturmayı hayal ettim. Hikâye de ona göre şekillendi.
Deniz: Tam da bu nedenle, müthiş bir içerik-biçim uyumu olduğunu düşünüyorum ben de. Hikâye ve biçim birbirine etle tırnak gibi bağlı burada.
Ümit: Sinemada maliyet getiren şeylerin başında mekân değişikliği gelir, küçük bütçeli film yapmak isteyen yönetmenler genelde tek mekânda geçen filmlere yönelirler. Ancak tek mekân her zaman düşük bütçenin garantisi olmayabilir. Tek mekânda geçen bir film de karmaşık mizansen ve kamera hareketleri, özel ışıklar, efektler vb. içeriyorsa oldukça pahalıya gelebilir. Benim derdim küçük bütçeli bir film yapmak ama film kalitesi konusunda hiç bir şeyden fedakarlık etmemekti. Bu nedenle, tek mekân içinde kadrajı da teke indirdim. Filmi tek mekân, tek kadraj ve tek sorgu ışığı altında bir film olarak tasarladım.
Deniz: Kimi zaman “kısıtlar”ın yaratıcılığı kamçıladığını düşünüyorum; Tarkovski’nin onca sansür altında birçok şaheser yaratması bunun bir kanıtı sanırım. 9’un da bu anlamda kısıtlardan beslenerek kısıtları aşan bir film olduğu kanaatindeyim.
Ümit: Evet. Yoksunluktan bir üslup çıkarma denemesi diyebiliriz.
Deniz: Filmin detaylarına geçmeden önce, sizin sinema bakışınızla ilgili bir soru sormak istiyorum: Gerek 9’u gerekse Sofra Sırları’nı izlerken sahnelerin ustalıkla birbirine bağlandığını ve estetik dilin bir anlatı unsuru olarak filmde yer aldığını gördüm. Bunun birincil sebebi, senaryoların kuvveti. Sinemaya bir senarist olarak başladınız; peki bugün sinemanızda başat öğenin hâlâ senaryo olduğunu söyleyebilir miyiz?
Ümit: Evet senaryo benim için hâlâ bir çıkış noktası. Senaryosuz film çekmeyi pek hayal edemiyorum. Ama 9‘u yazarken bildiğim yöntemleri kullanmadım. Senaryoyu bildiğim ve alıştığım yöntemlerin tersine, hiçbir plan, tretman kurmadan yazdım. Arada ilerisi için notlar alıyordum ama özet hikâye yoktu. Senaryo sadece diyaloglar üzerine kuruluydu. Diyaloglar geliştikçe silip yeniden yazarak, herşeyi yazı sırasında keşfederek senaryoyu oluşturdum. İlk yazım bir buçuk ay kadar sürdü. Sağlı sollu, aksiyon/diyalog yazımını da terketmiştim. Çok az görsel tanım vardı. Senaryonun çoğu sadece diyalogtan oluşuyordu.
Gizem: Biçimin, içeriği ortaya koymak açısından oldukça önemli olduğunu düşünsem de, tıpkı filmde bir replikte Firuz’un da dediği gibi, bu hikâye nereye çekersek oraya gidiyor mu sizce? Yani, anlattığınız farklı okumalara açık bir hikâye mi? Aslında şunu da merak ediyorum. Film, yönetmeninden çıktıktan sonra artık izleyicisine mi ait? Sizin ne anlatmaya çalıştığınızdan ziyade izleyicinin ne anladığı mı önemli?
Ümit: Bu bir anlatı tekniği. Farklı bakış açılarından hikâye oluşturmak. Filmin sonunu açık uçlu bırakmak da bir tercih. Ama aslında dikkatli seyirci açık olmadığını, benim belirgin bir katil ile yola çıktığımı anlayacaktır. Yani aslında seyirciye bırakıyormuş gibi yaparken, temelde yine seyirciyi yönlendiren, sağlam dramatik kurgulu bir metin var. 9’da bir puzzle yapısı kurmak istedim. Hani düz bakınca bir şeye, çevirip tersten bakınca başka bir şeye benzeyen çizimler vardır. Bakış açınıza göre yaşlı bir kadın ya da genç bir kız olur. Tıpkı 9 rakamının 6 olabilmesi gibi. Nereden, hangi taraftan bakılırsa onun anlaşılabileceği bir yapı. Elinizde çevirebileceğiniz üç boyutlu bir biblo hayal edin, her çevirişte başka bir şeye benzesin. 9’da bunu hedefledim. Filmde hemen hemen her soru cevaplanır, biri dışında: Katil kim? Katil baktığınız açıya göre değişebilir. Katilin kim olduğu, filmin yazarı olarak, benim bakış açımdan çok belirgin. Ama başka bir açıdan bakan bir seyirci, filmdeki karakterlerden herhangi birini katil sanabilir. Bütün uçları açık bıraktım.
Gizem: Farklı bakış açılarından anlatılan hikâye aklıma Adı Vasfiye filmini getirmişti.
Ümit: Evet. Sinemada, romanda çok örneği bulunabilir. Ben 9‘u çekmeden önce seyretmemiştim ama birçok yerde Raşomon (Kurosawa) ile karşılaştırıldı.
Deniz: “Katil kim? Katil baktığınız açıya göre değişebilir. Katilin kim olduğu, filmin yazarı olarak, benim bakış açımdan çok belirgin. Ama başka bir açıdan bakan bir seyirci, filmdeki karakterlerden herhangi birini katil sanabilir. Bütün uçları açık bıraktım.” Ben filmin gücünün biraz da bu düşüncede yattığını düşünüyorum. Zira evet, “ucu açık” olmasına rağmen, sizin de belirttiğiniz gibi, arka planda ince ince kurgulanmış bir senaryo olduğu hissediliyor.
Gizem: 6’nın 9’a dönmesi akla birkaç farklı yorum getirebilir diye düşündüm.
1- Kirpi’yi kurtarmaya çalışan, yani en masum olan sonunda suçlu ilan ediliyor. Yani adalette her şey tersine dönüyor der gibi.
2- Filmin sonunda Kirpi’nin kolyesi emniyette sorgu yapılan yerin merdivenlerinde bulunuyor. Olayın zanlısı aslında polis olabilir mi? Polis, kendi suçuna suçlu arıyor olabilir mi? 6 ve 9, her şey bu anlamda görünenin tam tersi olabilir mi? Filmin açılışında yer alan alıntıdaki “sessizce çalışan makine”, işini sessizce gören sistem, adaleti hasıraltı eden ve en önemlisi katil olan devlet mi? Sorgu odası da yer altında; derin devlet der gibi.
3- İdeallerini kaybetmiş, kendilerini saklayan insanlar. Ütopyasını kaybetmiş adam, ilk aşkını kaybetmiş kadın, dünyayı değiştiremeyip geri dönen gizli baba, eşcinsel aşkını gizleyen evli fotoğrafçı, bir fahişenin memesinde ağlayan genç erkek, babasından yediği dayaklardan usanmış kayıp bir ülkücü. Bu anlamda da 6 ile 9, yani görünen ile gerçekte olan mı?
4- Film 6 kişinin çevresinde dönse de, aslında 3 kişi daha var. Cesedi bulan Manav, Kaya’nın nişanlısı ve sorgulama yapan polis. Yani aslında 6 değil 9 kişi var. Herkes mi suçlu, çember daha mı geniş? Veya sorguda gördüğümüz 8 kişi değil, yüzünü görmediğimiz 9. kişi yani polis mi suçlu?
Ümit: Hepsi. 9, Türk toplumunun benim durduğum yerden bir panoramik görüntüsünü çekme ve bunu polisiye bir örgü içinde aktarma deneyidir. Filmdeki her karakter bir kesimin temsilcisidir. Yenik asiler, kayıp gençler, Türkiye’de kadın varoluşunun en uç iki noktasında duran iki kadın, iktidara en yakın gibi görünen ama en uzakta duran bir yalnız adam… Hepsinin günlük hayatta birçok benzeri bulunabilir.
Teyzem’den sonra profesyonel senarist havasına girmiştim, kafamı Yeşilçam’a kiralamaya başlamıştım. Belli formüllere göre, ticari, ticari olmasa bile sonuçta insanları etkilemeye çalışan, insanların zaaflarından yararlanmaya çalışan işler yazıyordum. Bence 9’un farkı, kendimi her aşamasında tamamen serbest bıraktığım bir film olmasıdır. Yazarken, çekerken, kurgularken seyirciyi, eleştirmenleri, festivalleri hiç düşünmedim diyebilirim. Kendimi önceden bir formülle, bir sloganla kısıtlamadım. Sonunda ne çıkacağını bilmiyordum. Açıkçası tek odada geçen, sadece sözlere dayalı bu metinden bir film çıkıp çıkmayacağını bile bilmiyordum. (Işık Gölge Oyunları kitabımdan 9 ile ilgili bölümden alıntılar yapıyorum arada.)
Deniz: Burada şöyle bir soru yöneltmek istiyorum: Gizem’le sohbetlerimizde benim takıntılı bir şekilde dile getirdiğim ve maalesef toplumda çok sık gördüğüm bir tutum var: Suçu veya suçtaki payını üstlenmeme. 9‘un karakterlerinde de benzer bir özgüvensizlik ve medeni cesaret yoksunluğu görüyorum: Biraz Marquez’in Kırmızı Pazartesi’si gibi bir hava var.
Ümit: Evet herkesin suçlu olduğu bir dünya. Herkes birbirini içten içe yok etmeye çalışıyor, iktidar karşısında birbirini suçluyor. 9’un temel metaforu gündelik faşizmdir. Birbirimizi nasıl mahvediyoruz, otorite ile karşı karşıya kalınca nasıl birbirimizi satıyoruz, nasıl iktidarın dilini konuşuyoruz…
Gizem: Ama sonunda fatura “öteki”ye kesiliyor. Bir yabancıya (Yahudi), bir kadına, başkalarının toplumsal ahlak değerlerini umursamadan gönlünce yaşayan birine.
Ümit: Faşizmin 20. yüzyıldaki en büyük kurbanları Yahudiler, neredeyse tüm dünyanın bilincine kazılı bir simgeye dönüştüler. Kirpi’nin büyük olasılıkla Rusya ya da Ukrayna’dan gelmiş bir Yahudi olmasını, tüm halkayı tamamlayacak, filmin alegorisini bütünleyecek bir unsur olarak düşündüm. Yahudi müzikleri, özellikle Yiddish şarkıları her zaman hoşuma giderdi. Öyle bir çocuk şarkısı kullanmak istiyordum. Saposhkelekh şarkısını Zeynep Özbatur’un şirketinde İstanbul Masalları’na çalıştığımız sırada tanıştığım Alman yapımcı Judit Ruster önerdi. Onun da annesinin dinlediği meşhur bir anonim şarkıymış. Şarkıyı filmde asistanlık ve oyunculuk da yapan Sezgin Devran sadece vokal olarak çok güzel seslendirdi.
Gizem: Yahudi olmasını denklemden çıkarsak bile, Kirpi, dikenli, yani bir düzen bozucu. Toplumun görmek istemediği bir karakter. Toplum için, düzen için bir tehdit. Ve toplum kendisi gibi olmayanı, normale dönmeyeni bir şekilde yok ediyor. Düzene en uymayanın özgürlüğü elinden alınıveriyor. Bu şekilde okuyunca da toplumun ikiyüzlülüğünü çok başarılı bir şekilde yansıtıyor film. Kirpi, korunaklı mahallenin aslında ne kadar tekinsiz olduğunu; söylenenlerin değil söylenmeyenlerin gerçeği oluşturduğunu ortaya koyuyor. Cinayet de ikiyüzlü ahlak anlayışlarını ortaya çıkarıyor. Tunç’un söylediği gibi, herkesin birbirini sevdiği bir mahalle değil burası. (Bu bağlamda “Rastgele Kadraj”ın geçen bölümünde ele aldığımız Tepenin Ardı filmiyle de uyuşan bir mesajı olduğu söylenebilir.) Zaten Kirpi’nin cinayet zanlısı olarak ilk zikredilen isim de, diğerlerine kıyasla norm dışı olan “pis komünist” Salim.
Ümit: Evet.
Deniz: Burada “erk”le olan ilişkinin de, yine Tepenin Ardı‘nda olduğu gibi ön planda olduğunu düşünüyorum. Ali Poyrazoğlu’nun canlandırdığı Firuz karakterinin baştan itibaren “mahvolmuş” görünmesinin ardında da bu erk ve erkin erkeklikle dirsek teması olduğu kanısındayım. Diğerlerinden farklı olarak Firuz, ilk andan itibaren tarifsiz bir korku hisseder ve bunu bütün jestlerinde, mimiklerinde görürüz. Bunda cinsel yönelimini daha fazla gizleyemeyeceğini fark etmenin korkusu olduğunu düşünüyorum.
Ümit: Ali Poyrazoğlu’nu Arkadaşım Şeytan’dan beri severdim, Amerikalı rolünün ona yakışacağını düşünmüştüm. Ali Poyrazoğlu, ilk buluşmamızda senaryoyu eline aldı, Bu ne? Hım, Dokuz… Tamam oynuyorum dedi ve bir kenara koydu, kapağını bile açmadan. Ama senaryoyu okuyunca Firuz karakterini oynamak istediğini söyledi. Senaryodaki Firuz yirmili yaşlarda arkadaş grubundan, Kaya ile Tunç ayarında bir çocuktu, mahallenin zenginlerinden birinin oğluydu. Önce bu istek çok tuhaf geldi, yine de düşünmek için izin istedim. Sonra Firuz’un diğer iki mahalle delikanlısından daha yaşlı olması fikri hoşuma gitti ve senaryoyu buna göre değiştirdim, yeniden yazdım. Böylece aslında Firuz karakteri daha dokunaklı biri oldu. Yaşadığı aşk da daha yakıcı, insanın içini acıtan bir hal aldı. Türk filmlerinde eşcinsel karakterler çoğunlukla “macho” yönetmenlerin elinde dışarıdan bir bakış açısıyla, çoğunlukla karikatürize tipler olarak hayat bulabilir. Firuz, sinemamızda bir derinliği olan ve kendini cesaretle ifade edebilen ender eşcinsel karakterlerdendir. Daha önce Türk Sineması’nda Firuz’un filmin sonunda yaptığı gibi açık ve samimi bir eşcinsel ilan-ı aşk gördüğümü hatırlamıyorum.
Gizem: Kirpi’nin sesini şarkı söylerken duyuyoruz ama Kirpi’nin konuştuğunu hiç duymuyoruz. Bu tercihiniz; ötekinin sessizliğini, sesinin duyulmayışını, fikirlerinin yok sayılışını da imliyor mu?
Ümit: Kirpi’yi belirsiz bırakmak için konuşturmadım. Konuşsa kim olduğu, nereden geldiği daha açık anlaşılabilirdi. Daha efsane gibi kalsın istedim.
Gizem: Kirpi’nin görüntü olarak da flu kalması benzer nedenle o zaman. Mahalleliye uzak, yabancı, onlardan farklı olduğundan öyle bıraktığınızı düşünmüştüm.
Ümit: Evet.
Deniz: Burada da yine biçim ve içerik uyumunu görüyoruz, Gizem’in belirttiği gibi.
Gizem: Bir sorum daha var ses konusunda. Geçmişteki kavga-ölüm için özellikle mi seçtiniz “davul sesi” içeren bir olayı? Akla şu deyişi getiriyor: “Davulun sesi uzaktan hoş gelir.” Uzaktan, dışarıdan herkese görünen farklıdır ama işin aslı, özü farklıdır, der gibi. Bu deyiş, 6-9 ikiliğindeki zıtlıkla da uyumlu. Aslında 6 ama 9, göründüğü gibi değil.
Ümit: Davulcunun öldürülüşü mahalledeki ilk cinayet. Salim “onun davulunun sesi mahallenin üzerinde asılı kalmıştır” diyor. O yüzden sık sık giriyor davulcunun sesi.
Deniz: Burada oyuncu seçimi ile ilgili birkaç soru yöneltmek istiyorum ben de izninizle. Yine “içerik biçim” uyumuna bir vurgu yapmak isterim: Bu senaryo, kuvvetli bir oyunculuk gerektiriyor; seçimler de buna göre yapılmış. Öncelikle şöyle bir soru yönelteyim: Ben sinemanızın genel olarak “kuvvetli oyunculuk” ilkesi üzerine oturduğunu düşünüyorum. İzlediğim filmlerinizin senaryolarının amatör oyuncular tarafından kotarılamayacağı kanaatindeyim. Öte yandan Nuri Bilge Ceylan, senaryo da uygunsa kimi zaman amatör oyuncuların çok büyük bir zenginlik kattığını da belirtiyor. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
Ümit: Ben oyuncuları seviyorum. Yazarken bir oyuncuya göre düşünmeyi seviyorum. Oyuncularla alışverişi, onların yeni fikirlerle gelmesi, karaktere kendilerinden bir şeyler katmaları hoşuma gidiyor. Filmlerde de bir parça “yapay” hava seviyorum. Doğalcı olmak gibi bir iddiam hiç olmadı.
Deniz: Oyunculardan yola çıkarak bir soru daha sormak isterim. Işık Gölge Oyunları kitabınızda şöyle diyorsunuz: “Cezmi Baskın’ın da oynayacağı karakterle ilgili önerilerini kabul ettim.” Ardından da Cezmi Bey’in karakterinin mahalle ile hiç ilişkisi olmadığını; oysa zamanında örneğin Saliha ile bir ilişkisinin olabileceği fikrinin karakteri kuvvetlendireceği fikri üzerine senaryoda büyük bir değişiklik yapıyorsunuz.
Ümit: Evet.
Deniz: Bu epey ilgimi çekti; zira filmi izlerken senaristin kafasında her şeyin çok “net” olduğunu düşünmüştüm; oysa çekim başlayana kadar önerilere açık kalmayı tercih eden bir yazım tarzınız var sanırım?
Ümit: Ama o bahsettiğim süreç çekimin çok öncesi, yazım aşamasında. Çekim öncesi her öneriye açığım, çekimde daha inatçı oluyorum.
Deniz: Peki, soruyu biraz daha değiştirip şöyle sorayım: Kurgu masasına geçtiğinizde artık her şey belli midir yoksa bu açıklık hali hâlâ devam ediyor mu?
Ümit: Ben kurguya çok şey bırakmam. Çekim sırasında filmin kurgusu da büyük ölçüde belirlenir. Hele ekonomik çalışmam gereken filmlerde bu fazlasıyla böyle. 9‘un da kurgusu daha senaryoda belliydi. Ama tabii ki uzun gelen, kısalttığımız vs. yerleri olmuştur.
Deniz: Aslında tam da bu ilgimi çekiyor sizin sinemanızda: Yanlış hatırlamıyorsam Yaşar Kemal bir röportajında romanlarının tamamını kafasında yazdığını, sonra da oturup kâğıda geçirdiğini söylüyordu. Sizin senaryo aşamasına büyük önem verdiğinizi, çekimde de kafanızdakini almak için çabaladığınızı; kurguyu ise daha ziyade mekanik bir birleştirme, belki, sizin de belirttiğiniz gibi, sürelerle ufak-tefek oynama aşaması olarak gördüğünüzü düşünüyorum. Katılır mısınız?
Ümit: Aynen öyle. Kimi yönetmenler için kurgu filmin yeniden yaratıldığı yer. Ben kurguyu yaptığın şeyin son uygulaması olarak görüyorum. Elbette seste, efektlerde vs. yaratıcı bir süreç işleyebiliyor ama olay kurgusu değişmiyor.
Gizem: Tekrar filmin içeriğine dönerek bir soru yönlendirmek istiyorum.
Ümit: Buyrun.
Gizem: Bu filmde çok fazla “baba” mevzusu var gibi geldi bana. Kaya’nın babası ölmüş deniyor ama aslında kaçmış. Kaçan baba da Salim’miş. Tunç’un babası ona şiddet uyguluyor. Firuz homoseksüel olduğunu gizleyen, hatta belki de bunu gizlemek için babaya dönüşen bir figür izlenimi veriyor biraz. (Tam hatırlayamadım ama Amerikalı babasından bahsetmiyordu sanırım, annesinden bahsediyor oysa.) Filmin sonlarına doğru ortaya çıkan Kaya da ilk suçlu olarak babası olduğunu bilmeden babasını suçluyor. Daha geniş anlamda ise “devlet baba” var. Bu filmin babalık ile alıp veremediği bir şey var mıydı aklınızda senaryoyu yazarken?
Ümit: Bence genelde Türk toplumunun “baba” figürü ile dev bir derdi var. Babamızın sevmediği, babasına benzemekten de kurtulamamış çocuklarız bence. Toplumun büyük çoğunluğu, babasından intikam alamamış olmasının ezikliğiyle yaşıyor. Sürekl bir baba otoritesi arayarak.
Deniz: Yavaş yavaş toparlayalım.Son bir sorum var: Işık Gölge Oyunları’nda 9‘un deneysel olduğunu kabul etmem gerek diyorsunuz, “deneysel” kelimesini pek sevmemenize rağmen.
Ümit: Evet.
Deniz: Bugün geriye dönüp baktığınızda hâlâ sizin için olumsuz bir anlama geldiğini söylediğiniz “deneysel” kelimesini bu film için kullanır mısınız?
Ümit: Ne yapmak istediğimi, ne anlatmak istediğimi çok iyi biliyordum. O manada bir deney değil. Ama yapım açısından tam bir deneydi. Bir de açıkçası, 90 dakika boıyunca sürekli konuşan kafalardan oluşan bir film seyirciyi ikna eder mi emin değildim. O da yapmadan anlaşılmayacak bir şeydi. Deneysel kelimesini bu manada kullanırsam, evet deneyseldi. Ama genelde deneysel deyince “bir deneyelim, ne çıkarsa” gibi bir şey anlaşılıyor. O manada denemedim, bilerek yaptım.
Deniz: Ben de tam buna vurgu yapmak için sormak istemiştim: Bence o anlamda deneysel değil; bilakis, nereye gitmek istediğini çok iyi bilen bir film var karşımızda.
Ümit: Evet.
Gizem: Bizi ikna etti. Biz 9‘u çok sevdik, Ümit Bey. Bir izleyici olarak çok teşekkür ederim, elinize sağlık. Hem anlamlı hem keyifli bir seyirdi.
Deniz: Ümit Bey hem 9 hem de keyifli sohbet için çok teşekkür ederiz.
Ümit: Ben teşekkür ederim. Benim de en sevdiğim filmlerimden.
Deniz: Aşk, Büyü, Vs.‘yi MUBİ’de görmek için sabırsızlanıyoruz. Belki daha sonra onun üzerine de konuşma şansını yakalarız.
Ümit: Elbette neden olmasın.
NOT: Bu söyleşi ilk olarak 2 Mayıs 2021'de Parşömen Edebiyat'ta yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder